maybe_
New member
AŞKIN BİRİNCİ YÜZÜ: AŞK-I BEKA RESİMLERİ
BİR FOTOĞRAF MAKİNEM olmasını o kadar istiyordum ki... Çünkü, hiçbir şeyin yok olup kaybolup gitmesini istemiyordum. Akıp giden, kaybolan anları dondurup, hiç değilse bir kağıdın üzerinde bakileştirebilirdim. Ama bir fotoğraf makinem yoktu. Olsa da, tüm anları ona dolduramazdım. Başka bir yöntem aramalıydım.
Fotoğraf çekmek için makine şart mıydı? Gözlerimi bir fotoğraf makinesi gibi kullanamaz mıydım? Aklımı ve zihnimi ise bir deklanşör gibi. Duygularım da makinenin mercekleri olabilirdi.
Fikir hoşuma gitmişti. Çok geçmeden uygulamaya koydum. Sokak sokak, fotoğraflar çekmek üzere dolaşmaya başladım. Fotoğraf makinesini taşıma, filmleri banyo etme, kağıda basma zahmetinden ve masrafından da kurtulmuştum. Çektiğim resimlerin tümü, aynı adı taşıyacaktı: aşk-ı beka resimleri.
İlk durağım, bir fotoğrafçı dükkanı oldu. Rengarenk fotoğraflar arasında solgun bir fotoğraf da vardı. Solgun resimdeki insan gülüyordu. Gülmesi solmamıştı. Ama her resim bir gün solar. Her resim bir gün solacağı bilinerek çekilir. Bu resim de solacağı bilinerek çekilmişti. Çünkü her resim bir ânı bakileştirme çabasıdır. O resme solgun bir resim olarak bakmamalıydım. Aslında aşk-ı bekanın resmiydi o. Her fotoğraf, fotoğrafçının beka aşkını belgelemektedir.
İkinci durağım, sokaklardı. Sokaklarda sevgililer vardı. Sevgililer birbirlerine sevgilerinin hiç bitmeyeceğini, sonsuza dek süreceğini fısıldaşıyorlardı. Birbirlerine verdikleri bu sözler yok olmamak için birlikte sarfedilen bir çabaydı, çırpınıştı, yakarıştı. Her sonsuz sevgi sözü, aslında aşk-ı bekanın resmi sayılırdı.
Sonraları, bir resim galerisine takıldım. Rengarenk resimler, manzaralar gördüm. Her bir tablo, yokluğa gidişe karşı bir direnmeydi. Her tablo bir aşk-ı beka çığlığıydı. Tabloların birinde, denizde garkolan bir kayık resmi vardı. Kayıktaki iki kişi batmamak için çırpınıp duruyorlardı. Tıpkı tabloyu yapan sanatçı gibi... O da, bu tabloları, şu dünya denizinde unutulmamak, yok olup gitmemek için yapmış ve sergilemişti. Hayatını, insanların zihinlerinde ve duygularında sürdürmek istiyordu.
Derken, yolum bir hastanenin acil servisine düştü. Gelen, bir panik hastasıydı. Kendisinin kalp krizinden öldüğünü ve kurtarılması gerektiğini söylüyordu. Bir hemşire, hastanın kalp grafisini çekiyordu. Ben de hastanın bir fotoğrafını çektim. Resmin üstünde aşk-ı beka yazıyordu.
Bir Pazar günü Erenköy sahiline uğradım. Sabahın erken bir vaktiydi. İnsanlar koşuyor, bisiklete biniyor, spor yapıyordu. Alınlarda birikmiş her bir ter damlasının, kaslardaki yorgunlukların, soluk soluğa kalmaların bir aşk-ı beka resmi olduğunu anladım. Spor yapmak bahaneydi. Hareketlerinin her birinde aşk-ı bekanın terennümü vardı. Yine bir Pazar günü, Oylata gittim. Bir uçurumun kenarında durdum. Ayağımı birazcık aşağı doğru uzattım. Başım döndü, midem bulandı, yüreğim ağzıma geldi, kalbim çarptı. Hemen uçurumun kenarından uzaklaştım. Yaşadıklarımın adını siz korku koyabilirsiniz. Ama her korku aslında aşk-ı bekanın yansımasıydı.
Bir karayolunda arabalar akıp gidiyordu. Sürücüler, birbirine çarpmamak için, olabildiğince dikkat ediyordu. Anladım ki, başkasıyla çarpışmayan her bir araba aşk-ı beka yolunda yol almaktadır.
Birisi, arkadaşının kendisini unutttuğunu, artık kalbinde kendisine bir yer vermediğini düşünüyordu. Yaşadığı öfke, kırgınlık, hüzün, aslında yok olmaya, unutulup gitmeye karşı bir isyan sayılırdı. Deklanşöre basıp, bu halini kaydettim. Çıkan resmin üzerinde yine aşk-ı beka yazıyordu. Tüm unutulmama özlemleri beka aşkından geliyordu.
Ortalıkta şan-şöhret olma arzusu, silinmez bir ad bırakma isteği kol geziyordu. Televizyonlar, gazeteler, radyolar, söylenen şarkılar, yazılan şarkı sözleri, üretilen eserler, Hollywoodda ve başka yerlerde yapılan yüzbinlerce film.. hepsi birer aşk-ı beka resmi sayılırdı.
Sürekli bedenini dinleyen bir hasta vardı. Her küçük şikayeti için bende bir kanser mi var diye doktora koşuyordu. Hipokondriyak teşhisi almıştı. Doktorlar artık ondan bıkmıştı. Onu anlayamıyorlar, her küçük şikayeti abartmasını birşeye yoramıyorlardı. Bu kadar vesvese edecek ne var diye kızıyorlardı. Hasta bir gün gerçeği söyledi: Bedenimin bir gün yok olacağı düşüncesi beni çıldırtıyor. Onun başına en küçük bir olayın gelmesini istemiyorum. İtirafı bir aşk-ı bekanın resmiydi.
Her insan tüm evrende bir anlık parlamaktansa küçük bir köşede sonsuza dek sürüp gitmeyi istiyordu. Yollarda, sokaklarda yok olmayı, hiçliği, eriyip gitmeyi isteyen tek insan yoktu. Kimse küçük aşklara razı olmuyordu. Yüreklerde aşk-ı beka vardı. İnsanlar sevdikleri her şeyi süreklilik duygusu içinde seviyorlardı. Şiddetli bir aşktı bu. Olmazssa olmazdı. Bu aşk olmazsa yaşanmazdı. Bu aşk için herşey göze alınıyordu. Gezegendeki her insanın her çabası, her çalışması, her davranışı, her tutkusu, her aşkı, bir aşk-ı beka resmiydi.
BİR FOTOĞRAF MAKİNEM olmasını o kadar istiyordum ki... Çünkü, hiçbir şeyin yok olup kaybolup gitmesini istemiyordum. Akıp giden, kaybolan anları dondurup, hiç değilse bir kağıdın üzerinde bakileştirebilirdim. Ama bir fotoğraf makinem yoktu. Olsa da, tüm anları ona dolduramazdım. Başka bir yöntem aramalıydım.
Fotoğraf çekmek için makine şart mıydı? Gözlerimi bir fotoğraf makinesi gibi kullanamaz mıydım? Aklımı ve zihnimi ise bir deklanşör gibi. Duygularım da makinenin mercekleri olabilirdi.
Fikir hoşuma gitmişti. Çok geçmeden uygulamaya koydum. Sokak sokak, fotoğraflar çekmek üzere dolaşmaya başladım. Fotoğraf makinesini taşıma, filmleri banyo etme, kağıda basma zahmetinden ve masrafından da kurtulmuştum. Çektiğim resimlerin tümü, aynı adı taşıyacaktı: aşk-ı beka resimleri.
İlk durağım, bir fotoğrafçı dükkanı oldu. Rengarenk fotoğraflar arasında solgun bir fotoğraf da vardı. Solgun resimdeki insan gülüyordu. Gülmesi solmamıştı. Ama her resim bir gün solar. Her resim bir gün solacağı bilinerek çekilir. Bu resim de solacağı bilinerek çekilmişti. Çünkü her resim bir ânı bakileştirme çabasıdır. O resme solgun bir resim olarak bakmamalıydım. Aslında aşk-ı bekanın resmiydi o. Her fotoğraf, fotoğrafçının beka aşkını belgelemektedir.
İkinci durağım, sokaklardı. Sokaklarda sevgililer vardı. Sevgililer birbirlerine sevgilerinin hiç bitmeyeceğini, sonsuza dek süreceğini fısıldaşıyorlardı. Birbirlerine verdikleri bu sözler yok olmamak için birlikte sarfedilen bir çabaydı, çırpınıştı, yakarıştı. Her sonsuz sevgi sözü, aslında aşk-ı bekanın resmi sayılırdı.
Sonraları, bir resim galerisine takıldım. Rengarenk resimler, manzaralar gördüm. Her bir tablo, yokluğa gidişe karşı bir direnmeydi. Her tablo bir aşk-ı beka çığlığıydı. Tabloların birinde, denizde garkolan bir kayık resmi vardı. Kayıktaki iki kişi batmamak için çırpınıp duruyorlardı. Tıpkı tabloyu yapan sanatçı gibi... O da, bu tabloları, şu dünya denizinde unutulmamak, yok olup gitmemek için yapmış ve sergilemişti. Hayatını, insanların zihinlerinde ve duygularında sürdürmek istiyordu.
Derken, yolum bir hastanenin acil servisine düştü. Gelen, bir panik hastasıydı. Kendisinin kalp krizinden öldüğünü ve kurtarılması gerektiğini söylüyordu. Bir hemşire, hastanın kalp grafisini çekiyordu. Ben de hastanın bir fotoğrafını çektim. Resmin üstünde aşk-ı beka yazıyordu.
Bir Pazar günü Erenköy sahiline uğradım. Sabahın erken bir vaktiydi. İnsanlar koşuyor, bisiklete biniyor, spor yapıyordu. Alınlarda birikmiş her bir ter damlasının, kaslardaki yorgunlukların, soluk soluğa kalmaların bir aşk-ı beka resmi olduğunu anladım. Spor yapmak bahaneydi. Hareketlerinin her birinde aşk-ı bekanın terennümü vardı. Yine bir Pazar günü, Oylata gittim. Bir uçurumun kenarında durdum. Ayağımı birazcık aşağı doğru uzattım. Başım döndü, midem bulandı, yüreğim ağzıma geldi, kalbim çarptı. Hemen uçurumun kenarından uzaklaştım. Yaşadıklarımın adını siz korku koyabilirsiniz. Ama her korku aslında aşk-ı bekanın yansımasıydı.
Bir karayolunda arabalar akıp gidiyordu. Sürücüler, birbirine çarpmamak için, olabildiğince dikkat ediyordu. Anladım ki, başkasıyla çarpışmayan her bir araba aşk-ı beka yolunda yol almaktadır.
Birisi, arkadaşının kendisini unutttuğunu, artık kalbinde kendisine bir yer vermediğini düşünüyordu. Yaşadığı öfke, kırgınlık, hüzün, aslında yok olmaya, unutulup gitmeye karşı bir isyan sayılırdı. Deklanşöre basıp, bu halini kaydettim. Çıkan resmin üzerinde yine aşk-ı beka yazıyordu. Tüm unutulmama özlemleri beka aşkından geliyordu.
Ortalıkta şan-şöhret olma arzusu, silinmez bir ad bırakma isteği kol geziyordu. Televizyonlar, gazeteler, radyolar, söylenen şarkılar, yazılan şarkı sözleri, üretilen eserler, Hollywoodda ve başka yerlerde yapılan yüzbinlerce film.. hepsi birer aşk-ı beka resmi sayılırdı.
Sürekli bedenini dinleyen bir hasta vardı. Her küçük şikayeti için bende bir kanser mi var diye doktora koşuyordu. Hipokondriyak teşhisi almıştı. Doktorlar artık ondan bıkmıştı. Onu anlayamıyorlar, her küçük şikayeti abartmasını birşeye yoramıyorlardı. Bu kadar vesvese edecek ne var diye kızıyorlardı. Hasta bir gün gerçeği söyledi: Bedenimin bir gün yok olacağı düşüncesi beni çıldırtıyor. Onun başına en küçük bir olayın gelmesini istemiyorum. İtirafı bir aşk-ı bekanın resmiydi.
Her insan tüm evrende bir anlık parlamaktansa küçük bir köşede sonsuza dek sürüp gitmeyi istiyordu. Yollarda, sokaklarda yok olmayı, hiçliği, eriyip gitmeyi isteyen tek insan yoktu. Kimse küçük aşklara razı olmuyordu. Yüreklerde aşk-ı beka vardı. İnsanlar sevdikleri her şeyi süreklilik duygusu içinde seviyorlardı. Şiddetli bir aşktı bu. Olmazssa olmazdı. Bu aşk olmazsa yaşanmazdı. Bu aşk için herşey göze alınıyordu. Gezegendeki her insanın her çabası, her çalışması, her davranışı, her tutkusu, her aşkı, bir aşk-ı beka resmiydi.