
Yine yeşillendi fener alayı...
‘Öteki’ meselesinden yola çıkan ve Superman ekolünden beslenen çizgi roman uyarlaması “Yeşil Fener”, kendine özgü evreni, aksiyon dozajı ve muhalif alt metinleriyle dikkat çekiyor. Bütün o demode omurgasına karşın Amerikalı bir pilotun tıkanmış varoluşunu; irade, cesaret, enerji gibi kavramlar ışığında ‘dışarıdan gelen tehdit’ odaklı masaya yatırmış. Bu durum da filmin ancak Irak’ta üretilen petrolün şarj edebildiği süper kahramanı yoluyla politik okumalara açılmasını sağlıyor. “Yeşil Fener”, miyadı neredeyse dolan çizgi roman uyarlamalarının bu durumuna set çeker mi bunu tahmin etmek zor. Ancak kendi dünyasında hafif alaycı hali ve çevreci yaklaşımıyla seyirciyi içine almayı beceriyor orası kesin.
Filmin fragmanı için tıklayınız...
Her şey bildiğiniz gibi işte. Bir güç bulutuna çarpan sıradan bir insan, ‘süper’liklerle donatılır. Bunun sonucunda varoluşunu, kimliğini ve hayatını sorgulama olanağı bulur. Süper kahramanlık ile insanlık arasında gidip geldiği bir sürece girer. Karşısına aynı sorundan mustarip bir suçlu çıktığında da esas ‘fantastik’ ve ‘aksiyon’ dediğimiz şey o noktada start alacaktır.
Neden ve sonuç aramadan ‘gösteri’ye kapılma zamanı
Aslında “Yeşil Fener” (“Green Lantern”, 2011), bu özetini geçtiğimiz ve şimdilerde eskimiş ‘çizgi roman uyarlaması’ düsturunun gerçek ve safkan bir temsili. Bu sebeple de içine girip, neden ve sonuç aramadan ‘gösteri’ye kendinizi kaptırmanız yeterli. Doğrusunu söylemek gerekirse bu noktada bir yan etkenin çelmesiyle de karşılaşmıyorsunuz.
Superman ve Batman ile beraber 2. Dünya Savaşı döneminde piyasaya çıkan DC Comics serilerinden olan ‘Yeşil Fener’ burada tabiri caizse günümüz politik atmosferine uydurulmuş. Yanlış anlaşılmasın bunu söylerken “Superman”in (1978) seviyesinde kitsch (bayağılık estetiği) efektli bir üründen bahsetmiyoruz. Onun konseptinin profesyonelleştirmiş, elekten geçirilmiş versiyonundan söz ediyoruz.
Gerçek ve koşulsuz insanlar Ortadoğu’da olmasın?
Elbette süreç geçtikçe Nükleer Savaş, Soğuk Savaş, Vietnam Savaşı ve Irak Savaşı gibi olaylarla birlikte ‘çizim’ değiştirdiğini de biliyoruz çizgi romanın. 2011 tarihli sinema uyarlamasında ise irade, dini aydınlama, enerji, cesaret gibi ‘güç dönüştürücü’ ya da ‘varoluşçu’ kavramlar ışığında bir metinle servis edilmiş. ‘Fener’ aşılayan gezegenin ‘öteki üretici’ konumuna oturup hafif ‘kıyamet sonrası’ duruşuyla Irak Savaşı cephelerini andırdığı sanat yönetimi de oradan saldırıyor gibi daha çok.
Zira milliyetçi ve umursamaz bir Amerikan pilotunun, yüzleri genelde ‘hayvan’ şeklinde olan bu doğa dostu ırkın sayesinde gerçek iradeyi, cesur olmayı ve daha nicesini öğrenmesine uzanıyor “Yeşil Fener”. Bu noktada sistemsel yozlaşmaya ya da köleliğe tabi kalmış bir bireyin ‘yeşil fener’e dönüşme sürecindeki ‘çevreci’ hallerini masaya yatırmayı becermiş.
Uzay operası açılımından ziyade, muhalif politik metinlerle ilgilenmiş
Filmin de insanların hareket kabiliyetini kaybedip karar veremediği bir dünya düzenini işaret ederek muhalif duran bir metni var. 1940’dan günümüze aynı şekilde uyarlanması da sevindirici. Bilim adamı tipli Hector Hammond’ın ‘kötü’leşme sürecinde de, aslında benzer durumun ‘telekinetik’ kavramı üzerinden devreye ‘bellek’ yoluyla sokulduğu görülebiliyor. Hal’in ‘yeşil bir şeyler yaratma’ iradesine sahip olmasıysa, daha tabanı doldu öğelerle sarılmış.
Martin Campbell’ın burada devreye girip işi eğlenceye bırakması ve ‘uzay operası’ kısımlarına “Thor” (2011) gibi yüklenmemesi ise filmin en büyük kozu. Zira bu sayede gezegendeki fenerlik, ötekilik ve uzaylılık müessesesi mitolojik, ‘Yıldız Savaşları’vari ama bir o kadar da detaycı bir hal almış. Kostüm tasarımı ve makyajlar efektlerindeki özen, varlıkları seslendirme konusundaki sorumlu oyunculara da yansımış.
Bu bağlamda da filmin uzay ile dünya arasında gidip gelirken yükselttiği tempo ile 2.35:1 oranında ‘izlenir’ bir seyirlik vaat ettiği kesin. Özellikle Ryan Reynolds’ın hafif ‘sakar’ halinin burada ‘masalsı’ bir estetik sebebiyle işlemesi önemli. Blake Lively’nin ise ‘farklı karakter’ algısında amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Geleceğin en önemli yıldız adayı konumu da bu sayede ‘sahne kimliği’ne yeni bir yüz ekleyecektir.
Nükleer enerjiyi artık petrol temsil ediyor
Tüm bunlara istinaden ‘yüzük’ ve ‘saf enerji’ noktasında temsil edilen ‘nükleer savaş’ ve ‘petrol’ kavramları Irak Savaşı’nın ABD’ye getirdiklerini ‘bunlar duygusuzdu zaten’ noktasında devreye sokmuş. Kendini ‘enerji’ ile şarj ederek ‘yeşilleştiren’ (insanlaştıran) Hal’in, benzin doldururmuş izlenimi vermesi tesadüf değil.
Uzun lafın kısası yeni “Yeşil Fener”, gerçek anlamda dönemine uygun bir politik metinler silsilesi kazanmış. Böylece Amerikan siyasi tarihinin geçmişinde güç kaynağı olarak iz bırakan ‘nükleer enerji’nin, son 20 yılda ‘petrol’e çevrilmesi de bir sinemasal temsil bulmuş kendisine.
Eski model ama bunun bilincinde
Bu muhalif taban sebebiyle de muhtemelen halihazırdaki hafif kitsch uzay evreni portresi çok göze batmamış. Hatta filmin oyun hamuru kıvamında bir sinema temsili sunabilmesine yaramış bir yandan. Uzay kısımlarının ‘bilgisayar oyunu’na yakın dursa da ‘fenerlerin evreni’ni sunmasıyla yaratıcılık içerdiği kesin.
Belli ki bu noktada Zorro serisinde dışında ‘memuriyet’i hariç etki bırakamayan Martin Campbell’ın işlevi büyük. Zira “Thor”un uzaydaki ‘Kenneth Branagh’ duygusuyla ilk 75 dakikadaki ‘uzaysı bayağılık’ portresi burada betraraf edilmiş. “Yeşil Fener” de bu noktadan beslenerek ‘eski model çizgi roman uyarlaması’ geleneğini tabanı sağlam ve eğlenceli-tempolu bir blockbuster açılımına kavuşturmuş. Elbette ‘görkem’ ve ‘değişim’ adına günümüzün bakış açısıyla çok şey beklemeden izlenebilir. Sadece belki ‘sarı fenerler’ beklenebilir!
FİLMİN NOTU: 5.7
Künye:
Yeşil Fener (Green Lantern)
Yönetmen: Martin Campbell
Oyuncular: Ryan Reynolds, Blake Lively, Peter Saarsgard, Mark Strong, Tim Robbins, Angela Bassett
Süre: 114 dk.
Yapım Yılı: 2011

ALTI CHAPLIN, BİR CARREY
Ailesinden kopup kendini iş hayatının kollarına bırakan klişe ‘baba’ prototipinin ‘gerçek sevgi’yi bulma ve çocuklarına tutunma hikayesini sunan aile filmlerinin bir yenisi. Bu sefer baba rolünde Jim Carrey var. Bağlanma ya da sevgi duygusunu ise konuşmayan altı penguen harekete geçiriyor. Elbette çocuklar için ‘doğru dersler’ bulunduran bir yapıt “Babamın Penguenleri”. Ancak mizahi yönlerinin üzerine gitmediği anlarda kabak tadı veriyor işin doğrusu. Sinefiller için ise, ‘Altı Chaplin, bir Carrey eder mi?’ sorusunu tartışmaya açması gibi ilginç bir tarafı var.
Filmin fragmanı için tıklayınız...
‘Penguen karakterler’ ve ‘iş hayatına kendini kaptırmış bir baba’ söz öbeklerini duyduğumuzda hemen aklımıza gelecekler, ya da zihnimizde belirenler çok açık. Birincisi “Neşeli Ayaklar” (“Happy Feet”, 2006) adlı “İmparatorun Yolculuğu”ndan (“Le Marche de l’Empereur”, 2005) yola çıkarak hit olmuş bilgisayar animasyonu, ikincisi ise ‘hayvan-insan’ ilişkisine odaklanan 90’ların meşhur aile filmleri.
Pengueni konuşturursan animasyonda konuşturacaksın
Ancak bu formüllerin sonuncusunu koltuğunun altına alan “Babamın Penguenleri”nin (“Mr. Popper’s Penguins”, 2011) iki tane kafa karıştırıcı tarafı var. Bunlardan ilki penguenlerin sadece animasyonda konuşturulunca günümüze uygunluk salgılamaları, ikincisi ise bu formülün artık eskidiği ve kurmacada devrin ‘konuşan hayvanlar’ devri olduğu önermesi. “Babamın Penguenleri” de sözünü ettiklerimizin tamamının farkında bir aile komedisi, çocuk filmi ya da kaba (slapstick) komedi olarak anılabilir.
Altı pengueni iş hayatından sıkılan adamın yanına ‘çocuk niyeti’ne yerleştirerek yola çıkmış. Buna istinaden ‘Alvin ve Sincaplar’ (‘Alvin and the Chipmunks’) serisi ve “Hop” (“I Hop”, 2011) gibi live-action filmlerin teknik yetilerini mumla aratıyor. Ancak bir diğer yandan da ‘fantastik’ dozlu komedilerin yetenekli yönetmeni Mark Waters’ın alana hakimiyetinden bolca ‘avantaj’ depolamış.
Penguenlerin ‘Chaplin’ niyetine kullanılması filmin çekiciliğini arttırıyor
Zira Jim Carrey, böylesi filmlerin ‘kapitalizme batmış, sevgiyi unutmuş çocuk babası’ prototipi için fazla yaşlı ya da kariyerli. Buna karşın bu altı penguen ile Carrey’nin mücadelesi ilk bölüm ve son bölüm dışında çok da sarkmıyor. En baştan “Altına Hücum” (“The Gold Rush”, 1928), “Modern Zamanlar” (“Modern Times”, 1936), “Yumurcak” (“The Kid”, 1921) gibi Chaplin göndermeleriyle yola çıkan Waters’ın, penguenlerden bir ‘sessiz sinema’ya uygun ‘kaba komedi’ algısı çıkarmak istediği çok açık.
Bu durum da animasyon-kurmaca karışımı formatın daha önce bahsettiğimiz dezavantajlarını avantaja çeviriyor. Bu noktada tek rahatsız edici taraf penguenlerin çocuk yerine konarak sadece çocukların ve ailesiyle ilişkisini gözden geçirmesi gereken gençlerin izlemesi gereken bir mesajsal bütünlüğe ulaşması filmin.
Açılışı ve kapanışı kenara bırakınca aslında formül tutuyor
Bunu da aslında “Yalancı Yalancı” (“Liar Liar, 1997) ve “Aman Tanrım”a (“Bruce Almighty”, 2003) göndermelerde bulunup ‘fantastik’liğini koruyan Carrey’nin Bay Popper karakteri ile aştığı düşünülebilir. Açılıştaki ‘her şey aynı yere bağlanacak klişesi’ üzerine giden baba-çocuk ilişkisini ve finaldeki didaktik sevgi ya da kendini iyi hisset patlaması yapan halleri bir kenara bırakınca eğlenmeniz de mümkün.
Belli ki Carrey, kariyerinin en çabuk unutulacak rolüyle bizleri selamlıyor. Ancak ‘hayvanlar’ın konuşmaması odaklı ilerleyen hikaye yapısı, filmin hanesine artı puan olarak yazılmış. Carrey için de aslında ‘parayı kapmış’ diyebiliriz. Kaba komedi göndermeleriyle dolu “Babamın Penguenleri”, baba-çocuk ilişkisine odaklanan aile filmlerinin arasında adı anılacak bir eser.
Jim Carrey’nin yetisi ve Chaplin’leşen penguenlerin varlığıyla kimi ‘mantık boşlukları’nı da unutturuyor. Bunda Waters’ın mesajları umursamayan yönetmenlik bakışının rolü büyük. Zira onun zanaatini hakkıyla yerine getirmesi tutucu aile mesajlarını oluruna bırakmasına alan açmış. Yani bir önceki filmi “Hayalet Sevgililerim”e (“Ghosts of Girlfriends Past”, 2009) muhafazakar yansıyan Tanrıcı algı, burada öyle olmamış neyse ki.
FİLMİN NOTU: 4.8
Künye:
Babamın Penguenleri (Mr. Popper’s Penguins)
Yönetmen: Mark Waters
Oyuncular: Jim Carrey, Carla Gugino, Angela Lansbury, Clark Gregg, Philip Baker Hall
Süre: 94 dk.
Yapım Yılı: 2011

İNSANLARA HÜCUUUM!!!...
Uzaylı istilası filminin ‘mağdur’ ana karakterlerini siyahi çocuk çetesinden seçen, onların lehçesinden bolca beslenen ve sözsel göndermelerle yürüyen bir parodi. İngiliz mizahı dediğimiz o kültürel oluşumdan beslenen “Uzaylıların Şafağı”, Edgar Wright’ın 2000’lerde bıraktığı etkiden güç depolarken hedeflerini çok yüksek koyamamış. Her şeye rağmen “Super 8”in muhafazakar, duygusal ve demode ideolojisinden irkilenlere ilaç gibi gelecek bir film bu.
Filmin fragmanı için tıklayınız...
Edgar Wright’ın “Zombilerin Şafağı” (“Shaun of the Dead”, 2004) ile ‘İngiliz sineması’ külliyatına soktuğu şey, diyalog komedisi, absürt yan öğeler, postmodernizm, taşlama ve hızlı kurgu ile yürüyen yenilikçi bir film modelidir. Yani Monthy Python üzerine bir tutam bilgisayar oyunu-internet jenerasyonu kültürü serpiştirirken, her türlü ana akım metodu yerle bir etmiştir kendisi. Onun devamında aksiyona ve çizgi roman uyarlamasına da aynı uygulamayı yapan yönetmenin, geliştirdiği modeliyle fazlaca etki bıraktığı çok açık.
Diyalog becerisini ve bozucu ruhunu yönetmenlik stiliyle destekleyememiş
“Uzaylıların Şafağı” (“Attack the Block”, 2011) da “Bunny ile Boğa” (“Bunny and the Bull”, 2009) ve “Zombieland”den (2009) sonra bu konudaki en belirgin örneklerden. Ancak ilginçtir o bozucu doku ve diyalog becerisi mevcudiyetini korurken, burada ‘yönetmenlik ayarı’ndan feyz alan görsel yapıyı göremiyoruz. Joe Cornish’in de bu konuda kendini eğitmesi ve Wright’ın bir sonraki filminde senaristlik yaptıktan sonra yeni bir başlangıca imza atması en büyük dileğimiz.
Zira burada yönetmen, uzaylı yaratık istilası filminin hakim geleneklerini yıkmak için yola çıkmış. Fikir tabiri caizse ‘olağanüstü’. Kendisi o ‘safkan çocuk’, ‘aile sevgisi’ gibi konulara eğilerek ‘korumacı’ hale gelen bu türün ana karakterlerini “The Warriors” (1979), “Kirli Yüzlü Melekler” (“Angels with Dirty Faces”, 1938) gibi eserlerde gördüğümüz ‘sokak çetesi’nin bireyleri olarak konumlandırmış. Bu da filmin farklı bir lehçe ve alt kültürden seslenip bir süre vampir filmine “Karanlık Bastığında”nın (“Near Dark”, 1987) yaptığını uzaylı istilası filmine uygulayacağını düşünmemizi sağlıyor.
‘Kült kitle’ hedefli, Critters-King Kong kırması yaratık tasarımları
Bu kaynaktan ‘ırkçılık’ı tersine çeviren bir geri dönüş alırken, adeta bu siyahi grubu milliyetçi ataerkil Amerikan ailesinin ya da ülkenin askerlerinin yerine yerleştiriyor. Bir bakıma “Yasak Bölge 9”deki (“District 9”, 2009) gibi ‘iyi’nin yerine kötü konuluyor ve seyircinin perde ile ilişkisi allak bullak oluyor. Fakat yönetmen bu durumu daha derinleştirip Edgar Wright filmlerinin ‘pastiş’ ve ‘kurgusal deformasyon’ algısına meyletmektense, ‘parodisel’ bir anlayışa geçiş yapmış.
Bu da Critters-King Kong arasında gidip gelen kırma uzaylı yaratıklar ile insanların ‘kült’ mücadelesinin devreye girmesiyle sonuçlanmış. Filmin ortadaki 40 dakikalık bölümünde ‘sinema filmi’nden bihaber bir diyalog gösterisine hapsolması ise bu fikri aşağılara çekmeye yaramış ne yazık ki. Belli ki Cornish, sinemanın burada kurulan ‘plastik’ ve ‘pastel renkli’ dünya odaklı haliyle derinleşme veya oynama yapılmadan yürüyen bir sanat olduğunu düşünüyor.
Keşke her şey ilk 20 dakikadaki gibi olsaymış
Ancak bundan sonra sözsel göndermelerini görsel olanlarla de sarıp senaryosunu daha geri plana iterse yapısını yerine oturtabilir. Bu haliyle ise “Uzaylıların Şafağı”, muhalif ve anti-kahramanlı bir uzaylı yaratık istilası filmi parodisi olmakla kalıyor. “Basket Case” (1982) gibi iz bırakmış muadillerinin de altında bir yerden sesleniyor.
Zira kısa film öyküsünü uzuna yaymış gibi bir izlenim bırakıyor üzerinizde tüm o alt kültür lehçesi oturtan senaryo gücüne karşın. Bu da ‘apatmana saldırı’yı yani ‘attack the block’u öne çıkarmaya yarayınca, ‘kapalı mekan’ konusundaki zaaflarını ve takıntısını pozitife çeviremeyen bir yönetmenlikle yüzleşiyoruz.
Cornish, tek mekan çalışması noktasında henüz çok becerikli değil işin doğrusu. Bu da “Uzaylıların Şafağı”nın ‘uzaylı yaratık istilası filmi parodisi’ dokusunun omurgasını kurma konusunda belki sadece yüzde 50’lik oranda bir başarı yakalamasını sağlıyor. İlk 20 dakikalık ‘kalıcı’ giriş de bu durumun büyük bölümünü oluşturmuş.
FİLMİN NOTU: 4.9
Künye:
Uzaylıların Şafağı (Attack the Block)
Yönetmen: Joe Cornish
Oyuncular: John Boyega, Terry Notary, Jodie Whitaker, Nick Frost, Alex Esmail, Luke Treadaway
Süre: 88 dk.
Yapım Yılı: 2011

‘TANRIKENT’E ÖVGÜ
1960’larda “Siyah Gelinlikli Kadın”da veya “Come Drink with Me”de gördüğümüz ‘kadın katil prototipi’ seneler boyu aksiyona da uzanan bir yol açtı kendisine. “Kolombiyalı: İntikam Meleği”nde ise “Tanrıkent”in Güney Amerika sinemasının ‘suç’ algısına getirdiği stilize ve sosyopolitik devrimden besleniyor. Ancak filmin tek kozu Hollywood standartlarında bir aksiyon bombardımanına imza atan yönetmen Olivier Megaton.
Filmin fragmanı için tıklayınız...
Sinemada ‘kadın katil’ ya da ‘kadın tetikçi’ kavramlarının kökleri geçmişe dayanır. Yedinci sanatın yapraklarını karıştırdığımızda, 1960’ların wuxia filmlerine (Hong Kong’ta çıkan stilize dövüş filmi) kadar uzandığını görebiliriz. Ancak aksiyonda sanki Luc Besson’un “Nikita”sıdır (“La Femme Nikita”, 1990) bu kavramın önünü açan. “Kolombiana: İntikam Meleği” (“Colombiana”, 2011) ise omurgasına bu oluşumu alsa da farklı bir formülden besleniyor.
Hollywood anlatısına hakim
Zira Luc Besson-Robert Mark Kamen senarist ikilisinin buradaki amacı “Tanrıkent” (“Cidade de Deus”, 2002) ile başlayan ‘Güney Amerika’da artan suç oranına stilize yaklaşım’ güdülü film modelinden feyz almak. Bu iskeletin “Son Durak 174” (“Rio 174”, 2008), “Yılın Adamı” (“O Homem Do Ano”, 2003), “Secuestro Express” (2005) gibi arkasını dolduran eserlerle varlığını hissettirmesi, belli ki Olivier Megaton’un yararına olmuş.
“Kolombiana: İntikam Meleği”nin de bu doğrultuda Kolombiya’daki uyuşturucu kaynaklı bir suç çetesinin anne-babasını öldürmesiyle ‘katil’e ya da ‘intikam mahlukatı’na dönüşen bir kadın karakterin izini sürdüğü çok açık. Bunu yaparken yönetmenin Hollywood anlatısına hakim halinin yanı sıra renk filtreleriyle ilerlemesi ve aksiyona tavan yaptırması dikkat çekici. Bu da teknik anlamda sinema kıstasının tanımlaması konusunda fazla eksiği olmayan bir eseri elimize almamızı sağlıyor.
Megaton, ‘Taşıyıcı’ (‘The Transporter’) serisinin en iyisi olan 2008 tarihli üçüncüsünü veren yönetmen olarak burada varlığını hissettiriyor işin doğrusu. Adeta Hollywood’a göz kırpan aksiyon sahneleri ile donatıyor etrafımızı. Paralel kurgu, uyum kesmesi gibi tekniklerin hakim halinin yanı sıra dramatik yapının arka plana itilip ‘tempo’nun tavan yaptığı görsel yapı esas ana konu olarak anılmalı.
Aksiyonun gereklerini modern dünyaya uyarlamış
Bu da “Kolombiyalı: İntikam Meleği”ni ‘masum kişinin intikam çabası’ izleğini belirleyici bir işleve sokmaktan ziyade Güney Amerika’daki suç eğiliminin yetiştirdiği bireylerin halet-i ruhiyesini inceler hale getiriyor. Lafın özü sektördeki bir başka Fransız yönetmenin Pierre Morel’in Amerikalı oyunculu B tipi işlerinin uzağında 2.35:1’de döktüren bir film var karşımızda.
Her şey de “Tanrıkent”in suçu diyebiliriz. Elbette dramatik damar, mantık boşluklarına dayalı olduğu için mesajsal anlamda kalıcı bir noktaya uzanmıyor bu yapıt. Hatta oyunculuk konusunda da Saldana, Vartan ve diğerlerinin ‘idare ettiği’ni söyleyebiliriz.
Ancak Megaton’un her sahne için özel koreografi çalışması yapmasıyla bu durumu lehine çevirdiği de bir gerçek. Bir an bile düşmeyen temposuyla “Kolombiana: İntikam Meleği”, dünya standartlarında bir aksiyon. Elbette türün gereklerini ‘modern dünya’ya uyarlamasına fırsat tanıyan da Güney Amerika sinemasından aldığı doku olmuş. Filmin bunun altını doldurmaması ise sinema salonundayken hissetmediğimiz hazin bir gerçek.
FİLMİN NOTU: 4.9
Künye:
Kolombiyalı: İntikam Meleği (Colombiana)
Yönetmen: Olivier Megaton
Oyuncular: Zoe Saldana, Jordi Molla, Michael Vartan, Cliff Curtis, Amandla Stenberg
Süre: 107 dk.
Yıl: 2011