Aşkımızın Coğrafyası

react

Admin
Süper Moderatör
Katılım
18 Haz 2005
Mesajlar
25,237
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
an insatiable prsn from hell
Şirin aşkına yüzyıllardır Amasya'da gürz sallamaktan vazgeçmeyen Ferhat... Yozgat'ta Kerem ile Aslı'yı fısıldayan çamlar... Tahir ile Zühre'nin sihirli elmada düğümlenen kaderleri... Ve şiirsel doruğuna Türkçeyle ulaşan büyük aşk; Leyla ile Mecnun... ATLAS, sevenlerin arasına girmenin günah sayıldığı Anadolu'da destanlaşan aşkların izini sürdü.

İki küçük çakıl taşını kestiriyorum gözüme. Eğilip alıyorum. Biri beyaz, biri siyah. Biri sağ, biri sol elimde. Yan yana iki çukuru bir mezar gibi çevrelemiş taşların arasına bırakıyorum usulca. Uçsuz bucaksız hasret gecelerinde, belleğinde sevgili bir yüzün anısı, bağrına bastığı taştan aldığı güçle geceyi omuzlayıp geçenlerin anısına... Sevgiyle.
Prensli prensesli masallar büyüsünü yitirdi çoktan. Tanımadığı sevgilinin suretini buğulu aynada görüp dipsiz kuyulara düşer mi bu çağda insanlar? Daha düne kadar, dokuma tezgâhının başında, kalbin en gizli kuytusundaki duygularını gizliyordu genç kızlar ince nakışların arasına? Ve yanık kalbini, mektubun kenarını ateşe vererek ifade eden kalmadı belki... Ama Gökhan'ın cep telefonu zaman mekân tanımayan iki kısa sinyalle uyarıyor onu: 'Mesaj var.'
Daha mesaj sinyalini duyduğu anda yumuşuyor yüzü. Sevgili mesaj, daha tek sözcük okunmadan, beklenen muştuyu bırakıyor kalbe. Ve Gökhan'ın yüzünde yüzeye vuran gönenç sözcüklere sığacak türden değil!

imperiaflex_0_2_0-6.jpg

Kim bilir şimdi, şu anda gökçatıyla yeryatağın arasında kaç göz birbirine değip kaç kalbi o çöl fırtınasının önüne düşürüyor?
Anadolu'nun milyonlarca çalısından bir garip çalının dibindeki iki çukur, iki mezar gibi çevrelenmiş irili ufaklı taşlarla. Amasya'da Ferhat Dağı'nın tepesi: Gökhan, ben ve kılavuzumuz Alpay. Günbatımının göğü kızıla çalmaya başladı. Aşağıda, dağlarla çevrili şehri Amasya bir avcun içi gibi. Ferhat'ın gürz sallamaktan nasırlı avcunun içi. Yeşil miydi Şirin'in gözleri, Amasya'yı kıvrıla büküle saran o yeşil su gibi?
Güneş batı burcunda kayboldu iyiden. Yeşilırmak karardı. Dağların heybetli silueti daha bir belirginleşti. Ve Amasya, geceyi geçebilmek için meşalelerini yakmaya başladı. Avcumda Ferhat'ın çalısından kopardığım tespih tanesi iriliğinde tohumlar. Kulağımda o ses: 'Güm, güm, güm...'
'Vazgeçme Ferhat' diye geçirdim içimden. Önden yürüyen Gökhan'la kılavuzumuz Alpay'a yetiştiğimde sordum: 'Benim duyduğumu siz de duyuyor musunuz?'
'Şu tepenin ardında tünel açıyorlar herhalde ağabey' dedi Alpay, 'dinamit atıyorlardır'...

Ateşten nehir

Gece, karanlık krallığını ilan etti iyiden. Amasya'nın en güzel konaklarından birinin mahzeninde Mimar Ali Kâmil Yalçın'la oturmuş, Amasya'dan, Ferhat'tan ve aşktan konuşuyoruz. Dışarıda Yeşilırmak, karanlığı yara yara akıyor biliyorum. Kıyısında dizi dizi eski yalılarıyla Yalıboyu (Hatuniye) Mahallesi yaşama yeniden dönmenin ışıltısıyla gülümsüyor. Evlerin arkasında yükselen Harşene Dağı'nın yamaçlarında İÖ 275 yılına (Hellenistik Devir) tarihlenen Pontos krallarının kaya mezarları, karşıdaki Ferhat Dağı'yla bakışıyor.
'Bu yakınlarda yol ya da tünel çalışması var mı' diye sordum Ali Kâmil Bey'e. 'Hayır, duymadım' dedi.

imperiaflex_0_4_0-3.jpg


Eski masadaki lamba dar bir alanı aydınlatıyor. Mahzenin taş döşemelerinin uzandığı izbe köşelerin birinden senfonik müzik yayılıyor. Eskizlerle dolu masada, en üstte Amasya Öğretmenevi'nin restorasyon projesinin çizimi. Betonarme binaya, ahşap çatkı arası kerpiç dolgu yöntemiyle dış cephe giydiriliyor. Cepheleri, eskiden olduğu gibi süsleyecek cumba ve çıkmalar da unutulmamış. 'Böylece beton kütlenin durağanlığını dıştan da olsa kırmış olacağız' diyor Ali Kâmil Bey. 'Maketini gördüğün ahşap saat kulesini de köprünün başına, Öğretmenevi'nin hemen yanına dikeceğiz yeniden.'
Yeridir deyip Nazım Hikmet'in Ferhad ile Şirin'inden okumaya başlıyorum: 'Yıkılsın... Tekrar yaparız... Esas yıkılmak değil, yapmak... (İskelenin üstünde çalışan Ferhad'ı gösterir.) Şu iskelenin üstündeki delikanlıyı görüyor musun? Şu saçakaltı nakışlarını yapanı? Aşağıda çalışanı değil, yukarıdakini. Oğlumdur. Adı Ferhad. Bugün tam dört gündür yemeden, içmeden... Uyumadan...' (...) 'O nakışlar gönlünün dilediği gibi bitmeden, gözle görünmez bir yerine de 'Ameli Ferhad Usta' diye yazıp tarihini de atmadan fırçayı elinden bırakmaz.'

imperiaflex_0_5_0-3.jpg

Ali Kâmil Bey, 'yıkılanı yeniden yapmak en az üç yılımızı alacak' diyor. 'Sen o zaman gör burayı.'
Anlattıkça gözleri parlıyor. Düne kadar tanımadığım biriyle aynı düşte, aynı düşüncede buluşuyoruz. Onun restore edip pansiyon olarak işlettiği eski Rıfkı Aksoy Evi'nin iki fani konuğu olmanın kederini paylaşıyoruz.
Rıfkı Bey refikasına sesleniyor bahçede, kuyuyla taş fırının arasındaki tahta masadan. Sesi çift taraflı taş merdiveni aşıp, birinci kat sofasına açılan karşılıklı iki odanın ahşap kapılarına çarpıyor. Tahta merdivenlerden ikinci kat sofasına çıkıyor. Küçük sofada çınlayıp sağdaki şahodanın çıtakâri tavanında yankılanarak, sedirleri düzelten Gülendam Hanım'a ulaşıyor. Gülendam Hanım telaş içinde süzülüyor şahodanın çift kanatlı oymalı kapısından. Tahta döşemeyi gıcırdata gıcırdata sofayı geçip karşı odaya dalıyor. Ahşap dolabın gizlediği banyodan Rıfkı Bey'in yakın gözlüklerini kaptığı gibi soluğu bahçede alıyor. Rıfkı Bey çay fincanını masaya koyup o günkü İkdam gazetesine uzanırken Gülendam Hanım gözlüğü usulca bırakıyor masaya...
'Biri varmış gibi bakıyorsun o karanlığa.'
Ali Kâmil Bey'in omzuma değen eliyle ürperiyor, 'tabii ki var' diyorum. 'Duymuyor musun Rıfkı Bey, 16 Mayıs 1921 tarihli Dergâh'tan Hâşim'in son şiirini okuyor Gülendam Hanım'a: "Ateş gibi bir nehr akıyordu/ Rûhumla o rûhun arasından,/ Bahsetti derinden ona hâlim/ Aşkın bu unulmaz yarasından.// Vurdukça bu nehrin ona aksi,/ Kaçtım o bakıştan, o dudaktan;/ Baktım ona sessizce uzaktan,/ Vurdukça bu aşkın ona aksi..''
'İşte ben tam da bunu yapmak istiyorum Rıfkı Bey' diye seslendi karanlığa Ali Kâmil Bey. 'Kuru bir restorasyon değil, istiyorum ki Yalıboyu Mahallesi barlarla, pansiyonlarla, sokak satıcılarıyla dolmuş, turistik bir mekândan öte, yaşayan, bugünü soluyan gerçek bir semt olsun. Gelen bu yaşamı da gezsin, içinden geçsin. Burada oturup nehrin karşısındaki beton yığınlarına bakacağına, oradan buraya baksın. Gelsin, buradaki konakların yaşayan yanına konuk olsun.'

Anadolu'da aşk

Aşkımızın coğrafyası, aşkın bir coğrafyadır Anadolu. On binlerce yılın tortusu kavimden kavime, kuşaktan kuşağa genetik bir miras gibi geçmiş, her yeni kültür bir öncekinden aldığına yeni nakışlar ekleyerek devretmiştir sonra gelene. Bu mirasın devamlılığı Ahmed Arif'te şöyle bulur ifadesini: 'Beşikler vermişim Nuh'a,/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,/ Anadoluyum ben,/ Tanıyor musun?'
Anadolu'da aşk, bütün Doğu'da olduğu gibi akıl ve mantık, ölçü ve kıyas bilmez. Koşulsuz bir adanıştır. İki gönül bir olunca samanlık seyrandır... Birbirine gölgesi düşmüş iki gönül başkasına yâr olmaz. Sevenlerin arasına girmek 'günah'tır. Bu günahı işleyen zalimler 'ah' alır. Ve 'mazlumun ahı yerde kalmaz'. Âşığın (mazlumun) ahı ilençlerin en korkulanıdır. Bu ah 'göğü tutar'; yıldızlar, ay ve güneşi tutuşturur. Parlaklıkları bundandır! Fuzuli, 'Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı/ Felekler (gökler) yandı âhımdan murâdım (isteğimin) şem'i (mumu) yanmaz mı' derken bu külte işaret eder. Âşıkların ahının bunca etkili olmasının altında yatan neden ise yine Fuzuli'de şöyle dile gelir: 'Aşk imiş her ne var âlemde/ İlm (bilim) bir kıyl ü kal (dedikodu) imiş ancak.'

imperiaflex_0_7_0-1.jpg


Tarih boyunca düşünceler toplumdan topluma, uygarlıktan uygarlığa değişebiliyor. Ama türküler kalıyor dilde, halkın belleğinde. Destanlar, masallar, hikâyeler ve şiirler... Söz halka mal olmasın bir kez, söyleyeni unutulur, hep bir anonimlikle anılır. Ve istisnasız, bir ezgiyle var olagelmiştir. Halk ozanı, halk âşığı bulduğu yerde saz eşliğinde, bulamazsa elindeki değneği yere vurarak ölçü ve ritim katar söze. Halkın sözünü ölümsüz kılan belki de bu. Tabii sözün, binyılların süzgecinde, tıpkı yerkürenin katmanlarından geçip tatlanan su gibi damıtılmasının payını da unutmamalı. Halkın ortak belleği sözün imbiğidir. Siyasi sınırlar coğrafyanın doğasını nasıl bölemezse, diller ve dinler de halklar arasındaki alışverişi engelleyemez. Halklar arasındaki kardeşliğin ifadesidir destanlar, masallar, hikâyeler ve türküler...

Ne türküler Anadolu'nun romanlarıdır. Her biri bir hikâyeden doğmuştur. Üniversite yıllarımda Yozgatlı bir arakadaşımdan dinlediğim türkünün hikâyesini kovalıyorum. Türküyü ilk söyleyenin ağzından dinleme umuduyla düşüyorum Yozgat yollarına. Yazık ki ucu ucuna kaçırdığımı öğreniyorum bu güzel fırsatı!
Geçen yıl 78 yaşında ölmüş Fikriye, Yozgat'ta Alaca köyünde. Geride yanık bir türkü ve acıklı bir hikâye bırakarak. Vuslattan önce ölen sevgilinin ardından evlenmiş Fikriye, yüreğinin yanık yanına karşın. Altı çocuk anası olmuş. Bunu öğrenince bir burukluk kaplıyor içimi, Ziya'dan yana bir hüzün. Ama ne zarar! Yirminci yüzyıl ne denli zedelese de kadim aşkları, kalıcı olan yine de türkülerdeki soluktur. Ziya'nın anısı yaşamıştır hep. Öyle ki Alaca'da yaşayan Fikriye'ye sorarlarmış 'şimdiki kocanı mı istersin yoksa eski nişanlın Ziya'yı mı' o da 'eski nişanlımı isterim' dermiş.
Bir rivayete göre Ziya kendi köyü Karacalar'dan nişanlısının köyü Kızıltepe'ye at sırtında gide gele, yüreğindeki kordan bedenindeki üşümeyi fark edemez, soğuk algınlığına tutulur da ölür. Bir diğerine göreyse at tutkunu Ziya, usta olduğu ciritte attan düşer. Ve Fikriye'nin gırtlağını yırtarak yayılan o çığlık: 'Çamlığın başında tüter bir tütün/ Acı görmiyenin yüreği bütün/ Ziya'nın atını bazara dutun/ Gelen geçen Ziyam ölmüş desinler// At üsdünde guşlar gibi dönen yar/ Gendi gedip emsalleri yanan yar.'
Çamlık ki Yozgat şehrinin yeşil kuşağı, efsaneler beşiği. Rivayet bu ya 'Âşık Kerem, Aslı'nın ardından o diyar senin, bu diyar benim gezerken Yozgat'a uğramış, Aslı'yı sormuş. Tanıyan bilen çıkmamış. O da kentin günümüzde Çamlık denilen yüksek bir yerine bir çam dikerek şunu dilemiş: "Bu çamdan nice çamlar filizlenir ve burası bir koruluk olur bizi söyler, bizi fısıldar.''
Anadolu'da hangi taşı kaldırsanız altında vuslatsız bir sevda, hangi ağacı geçseniz dalında kanlı bir çaput. Yozgat'ın kuzeybatı sırtlarına, Gelinkayalar'a doğru kırsak da dümeni, her biri eli böğründe kalmış bir âşığın çığlığı türküler bırakmıyor peşimizi: 'Mezarımı kazın bayıra düze/ Yönümü çevirin sıladan yüze/ Benden selam edin sevdiğim gıza/ Başına koysun karalar bağlasın/ Gurbet elde kaldım diye ağlasın' Bir diğeri: 'Dersini almış da ediyor ezber/ Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler/ Bu dert beni iflah etmez del'eyler/ Benim dert çekmeye dermanım mı var?' ya da 'Aşağıdan guş geliyo/ Sesi bana hoş geliyo/ Celal'i götüren motor/ Geri dönmüş boş geliyo' ya da...
Bir gün daha acılar ve anılarla kızaran bohçasını toplamış Yozgat'ın batı ufkunun yolunu tutmuştu Gelinkayalar'a vardığımızda. Rivayet o ki zamanın dehrinde 'Yozgat'ın köylerinden birinden, güzel bir kız şehirden birine gelin olur. Düğün dernek, gelin alayı şehre yollanır. Meğer kızı köyün ağa oğlu da severmiş ki adamlarıyla düğün alayının önünü kesip kızı kaçırmak için dövüşe tutuşur. Ağa oğlunun adamlarının çokluğu karşısında, düğün alayı yenilgiye uğrayacağı sırada, gelin bakar ki çok kan dökülüyor, ellerini açıp Allah'a yalvarır: 'Yarabbi' der, 'beni bu kendini bilmez ağa oğlunun eline düşürme, ya bana kanat ver uçur, ya da taş yap göçür'. Gelinin duası kabul olur, o anda gelin de, gelin alayı da taş olup kalır.'
İşte bu taşlaşmış gelin kervanını yurt tutmuş bugün İhsan ile Emine. Yaşlı yüzlerinde duru birer çift göl pırıl pırıl parlıyor. Yaşama sevinci dolu ama yılların yorgunluğuyla da gölgeli. Uzun uğraşlardan sonra, yalçın kayaların ve dört köpeğin koruduğu 'kale'lerinin alelade yığılmış taşlardan çitine çekinerek yaklaşıyoruz. Tam tokalaşırken dördü birden kükrüyor köpeklerin.
İhsan Sucu 1937 Yozgat doğumlu. Kadına yaşı sorulmaz a, Emine Sucu da yaşça bir o kadar gösteriyor. Emine beşi oğlan, biri kız altı çocuk anası. İhsan dört kız büyütüp uçurmuş yuvadan. Her ikisinin de çocukları ilk evliliklerinden.
- Sizin birbirinizden hiç çocuğunuz yok mu?
- Geç evlendik biz. Bu yaştan sonra...
- Ne kadar oldu evleneli Emine Teyze'yle?
- On beş sene var.
- Nasıl oldu, Yozgat'ta mı tanıştınız?
- Yok, Ankara'da Etlik'teydi evim. Belediyede çalışıyordum. Orada evlendik. Emekli olunca geldik buralara.
- Bu evi siz mi yaptınız?
- Babadan kalma kulübe vardı, bunu ben yaptım.
- Peki buraya Gelinkayalar diyorlar, hikâyesini biliyor musunuz?
- Yaa... Gelin, 'ciğerim yandı, develeri yıkın da biraz su içeyim' demiş. Bir koşam mı iki koşam mı içmeye kalmamış, düşman basmış.
Emine Teyze atlayıp ekliyor hemen:
- Gelin, 'ya kuş et, ya taş et bizi' demiş.
İdare lambasının ışığına sığınmış bir sevda masalı, iki ömrün bu sonbahar hikâyesi, kadim bir hikâyeye dayamış sırtını. Bütün dayanakları sekiz on inek, dört köpek... 'Peki korkmuyor musunuz bu dağ başında' diye soruyoruz ayrılırken. 'Gurt murt eskiden olurmuş' diyor İhsan Amca. İnsandan yana korkularının olmamasına şaşırıyoruz, iki şehirli olarak ister istemez.

Çölün dili: Leyla


İki şehirli olarak şaşırıyoruz. İnsanı yaşadığı çevre fazlasıyla etkiliyor. En basitinden şehir, insanın görüş mesafesini kısaltıyor. Şehrin insanının bakacağı en uzak mesafeyi bir düşünün... Duraktan kalkmak üzere olan otobüs mü, yoksa önde seyreden aracın fren lambaları mı? Otobüsü kaçırdım mı diye bakarız... Önde seyreden aracın fren lambalarında olmazsa gözümüz, arkadan çarparak sekizde sekiz hatalı duruma düşeriz... Basit bir gerçek, kırsalda yaşayan insanın 'ufku' daha geniş oluyor. Çünkü onun göğü daha geniş, beton yığınlarının hapsinde değil... O, hayatta kalabilmek için bir tepeden baktığında karşı tepede ne olup bittiğini görmek durumunda. Kolaylaştırıcı bir yanı var şehrin... Ve ucuzlatıcı... Günlük hayat ve sosyal çevre duyguları da etkiliyor. Yaşıyor muyum yoksa hızla bir yaşamın içinden mi geçiyorum diye düşündüğüm çok olmuştur. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam romanının kahramanı 'C.' dünyasını değiştirecek sevgiliyle aynı şehirde olduğunu bilir, hisseder de bir türlü karşılaşamaz. Aynı otobüse biri binerken biri iner. Aynı sokaktan saniye farkıyla geçerler.
Şehrin şairleri, şehrin meyhanelerinde 'aşk' şiirleri yazarlar! Düşsel aşkların şiirlerini... Çünkü şehrin aşka ayıracak zamanı ve mekânı da kısıtlıdır. Her köşe başında bir 'aklını başına topla' tabelası vardır. Duygu kâğıtlarının şehir borsasındaki durumu hiç de iç açıcı değildir. Şehrin şairleri bir zaman daha şiir yazacaklar biliyorum, 'olmayacak aşk'ın şiirini... Tıpkı bin dört yüz yıl önce yaşamış Arap şairi Kays bin Mülevvah gibi. Ama tek farkla, Kays'ın aşkına sadakati daha inandırıcıdır. Onun çöl düşlemini sınırlayan çok az şey vardır.
Anadolu insanı Leyla ile Mecnun hikâyesini öylesine benimsemiştir ki Karagöz oyunlarından türkülere, sinema filmlerine kadar konu olmuştur bu hikâye. Hikâyeyi en lirik ve etkili şiirleştirenler de yine Türkler oldu desek abartmış olmayız. Fuzuli (16. yüzyıl) tartışılmaz bir doruktur. Fuzuli'nin hikâyede sadık kaldığı olay örgüsünü aldığı Genceli Nizami (12. yüzyıl) de eserini Farsça yazmasına karşın Türk asıllıdır. Urduca örnekleriyle Hint Yarımadası'nda da yaygınlık kazanan hikâyeyi Türkçede ilk yazan ise Ali Şir Nevai oldu (15. yüzyıl).
Bugün de Türkçede tazeliğinden bir şey yitirmeyen Leyla ile Mecnun hikâyesi şiirsel imge değerini koruyor. Çağımızda hikâyeyi İkinci Yeni akımının öncülerinden Sezai Karakoç yeni bir duyarlılıkla şiirleştirdi.
Leyla adı Doğu insanının, aklın sınırlarını zorlayan, yer yer mistik ve metafizik sevdasının sembolü oldu: Koşulsuz adanacağı, varlığında eriyeceği, güneşinin doğduğu ufuk... Aşkının imgesi... Sevgili!
Âşık Veysel ne güzel özetliyor: 'Mecnun'um Leyla'mı gördüm/ Bir kerecik baktı geçti/ Ne sordum ne de söyledi/ Kaşlarını yıktı geçti// Soramadım bir çift sözü/ Ay mıydı gün müydü yüzü/ Sandım ki Zöhre yıldızı/ Şavkı beni yaktı geçti.'
zun bir gecedir çöl. Kızgın güneşin altında, bitmez tükenmez, beyaz bir gece, bir körlük, göz açık rüyadalıktır. Güpegündüz düş gördürür de o düşün peşine düşürür insanı. 'Leyl'dir gece . 'Leylî' geceye ait, gece renkli anlamına gelir Arapçada; 'gecesel'. Yani Leyla... Yani çöl... Çölün, yani Leyla'nın gecesiyle gündüzü arasında tek fark vardır; gündüz yüzüdür, parıltısıyla uyanık düş gödürür. Gece simsiyah saçıdır ki ağına düşenin kurtulması ne mümkün...
Her biri kalpte onmaz yaralar açan oklardır kirpikleri Leyla'nın. Ve bu zehirli okların koruduğu kale, ruhun kapısı, Leyla gizeminin pencereleri, gözleri Leyla'nın... Gözleri Leyla'nın, gözleri Leyla'nın, gözleri...
'Gözünün içinde keder yok,/ gönlünün içinde kaygı yok.' Türkçenin eski metinlerinden (8. yüzyıl) bir fal kitabında geçer bu söz. A. von Gabain'in 1936'da Türkische Turfan-Texte adıyla dünyaya tanıttığı metinde bu sözler 'huzura kavuşma' ile ilgili falın yorumudur.
Yedinci yüzyılda, Arabistan çöllerinde kara, kavruk bir çocuk, Kays, birlikte büyüdüğü Leyla'ya bildiğinin ötesinde, o güne kadar tanımadığı bir 'ilgi'yi sezdi kendinde. Gönlüne ateş düşüren ilgiyi. Gönlüne 'kaygı' ve gözlerine o büyük 'keder'i düşüren ilgiyi... İslamiyetle yaşıt bir sevda masalı yaydı buğusunu çağlar boyu, Doğu dillerinin coğrafyasına.
İlk adımı atan kimdi? Kimdi önce yıkan bedenini kalesini? Kimdi ayın balkıdığı yerden aklın ipini atıp boşluğa, kovalayan düşlerde uç vereni? Kimdi ilk anlayan yaşamın içe doğru hep bir boşluğu oymak olduğunu? Boşluğun ancak eşdeğer bir başka boşlukla dolduğunu...
Aşk odu önce mâşuka (sevilene) düşer, ondan âşıka şavkı vurur der eskiler. Kimileri daha çocuk yaşta başladığına inanır Leyla ile Kays arasındaki ilginin, kimileri daha sonra... Sezai Karakoç şu şerhi düşer: 'Ama aşk ezeli bir tanışıklıktır/ Doğmadan önce başlamışlıktır.'
Leyla ve Kays. İki eş im. Yan yana iki boşluk. İki beden. Leyla bir Kays dokuyor benliğinde geceler günler boyu. Kays bir ona tutunuyor kendinde kendinden umudu kesilince.
Akıl almaz bir tutku boy verdi aralarında ansızın. Ve 'Akıl ile idare edilen sevgide hayır yoktur' demiş olsa da İslam'ın ünlü bilgeleri, Leyla'nın ailesi ona 'iyi' bir gelecek, 'iyi' bir evlilik düşünmekteydi. Aşk dedikoduları onun güzel adını ve namuslarını lekelemekteydi. Annesi sordu Leyla'ya: 'Derler seni aşka mübtelasın (tutulmuşsun),/ Bîgâneler ile âşinâsın (yabancılarla dostsun)'. Leyla ilk kez duymuş gibi yaptı aşkın adını. Kalbinde çoğalanı inkâr edip canı ve cananı yakacağını düşünmeden ilk yalanı söyleyiverdi: 'Billâh nedir anne aşka mefhûm (aşk ne demektir)?/ Bu sırr-ı nihânı eyle ma'lûm (bu gizli sırrı bana bildir).'
Dedikodulara son vermek için onu okuldan -ve Kays'tan- aldılar.
Ömrün akışını Leyla'ya tahvil etmişti Kays... Bütün varlığına Leyla'yı başlangıç etmişti Kays... Yıkıldı dünyası. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı... Leyla'dan ne bir iz, ne haber... Bir gün, bir tek mutlu gün, bir rastlantının terkisinde çıkageldi. Kays, Leyla'yla hemhal oldu kır gezisinde. Bir kelebeği okşamak mümkünse okşadı onu. Bir su damlasını öpmek mümkünse öptü. Ve uzadı gitti bu öpüş dağlar tepeler kara yazılar boyu. Kaç karanlık geceye yıldız, kaç kederli haneye ay doğdu kim bilir ve bilenlerden miydi bilmeyenlerden mi o öpüldüğünü ve öptüğünü ve bilmeyi? İki âşık baygın düştü kavuşmanın sevincinden. Leyla'yı bu halde bulan arkadaşları, gül suları serpip o gül yüze ayılttılar, ayırdılar toprağından ve ikliminden. Uyandığında yanında yoktu Leyla... Ve Kays, adından başlayarak soyunmaya sıyrıldı her şeyinden... Ve varlıktan soyunuk, yalınayak ve dilinde tek bir sözcük; 'Leyla', vurdu kendini çöle. Bu nasıl bir oyundu. Düş müydü gerçek mi Leyla? Çöl müydü cennet mi? Var mıydı yok mu? İçindeki boşluk doldurulacak gibi değildi ve Leyla yükü taşınacak türden...
Bütün bildiklerinden tek bir şey kalmıştı, her şeyin özeti ve özütü Leylâ. Bu boğuntuyu çöl taşırdı ancak ve zor olmadı bildiği her şeyi unutan Kays için ki Mecnun diyorlardı artık ona ; çölün, çöl rüzgârının, çöl bitkilerinin ve çöl hayvanlarının dilini öğrenmek.

erdini duygunun keskin kılıcına, şiire döktü Kays. Şiirleri ulaştı ta Leyla'nın kabilesine. Leyla'nın babası Mehdi bin Sad El-Amiri'nin kulağına. Çileden çıktı baba... İvedileşti kafasındaki çözüm, bir an önce baş göz etme fikri Leyla'yı... İbni Selam ilk gördüğü andan beri istemekteydi onu... Evlendirildi Leylâ!
Çöl aldı bu uğursuz haberi yoğurdu girdabında, bütün çöl bitkilerini ve hayvanları bir keder sardı, çöl rüzgârı ne kadar uğraştıysa da engel olamadı, kara haber buldu yolunu ve Mecnun'un kulağına ulaştı. Evlendi Leyla... Leyla evlendi...
Yoktu Kays, derdini dökmüştü de çöle, unutmuş muydu Leyla'yı? Ölümcül acılar içindeydi Leyla. Bir çözüm düşündü: 'Beni çocukluğumdan beri seven bir cin var. Yanaşırsan hâşâ seni de öldürür beni de.' Ve zavallı koca bu masum yalana inandı! Belayı savuşturdu ama çare mi asıl derde? Bilir ki onmaz tinindeki uçurum, Kays'ın onarıcı ıtırı baharı olmazsa. Onmaz tenindeki kanlı kıymık, o sevgili soluğun yalazası dağlamazsa.
Döndü döndü çıkamadı bu zor bilmeceden Leyla. Akıl ah bazen nasıl da bela olmaktaydı başa!
Sezai Karakoç'un dediği gibi; 'Oysa Mecnun almış bütün deliliği gitmiş'ti.
Çaresiz fısıldadı ölü yatağından soğuk yatağında zifiri geceye:
y tindeki uçurum. Ey aslı yanmış suret. Ey tendeki kanlı kıymık. Ya teni de götür ya rüzgâra savur bu külü bu dikeni.
Mecnun öğrenince uğursuz evliliği 'intizar' etmişti. Duası kabul olundu ve çok geçmeden İbni Selam öldü. Artık özgürdü Leyla ve koştu çöle, çöldeki emaneti almaya. Ne çare ki çöl kendine katmıştı Kays'ı. Ne çare ki adından başlayarak bütün yüklerini atmıştı Kays. 'Bir şey değişmez gelse de gelmese de Leyla/ Farketmez gitse de gitmese de Mecnun ona' (S. Karakoç)
Leyla'nın bulduğu kendinde olmayan biçare bir deli! Nereden tanısın Leyla'yı? Kimdi Kays? O Leyla'yı çoktan katmıştı meçhulüne. Leyla'dan ve Kays'tan çoktan geçmişti. Gerçekle düş, çölle vaha arasındaki ayrım yitirmişti hükmünü. Çatlak dudakları hafifçe aralandı Mecnun'un, sayıklar gibi: Aşkın dinimdir ve kıblem gözlerin... Leyla... Al götür kendini. Terk et beni zehrimle göneneceğim gurbetin cinnetine...
Yüzünden renk, soluğundan buğu, gözünden fer çekilmekteydi... Vuslat için çöle koşmuş, bir hazan bahçesi gibi dönmüştü Leyla. Günlerce solgun bir gülü gezdirdi kabilesinin çadırları arasında... Kays'ın hali gözünün önünden gitmiyordu. Hazana teslim bu bahçede bahar düşünün vakti geçmiş, yeni bir oluş için yokluk şerbetini içme zamanı gelmişti. Ölümü istedi Leyla! Ellerini açtı, tekrarladı duasını: Ya teni de götür ya rüzgâra savur bu külü bu dikeni.
Ve bir yanlışı düzeltme vaktiydi. Annesine gitti Leyla, Kays'ı sevdiğini söyledi ve vasiyetini: 'Düş ayağına, rızasın iste,/ Ben mücrim (suçlu) için duasın iste.// Arz eyle ki: ‘Ey vefalı dildâr (sevgili)!/ Can verdi yolunda Leyli-i zâr (inleyen Leyla).''
Ali Kâmil Bey müziği değiştirmek için gittiği karanlık köşeden seslendi: 'Ve Mecnun, Leyla'nın ölüm haberini alınca unuttu mecnunluğunu, mezara koştu!' 'Evet' dedim 'delilik nerede başlar, nerede bilgelikle kardeştir bugün de tartışılır ya'. Mahzenin loş karanlığına Münir Nurettin'in sesi yayılmaya başladı: 'Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın/ Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın/ Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı/ Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın.'
Orada, o mahzende tuttuğum notlara şunu ekledim: Binyıllardır değişen yalnızca yüzler ve isimler... En güçlü duygumuzun, aşkın koru, kızıl renginden ve yakıcılığından hiçbir şey yitirmeden koruyor varlığını. Asırlar önce yapılmış kantaşından bir kolyenin genç bir boyunu süslemesi gibi..


ATLAS / İbrahim Baştuğ
 
react0r' Alıntı:
Şirin aşkına yüzyıllardır Amasya'da gürz sallamaktan vazgeçmeyen Ferhat... Yozgat'ta Kerem ile Aslı'yı fısıldayan çamlar... Tahir ile Zühre'nin sihirli elmada düğümlenen kaderleri... Ve şiirsel doruğuna Türkçeyle ulaşan büyük aşk; Leyla ile Mecnun...

çanakkalede seçkin serpili unutmusun daii:)
 
Hey gidi memleketim dünyada hangi vatanda bir örneği daha var sanırım yok kıymetini çok iyi bilmemeiz gerek
 
Hepsini Okuyamadim Ama Gercekten Essiz Benzersiz Bi Ulkeye Sahibiz
Zaten Zamaninda Yapilan Savaslarda Onemini Anltiyor
Duyarliligna Saol Reac
 
Geri
Üst