aşk boş iş, ...:=)

neterkhert

New member
hakikat !! şopen amcam sagolsun :cool:


AŞKIN METAFİZİĞİ
(Arthur SCHOPENHAUER)

Şairlerin, her şeyden önce, erkekle kadın arasındaki aşkı dile getirmeye çalıştıklarını biliriz. Erkekle kadın arasındaki aşk; trajik, komik, romantik ya da klasik, bütün tiyatro eserlerinin ana konusudur. Hint edebiyatı için de, Avrupa edebiyatı için de doğrudur bu. Lirik ve epik şiirin büyük bir bölümü de aynı konuyu işler. Hele yüzyıllar boyunca, Avrupa’nın bütün uygar ülkelerinde, her yıl, tıpkı mevsim meyveleri gibi düzenli bir biçimde ortaya çıkmış sayısız öykü ve romanı da epik şiir alanı içinde sayarsak, düşüncemizi daha iyi temellendirmiş oluruz. İçerikleri bakımından incelendiklerinde, bu eserlerin, sözünü ettiğimiz duygunun, yani erkekle kadın arasındaki aşk tutkusunun çeşitli yanlardan ele alınıp kısa ya da uzun olarak dile getirilmesinden başka bir şey olmadığı görülür. Bu duygunun dile getirilişinin en başarılı örneklerinin (Romeo Juliette, La Nouvelle Héloise, Werther gibi eserlerin), ölümsüz bir ün kazandığını da unutmamak gerekir. Öte yandan, La Rochefoucauld’nun, aşkın, tıpkı hayaletler gibi olduğunu ve hakkında herkes söz ettiği halde, kimsenin aşka rastlamadığını ileri sürmesi ve Lichtenberg’in Aşkın Gücü Üzerine Deneme’sinde, bu tutkunun gerçek ve doğal bir duygu olduğunu kabul etmeyişi, büyük bir yanılgıdır. Çünkü, insan doğasına yabancı ve aykırı olan bir şeyin, yani gülünç bir kuruntunun, bütün yüzyılların şiir dehaları tarafından bezginlik duyulmadan dile getirilmesi ve insanlık tarafından her zaman ilgiyle karşılanması kabil değildir. Sanat bakımından başarılı ve güzel olan bir şeyin, içinde bir doğru taşımaması düşünülemez.



Rien n’est beau que le vral; le vrai seul est almable

(Doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir; yalnız doğrudur sevilmeye değer). Boileau



Bununla birlikte, genel olarak güçlü ama yine de dizginlenebilir bir eğilim olarak görünen bir duygu belli koşullarda bütün duygulardan daha şiddetli bir tutku haline girebilir ve böylece hiçbir kayıt tanımadan, önüne çıkan her engeli inanılmaz bir güç ve inatla ortadan kaldırır. Öyle ki, kimi zaman bu tutkunun doyurulması için ölüm bile göze alınır, hatta tutkusuna cevap verilmediği zaman, aşık, doygunluğa erişebilmek için hayatını bir ödül olarak ortaya koyabilir. Werther ve Jacopo Ortis, yalnız öykülerde değil hayatta da görülebilen kimselerdir. Avrupa’da her yıl onlara benzer bir düzine insan ortaya çıkar : sed ignotis perierunt mortibus illi (onlar, kimsenin bilmediği bir ölümle yitip gittiler). Çünkü onların çektikleri acıları, ya resmi kayıtları dolduran memurlar ya da gazete muhabirleri yazar. İngiliz, ve Fransız gazetelerinde zabıta haberlerini okumayı seven kimseler, ileri sürdüğüm düşüncenin doğru olduğunu söyleyeceklerdir. Aşk tutkusunun, tımarhanelere düşürdüğü kimselerin sayısı daha da kabarıktır. Dış koşullar dolayısıyla birleşmeleri kabil olmayan aşık bir çiftin, birlikte intihar etmediği bir yıl yoktur. Bu çeşit olayları duyunca, birbirlerini sevdiklerinden kuşku duymayan ve hayattaki en büyük mutluluğu bu aşkta bulan bir çiftin, her şeyi göze alarak bütün bağlardan sıyrılmak ve her çeşit güçlüğe göğüs germek yerine, düşünebildikleri en büyük tadı, hayatları ile birlikte kaybetmeyi niçin seçtiklerini bir türlü anlayamam. Aşk tutkusunun daha az şiddetli hallerini ve bu tutkuya nasıl yaklaşıldığını, hepimiz, her gün görüyoruz; hatta pek yaşlı değilsek, çoğunlukla yüreğimizde duyuyoruz.

Bu bakımdan, aşkın gerçekliğinden ve öneminden hiç kimse kuşku duyamaz. Öyleyse, şairlerin her zaman işlediği bu konuyu bir kere de felsefenin ele almasına şaşacak yerde, insan hayatında bunca önemi olan aşk duygusunun, filozoflar tarafından, şimdiye kadar hemen hiç önemsenmeyişine ve karşımıza işlenmemiş bir konu olarak çıkışına şaşmak gerekir. Bu konu ile en fazla uğraşmış olan filozof Platon’dur ve özellikle Symposium (Şölen) ve Phaedrus’da, aşk duygusunu incelemiştir. Ama bu konuda söyledikleri, mitlerle, hikayelerle ve şakalarla ilintilidir ve genel olarak Greklerin, genç erkeklere duydukları aşkı konu olarak ele almaktadır. Konumuzla ilintili olarak Rousseau’nun Eşitsizlik Üzerine Konuşma (Discours sur l’Inégalité)’da ileri sürdüğü birkaç düşünce, hem yetersiz, hem de yanlıştır. Kant’ın, Güzellik ve Yücelik Duygusu Üzerine Araştırma (Über das Gefühl des Schönen und Erhabenen) adlı denemesinin üçüncü bölümünde yaptığı açıklamalar, yüzeyde kalmakta ve pratik bilgiden yoksun bulunmaktadır; bu bakımdan yer yer yanlıştır. Platner’in Antropology’sinde, bu konuyu ele alış şeklini can sıkıcı bulmayan kimse var mı acaba?

Öte yandan, inanılmayacak kadar çocukça olan Spinoza’nın düşüncesini de, gülmek amacıyla buraya almamız gerekir : Aşk, dış bir nedenin eşliğinde ortaya çıkan bir iç ürpertisidir (Etika, Bölüm IV, Önerme 44). Demek ki, bu konuda düşüncelerinden yararlanacağım ya da düşüncelerine karşı çıkacağım kimse yok ardımda. Bu konu, kendisini nesnel olarak kabul ettirdi bana; dünyayı tasarlayışımın içine sanki zorla girdi. Bundan başka, sözü geçen tutkunun etkisi altında bulunan ve duygularının şiddetlerini en yüce ve tanrısal biçimde anlatmak isteyenlerin bu konuda bana hak vermeyeceklerini biliyorum. Görüşüm, temel bakımından, metafizik ve geniş kapsamlı olsa bile, onlara, gereğinden fazla maddesel ve tensel görünecektir. Ama biz yine de, “Şiirler ve türküler yazarak güzelliğini bugün övdükleri kimseler, on sekiz yaş daha büyük olsalardı acaba o zaman başlarını çevirip bakarlar mıydı?” diye sorarak düşünelim biraz.

Gerçekte de, en incelmiş ve yücelmiş bir aşk bile, kaynağını yalnız ve yalnız cinsel içtepide bulur. Daha doğrusu, her aşk, daha belirlenmiş, daha özelleştirilmiş ve en dar anlamıyla daha bireyselleştirilmiş bir cinsel içtepidir ancak. Bu düşünceyi kabul eden bir kimse, cinsel içtepinin piyeslerde ve romanlarda değil de günlük hayatta bütün çeşitlikleri ve farkları ile oynadığı rolü göz önünde tutarsa; hayata bağlılığın yanı sıra, en güçlü ve etkili bir eğilimi dile getirdiğini görürse; insanlığın, gençlerden oluşan kalabalığının bütün düşünce ve güçlerinin en azından yarısına sözünü geçirdiğini fark ederse; hemen hemen bütün insansal çabaların biricik amacı olduğunu anlarsa; en önemli olaylar üzerinde ters bir etki yaptığını, en ciddi işleri bozduğunu, belli bir süre için en yüce zihinleri karıştırdığını, devlet adamlarının çalışmalarına ve bilim adamlarının incelemelerine burnunu soktuğunu, bakanların cüzdanlarına ve filozofların müsveddelerine güzel kadınların saçlarından kesilmiş lüleleri ve aşk mektuplarını yerleştirmeyi becerdiğini; her gün en feci ve karmaşık durumları yarattığını, en değerli bağlılıkları yıktığını, en sağlam yakınlıkları hiçe indirdiğini, kimi zaman sağlığın da, hayatın da, zenginliğin de, edinilmiş mevkiin de, mutluluğun da kurban edilmesini istediğini; hatta, vefalıları birer kalleş haline getirdiğini, tepeden tırnağa namuslu kimseleri birer vicdansız durumuna düşürdüğünü, kısacası, bozucu, karıştırıcı ve yıkıcı bir şeytan gibi ortaya çıktığını fark ederse; bunca gürültü niçin diye haykırmaz mı? Bütün bu çaba, bu çırpınış, bu endişe ve bu zavallılık niçin? Bir erkeğin bir dişi bulmasından başka nedir bu? Böylesine önemsiz bir şey, insanın düzenli hayatını niçin karıştırsın ve bozsun? Ama, bu konuyu ciddi bir biçimde elen alan araştırıcı, hakikatin, kendini bütün önemiyle yavaş yavaş ortaya koyduğunu görür. Burada söz konusu olan, önemsiz bir şey değildir; tam tersine, konunun önemi, bu konuda gösterilen ciddiyet ve heyecana uygun düşmektedir. Bütün aşk serüvenlerinin amacı, bu aşklar ister gülünç, ister yüce olsun, insan hayatının bütün öteki amaçlarından daha önemlidir ve bundan ötürü, amaca yönelenlerin ciddiyetini haklı çıkaracak bir nitelik taşımaktadır. Bütün aşk serüvenlerinin son amacı, gelecek kuşağın ortaya çıkmasından, yaratılmasından başka bir şey değildir. Biz çekilip gittiğimiz zaman, ortaya çıkacak oyuncular, hem varlıkları hem de özleri bakımından, işte bu önemsiz aşk serüvenlerinde belirlenirler. Gelecek insanların varoluşu; varlığı, genel olarak bizim cinsel içtepimizle mutlak biçimde koşullanmıştır; özleri yani essentiaları ise, bu cinsel içtepinin doyurulmasındaki bireysel seçiş ile belirlenmiştir; yani cinsel aşkla belirlenmiş ve her bakımdan, kesin olarak bu aşkla biçimlendirilmiştir. Aşkın çeşitli derecelerini ele alarak en geçici hoşlanmadan tutkulu aşklara kadar gidecek ve aynı zamanda bu derecelenmelerin seçişteki bireyselleşmeden geldiğini kabul edecek olursak, cinsel aşkın uygulanışı hakkında daha derin ve ayrıntılı bir bilgi edinebileceğiz. Gerçekten de asıl sorun işte buradadır.

Demek ki, günümüzün kuşaklarının bütün aşk serüvenleri, insanlığın tümü için, ciddi bir meditatio compositionis generationis futuroe, e qua iterum pendent innumeroe generationes’dir(İçinden sayısız kuşağın çıkacağı gelecek kuşağın kuruluşu üzerine düşünme). Bireyin başına gelecek iyiliğin ya da kötülüğün pek önem taşımadığı ve aslında, gelecek insan türünün varlığının ve özel yapısının söz konusu olduğu ve bu bakımdan bireysel iradelerin kendilerinde olmayan bir gücü edinerek türün iradesi gibi ortaya çıktıkları bu durum, binlerce yıldan beri, şairlerin bıkıp usanmadan sayısız örneklerde dile getirdikleri gönül serüvenlerinin yüce ve iç burkucu yanının kaynağıdır. Çünkü hiçbir tema, bu tema(ana konu) kadar ilgi çekici değildir. Bu tema, sadece bireylerin rahatı ile ilintili durumlarla karşılaştırılacak olursa, onları fersah fersah geride bırakır; çünkü bu tema, türün başına gelecek iyiliği ya da kötülüğü kapsamaktadır. Birey ile tür arsındaki bağıntı, bir cismin yüzü ile cismin kendisi arasındaki bağıntıya benzer. Yine bundan ötürü, içinde aşk öğesi bulunmayan bir drama ilgi duymak çok güçtür. Öte yandan, bu tema her gün kullanıldığı halde, hala eskimemiş bir temadır.

Bireysel bilinçte, kendini genel olarak cinsel bir içtepi gibi duyuran ve öteki cinsten belli bir kimseye yönelmemiş olan şey, fenomenlerin dışında ve kendinde ele alındığı zaman, sadece bir yaşam iradesidir (isteğidir). Ama belli bir bireye çevrilmiş olan bir cinsel içtepi olarak bilinçte ortaya çıkan şey ise, kesin olarak belirlenmiş bir birey olarak yaşamak iradesinin dile getirilişidir sadece. Bu durumda, cinsel içtepi kendinde ele alındığı zaman tepeden tırnağa öznel (sübjektif) bir gereksinim olduğu halde, nesnel (objektif) bir hayranlık kılığına bürünmesini ve böylece bilincimizi aldatmasını çok iyi bilir. Çünkü doğa, kendi öz amaçlarına ulaşmak için böyle bir hile kullanmak zorundadır. Ama aşık olma durumlarının hepsinde, bu hayranlık ne kadar yüce ve nesnel bir nitelik kazanır gibi görünürse görünsün, asıl amacın belli bir bireyin ortaya çıkarılması (yaratılması) olduğu; karşılıklı sevginin değil de, sevilen kişiye sahip olmanın, yani fizik bir zevk duymanın ön planda yer alışından bellidir. Sevdiğimizden emin oluşumuz, sevdiğimize sahip olmayışımızın yerini tutamaz hiçbir zaman. Nitekim bu duruma düşen kimselerin canlarına kıydıkları sık sık görülmüştür. Buna karşılık, çılgınca aşık olan ve sevgilerine karşılık görmeyen kimselerin, sevdiklerine sahip olmakla, yani fizik zevk duymakla yetindiklerini ve hiçbir eksiklik duymadıklarını görüyoruz. Zoraki evlenmelerde; istek duymayan bir kadının armağanlarla ve başka fedakarlıklarla sık sık satın alınması olaylarıyla ve hatta ırza geçmelerle doğruluğu açıkça ortaya konmuş bir düşüncedir bu. Belli bir çocuğun dünyaya getirilmesidir asıl amaç. Kadın da erkek de bilmese, bütün aşk hikayesinin amacı işte budur. Bu amaca varılırken şu ya da bu biçimde davranılmış olmasının pek önemi yoktur. Yüce ruhlu ve duygulu kimseler ve özellikle gözü dünyayı görmeyecek biçimde sevdalanmış olanlar, benim düşüncelerimin kaba gerçekliğine ne kadar karşı çıkarlarsa çıksınlar, yine de yanılmaktan kurtulmayacaklardır. Gelecek kuşakların bireylerinin belirlenmesi, bu sevdalıların taşkın duygularından ve sabun köpüğünü andıran doygunluklarından daha ulu ve değerli bir amaç değil mi sanki! Yeryüzündeki amaçlar arasında bundan daha büyüğü, bundan daha önemlisi bulunabilir mi? Tutku dolu aşkın, derinden derine duyuluşuna, ciddi bir biçimde ortaya çıkışına, kendi alanının ve olanaklarının en küçük ayrıntılarına bile bunca önem verilişine, ancak bu amaç bir anlam kazandırabilir. Bu amaç, gerçek bir amaç olarak kabullenilmedikçe, sevilen varlığın elde edilmesi için katlanılan tatsızlıkları, çabaları, güçlükleri anlamak kabil değildir. Çünkü, bütün bu çabalamalar ve güçlükler boyunca kendini kabul ettiren ve varolmaya çalışan şey, bireysel belirlenmişliği içinde tüm gelecek kuşaktır. Hatta, aşk dediğimiz cinsel içtepinin doyurulması için başvurduğumuz sakıngan, belirli ve dikkatli seçişin içinde, bu gelecek kuşak, öz etkinliğini göstermektedir. Birbirine aşık olan erkekle kadının gittikçe şiddetlenen yakınlıkları, ortaya çıkarabilecekleri ve çıkarmak istedikleri yeni bir bireyin yaşama iradesinden başka bir şey değildir. Hatta istek dolu bakışlarında bile, bu yeni varlığın hayatı ışır ve derli toplu, uyumlu bir gelecek bireysellik olarak duyurur kendini. Aşık erkek ve kadın, tek bir varlık halinde birleşmek ve kaynaşmak ister; amaçları böyle tek bir varlık olarak yaşamaktır; aktardıkları nitelikleri, birleşmiş ve kaynaşmış bir biçimde taşıyan tek bir varlığı, yani çocuklarını ortaya koymakla bu isteklerini gerçekleştirmiş olurlar. Nitekim, bir erkek ile bir genç kız arasındaki karşılıklı, kesin ve sürekli bir soğukluk duygusu da, onların ortaya çıkarabilecekleri çocuğun, biçimsiz, çirkin ve mutsuz bir varlık olabileceğinin işaretidir sadece. Bu bakımdan Calderon’un, o korkunç Serimamis’i, hem “hava”nın kızı diye adlandırılması, hem de kocanın çldürülmesi arından gelen ıra geçmenin bir sonucu olarak tanıtmasında derin bir anlam gizlidir. İki ayrı cinsten insanı, bunca güçle, sadece birbirlerine yaklaştıran şey, yaşama iradesidir. Türün tümünde kendini gösteren yaşama iradesi, erkek ve kadının ortaya koyabileceği (yaratabileceği) birey aracılığı ile kendi amaçlarına uygun özünün nesnelleştirilmesini (gerçekleştirilmesini) öngörür. Bu birey, iradesini ya da karakterini babasından, zekasını anasından, beden yapısını her ikisinden birden alacaktır. Ama çoğu zaman, biçim bakımından babaya daha çok benzeyecek ve boy bos bakımından da anaya çekecektir. Bu durumlar, hayvanlar arasında melez canlılar yetiştirilirken ortaya çıkan yasaya uygun olarak gerçekleşir. Bu yasanın temeli, foetus’un (ceninin) uterus’a (rahme) büyüklük bakımından uygun olmaklığına dayanır. Bir kimsenin sadece kendisinde ortaya çıkan bireyselliğini açıklamak ne kadar güçse, iki aşığın, özel ve bireysel aşk tutkularını açıklamak da o kadar güçtür. Aslında, temel bakımından, bunların her ikisi de bir ve aynı şeydir.

Başka bir deyişle birincisi, ikincisinin dolaylı olarak dile getirdiğini, açıkça ortaya koymaktadır. Ana babanın birbirini sevmeye başladığı an (İngilizce bir deyimin çok güzel anlattığı gibi birbirlerini gözlerinde büyüttükleri an), yeni bir bireyin ortaya çıkışının gerçek ânı ve bu yeni varlığın hayatının punctum salines’i (çıkış noktası) olarak görülebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ana babanın istek dolu bakışlarının karşılaşmasında ve uzun uzun bakışmalarında, yeni varlığın ilk tohumu atılmıştır bile. Ama bu tohum, bütün öteki tohumlar gibi, genel olarak ezilmiştir. Bu yeni birey, belli bir ölçüye kadar yeni bir İdea’dır (Platon’un belirttiği anlamda) ve bütün İdea’lar, fenomenlerin dünyasına girebilmek için nasıl çaba gösteriyor ve bu amacı gerçekleştirebilmek için, nedensellik yasasının kendilerine paylaştırdığı maddeyi nasıl hırsla ele geçiriyorsa; bu özel insan bireyi İdea’sı da, büyük bir hırs ve çabayla fenomenler içinde gerçekleşme amacına yönelir. Bu hırs ve çaba, gelecekteki ana baba olarak iki aşığın birbirlerine karşı duydukları tutkudan başka şey değildir. Duyulan bu hırs ve isteğin çeşitli dereceleri vardır; ama en aşırı karşıt uçları, Afrodite Pandemos (Sıradan Aşk) ve Urania (Tanrısal Aşk) olarak açıklanabilir. Ama bu duygu, özü bakımından her yerde aynıdır. Öte yandan, tutku ne kadar bireyselleşmişse, şiddeti o kadar artmıştır. Yani, sevilen bir kimse, vücudu ve manevi nitelikleri bakımından, aşığının bireyselliğinin doğurduğu gereksinimlere ne kadar uygunsa, bu duygu da o kadar şiddetli olur. Burada söz konusu olan şeyi, ileride daha iyi açıklayacağız. Temel bakımından ve ilk başta, aşk eğilimi, sağlığa, kuvvete ve güzelliğe ve sonuç olarak gençliğe yönelmiştir. Çünkü yaşama iradesi, ilk önce her çeşit bireyselliğin temeli olarak insan türünün kendisinden başkasında bulunmayan özellikleri ortaya çıkarmaya yönelir : Sıradan Aşk bundan daha ileri gidemez. Ama bu yönelinen amaçlara daha başkaları da eklenebilir (bunu ileride göreceğiz) ve bu haliyle doygunluğa yönelen tutku, gelişip büyür. Tutkunun en yüksek derecesi, genel olarak bütün türlerde kendini gösteren yaşama iradesinin, belli bir bireyin ortaya çıkmasını istemesini sağlayacak kadar birbirine uygun kimselerin; babanın karakteri ile ananın zekasının denk düştüğü kimselerin arasında doğabilir. Ve yine bu durumdan ötürü, burada duyulan tutku, ölümlü bir insanoğlunun yüreğine sığmayacak büyüktür. Nitekim bu tutkuyu duyan insanoğlunun kavrayış gücü de, tutkunun gerçek nedenlerini anlayacak güçte değildir. Gerçek ve büyük bir aşk tutkusunun temeli budur işte. Demek ki, iki bireyin, karşılıklı olarak çeşitli bakımlardan birbirlerine uygunlukları ne kadar eksiksizse (ileride inceleyeceğiz bunu), karşılıklı tutkuları da o kadar güçlü olacaktır. Birbirine tıpatıp benzeyen iki birey olmadığına göre, herhangi belli bir erkeğe en fazla uygun düşen (ortaya çıkarılacak çocuk göz önünde tutulmak koşuluyla), belli bir kadın bulunması gerekir. Gerçek bir tutkulu aşk da, bu iki yaratığın karşılaşması kadar az rastlanır bir şeydir. Bununla birlikte, böyle bir aşk duyabilmek herke için kabil olduğundan, bu nitelikte bir aşkın, şairler tarafından dile getirilişlerini okuyup kavrayabiliyoruz. Aşk tutkusu, gerçekte, ortaya çıkacak varlığa ve niteliklerine çevrilmiş olduğu ve temeli bu çevrilişte bulunduğu için, ayrı cinsten iki genç ve güzel insan arasında, eğilimleri, karakterleri ve düşünüş biçimlerinden ötürü, içine cinsel sevginin karışmadığı bir dostluk bulunabilir. Hatta bu iki insan arasında, cinsel sevgi açısından belli bir tiksinti bile bulunabilir. Bunun nedenini, sözü geçen iki insanın ortaya koyacağı çocuğun, uyumlu olmayan fizik ve manevi nitelikler taşıyabilmesi olasılığında; kısaca bu çocuğun özünün ve varlığının, türde dile gelen yaşama iradesinin amaçlarına uygun düşmemesinde aramak gerekir. Öte yandan, eğilim, yatkınlık ve düşünce biçiminin birbirinden farklı oluşundan doğan nefret duyguları ve hatta düşmanlık bağlantıları içinde bile, cinsel aşkın ortaya çıkabileceğini ve sürüp gidebileceğini görüyoruz. Bu durumda ortaya çıkan bir aşk duygusu, sözü geçen farkları görmeyişimize bile yol açabilir ve evlenmeyle sonuçlanırsa, her iki taraf için de bir cehennem hayatının başlamasından başka bir sonuç vermez.

Şimdi konumuzu daha ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım. Bencillik, genel olarak, bütün bireylerde görülen öyle derin bir niteliktir ki, bir insanı şu ya da bu harekete yöneltebilmek için kesin olarak güvenebileceğim tek şey, onun bencil amaçlarına değinmektedir. Türün, birey üzerindeki hakkı, ölümlü bireyselliğin hakkından çok daha büyük, daha eski ve sağlamdır kuşkusuz. Bununla birlikte, bireyin harekete geçmesi, hatta türün devamı ve niteliği için fedakarlık yapması söz konusu olunca, bunun önemi, onun sadece bireysel amaçları göz önünde tutan kavrayış gücüne, gerektiği gibi anlatılamaz. İşte bundan ötürü, sözü geçen durumda doğa, amaçlarına, bireyi aldatmak, yani onun kafasında gerçeğe uymaz bir hayal yaratmak yoluyla ulaşılabilir ancak. Böylece, türden başkasına yararı olmayan şey, bireye, sanki kendisine yararlıymış gibi görünür; öyle ki, birey kendi çıkarına bir şey yaptığını sandığı zaman, aslında türe hizmet etmiş olur. Bu süreçte, doygunluk duyulduktan sonra ortadan kaybolan bir kuruntu, bireyin önünde salınır durur ve gerçek bir dürtücü kuvvet ödevini görür. Bu hayal, içgüdünün ta kendisidir. Çoğunlukla, bu, yaşama iradesine yararlı olanı dile getiren bir duyuş, yani türün duyuşu gibi görülür. Ama irade, bireysel bir irade haline gelmiş olduğu için, bu bireysel iradenin, bireyin duyuşu içinden, türün duyuşunun kendisine sunduğu şeyi kavrayacak biçimde aldatılması gereklidir. Böylece aldatılan irade, bireysel amaçlar peşinde koştuğunu sandığı halde, gerçekte, sadece genel (bu kelimeyi en tam anlamıyla kullanıyorum) amaçlara yönelmiştir. İçgüdünün dış görünüşlerini, en iyi biçimde hayvanlarda gözleyebiliriz. Öte yandan, içgüdünün bu hayvanların hayatında oynadığı önemli rolü de biliyoruz. Ama içgüdünün iç gelişmesi ve ortaya çıkışı hakkında (iç varlıkla ilintili her şey hakkında olduğu gibi), ancak kendimizden bilgi sağlayabiliriz. İnsanın, hemen hemen hiçbir içgüdüsü olmadığı ya da sadece, yeni doğmuş bebeğin, annesinin memesini arayıp bulması olayında dile gelen bir içgüdüye sahip olduğu sanılır. Oysa, bizim besbelli, apayrı ve karmaşık bir içgüdümüz de vardır. Bu içgüdü, cinsel içtepiyi gidermek için bir başka bireyi seçişimizde dile gelir. Bu seçiş de, çok ciddi, çok ince ve kişiden kişiye her zaman değişebilen bir seçiştir. Bu cinsel içtepiyi gideriş, kendinde ele alındığı zaman, yani bireyin duyduğu gereksinime dayanan duyusal bir haz alma gibi görüldüğü zaman, öteki bireyin çirkinliğinin de güzelliğinin de bu işe hiçbir ilintisi olmadığı söylenebilir. Öyleyse, bunca tutku ve heyecanla peşinden koşulan şeyin ve bundan doğan dikkatli seçişin, seçen kimseyle değil, gerçek amaçla, yani ortaya çıkarılacak varlıkla; yani bu varlığın, türün en katışıksız ve doğru tipini edinmesiyle ilintisi vardır. Oysa seçen, bunların kendisiyle ilintisi olduğunu sanır. Binlerce fizik aksaklık ve manevi sapıklık yüzünden, insan yapısı ve biçimi çeşitli bozukluklara uğramıştır. Bununla birlikte, gerçek tip, bütün ayrıntılarıyla, her zaman yeniden ortaya konulmakta ve yaratılmaktadır. Bu iş, cinsel içtepiyi her zaman yönelten ve tiksindirici bir ihtiyaç olmaktan kurtaran güzellik duygusunun kılavuzluğunda gerçekleşir. Bundan ötürü, her erkek önce, en güzel ötekilere kesin olarak tercih edecek ve tutkuyla arzulayacaktır. Yani, önce türün karakterlerinin en güzel biçimde kendisinde dile geldiği insanları tercih edecektir. Ama bundan sonra, kendisinde bulunmayan yetkinlikleri öteki insanın güzelliği olarak görecek, hatta kendi kusurlarının karşıtı olan kusurları bile güzel bulacaktır. Ufak tefek erkeklerin iri kadınları, esmerlerin sarışınları sevmesi işte bundan ötürüdür. Güzelliğinden hoşlandığı bir kadını gördüğü ve bu güzellikten ötürü onunla birleşmeyi en büyük mutluluk saydığı zaman, erkeğin gönlünü dolduran aldatıcı coşkunluk, tür duyuşu’ndan başka bir şey değildir. Tür duyuşu, türün karakterini en iyi dile getiren özellikleri görmüş ve bu özellikleri taşıyan kimseyle, bu karakterleri devam ettirmek istemiştir. Türün tipinin korunması ve devam ettirilmesi, güzelliğe karşı duyulan bu eğilime dayanır. Güzelliğin, üzerimizde bunca etki yapması da bundan ötürüdür. Demek ki, burada, söz konusu kimseyi, şu ya da bu yana süren ve yönelten şey, tür için en iyi olanı yapmaya yönelmiş olan bir içgüdüden başka bir şey değildir. Oysa bu sırada, söz konusu kimse, duyacağı hazzı şiddetlendirmekten başka şeyi amaç edinmediğini sanmaktadır. Bu, bize; temeli, bireyi türün yararına harekete geçirmekten başka şey olmayan ve cinsel olaylarda görüldüğü gibi, başka olaylarda da aynı biçimde ortaya çıkan her çeşit içgüdünün özü hakkında sağlam bir bilgi vermektir. Gerçekten de, bir böceğin, belli bir çiçeği, meyveyi, gübreyi ya da eti ararken, ya da ichneumonidae gibi yumurtalarını dökmek için başka bir hayvanın kurtçuğunu bulmaya çalışırken çektiği sıkıntı ve hiçbir güçlükten ya da tehlikeden kaçınmaması; bir erkeğin cinsel doygunluk için, hoşuna giden ve belli nitelikleri olan bir kadını dikkatle seçmesine, onun peşine düşmesine ve amacına ulaşmak için, kimi zaman akıl almayacak bir budalalık yaparak bütün mutluluğunu feda edip bu kadınla evlenmesine ya da parasını, şerefini, hayatını kaybetmesine yol açan gönül maceralarına girişmesine, hatta kimi zaman amacına ulaşmak için işi, zina ve ırza geçmeye kadar vardırmasına çok benzemektedir. Bütün bunlar, bireyin harcanması sonucunu doğurabildikleri halde, sadece türe en iyi biçimde hizmet etmek amacıyla yapılmakta ve her yerde egemen olan doğa iradesine uygun düşmektedir. Gerçekten de içgüdü, her zaman, bir amacın kavranılmasından doğan bir davranış gibi görünmektedir. Ama böyle bir kavrayıştan da her zaman yoksundur. Doğa, içgüdüyü, bireyin bu amacı kavrayamayacağı ya da bu amaca yönelmek istemeyeceği her yere sokmuştur. Bundan ötürü, içgüdü genel olarak hayvanlara ve özellikle onların en gelişmemişlerine ve anlayışları en az olanlarına verilmiştir. Ama bu içgüdü, bizim ele aldığımız konuda, insana da verilmiştir. İnsan bu amacı kolayca kavrayabilir, ama gerekli coşkunluk ve bağlılıkla, amacın peşinden gitmeyebilir. Bu durumda, bütün öteki içgüdülerde olduğu gibi, hakikatin, iradeyi etkileyebilmek için bir hayal, bir kuruntu haline girdiğini görüyoruz

Arthur Schopenhauer;Aşkın Metafiziği;Sosyal Yayınlar;İstanbul, 1997
 

shany

New member
vallaha cok uzun karedesim.nasıl okucaz yaww

yine de eline saglık..başlık biraz karamsar ama zor olan hersey cok guzeldir bence
 

HTML

Üst