2008’in en şahane fikirleri

1001Design

330i ///M3 Design
Altın Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
25,561
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Shut up and train!
Yürürken elektrik üretmek mümkün mü? Köpek pisliği peşinde koşan belediye hangisi? Penaltı kurtarmanın yöntemi var mı? Küresel ısınmaya çare olarak kanguru eti mi yemeli? Okul servisinden sınıf olur mu? Uzun boylu erkekler daha mı fazla maaş alıyor? Sıvı prezervatif işe yarar mı? Yaşlılara air-bag farz mı? İşte bilimden ekonomiye, okul hayatından seks hayatına 2008’in en parlak fikirleri... Bunlar 2009’da da işimize yarayacak!

25rng5d.jpg


Otomatik anestezi makinesi: McSleepy
Bu buluş, anestezistleri işsiz bırakabilir. Kanada Montreal’deki McGill Üniversitesi’nden araştırmacıların, mayıs ayında icat ettikleri ‘anestezi robotu’, ameliyat sırasında hastanın bilinç durumunu kontrol eden uzmanların yerine geçecek. Kemal Sunal ve Fatma Girik’li 1987 yapımı ‘Japon İşi’ filmi gerçek olup, robotların sevgili modeli de piyasaya sürüldükten sonra anestezist robot kulağa çok da fantastik gelmiyor aslında. Biraz metal ve bir parça çipin halledemeyeceği ne olabilir?

Adını, ünlü televizyon dizisi ‘Grey’s Anatomy’deki ‘McSteamy’ ve ‘McDreamy’ takma adlı karakterlerin isimlerinin türetilmesinden alan ‘McSleepy’, görevi uyutmak olan bir robot için gayet ironik ve başarılı bir isim. ‘McSleepy’ kendisine hastanın boyu, kilosu, hastalık bilgileri, ameliyatın cinsi gibi veriler yüklendiğinde, hastayı hangi aralıklarla kontrol etmesi, ne dozda ilaç vermesi gerektiği gibi bilgileri otomatik olarak hesaplayabiliyor. Kaslardan gelen milimetrik titreşimleri ya da vücut kimyasındaki en ufak değişimi anında hissedebiliyor. Dünyanın ilk otomatik anestezi makinesi ‘McSleepy’ acıkmıyor, yorulmuyor, uykusu gelmiyor. Ve tabii maaş da istemiyor.

Karbon kefareti: Ete geçen çelik tırnaklar!
Küresel iklim değişikliğinde hepimizin payı var ama ‘Benim sıktığım deodorantla mı delinecek ozon, tek başıma benim ne zararım var iklime? Üstelik kutup ayılarını da çok severim’ kafası ciddi ciddi değiştiriyor hava normallerini. İşte sadece kutup ayısı, hatta kutup ayısı fotoğrafı sevenlerin pek ilgilenmeyeceği ama dünyanın gidişatında sorumluluk hissedenlerin pek seveceği bir alet üretmiş İsviçreli Annina Rüst.

Amacını, ‘Tüketilen elektrik miktarıyla doğru orantılı acı çekme kefareti’ olarak tanımlayabileceğimiz bu aletin altı adet çelik tırnağı var. Bacağınıza yapıştırdığınız bu bant şeklindeki günah çıkarma aleti, eğer elektrik tüketmiyorsanız bir yara bandı kadar masum ve zararsız duruyor. Elektrik tüketmeye başladığınızdaysa çelik tırnaklarını geçiriveriyor etinize. Üzerinde bulunan özel ve çok hassas dedektörler sayesinde çamaşır makinesinin yanında mısınız, bilgisayar başında mı, şıp diye anlayan bu akıllı alet maalesef satılmıyor. Bir sanatçı olan Rüst, bunu performans niyetine yapmış. Zaten söylediğine göre, çelik tırnaklar ‘vicdan’ kadar acıtmadığı için satmaya da lüzum yokmuş.

Yürürken elektrik üret!
Alternatif enerji üretme yöntemleri sınır tanımıyor. Soğan ve enerji içeceğiyle iPod’unu şarj eden İngiliz gencin ‘Soğanpod’ fikri de iyiydi ama Kanadalı araştırmacıların ‘Kendin üret, kendin kullan’ temalı elektrik üretme mekanizması da oldukça ilginç. Bacağa takılan aparat, yürürken ortaya çıkan enerjiyi depolayabiliyor.

Böylece yolda cep telefonunun ya da müzikçaların şarjı bitti derdi kalmıyor. Araştırmacılar bu mekanizmayı hem temiz ve ücretsiz enerji üretmek hem de modern insanın ihtiyaçlarına karşılık vermek için yapmış. Alüminyum bir iskelet ve jeneratörden oluşan bu portatif alet hafif, yürüyüş sırasında ekstra bir yük oluşturmuyor.

Otobüs beklemek ya da beklememek!
Sizin de başınıza gelmiştir. Durakta otobüs beklerken, ‘Nasıl olsa yolum kısa, yürüyeyim’ der ve hemen arkasından da içimizden ‘Ama sanki şimdi gelecek, hissediyorum, biraz daha bekleyeyim’i geçiririz. Sonra karar verip iki durak arasında yürürken ve hiçbirine yeteri kadar yakın değilken otobüsün gözlerimizin önünden geçip gidişini izleriz.

İşte Harvard’lı üç öğrenci olan Scott Kominers, Justin Chen ve Robert Sinnott da bu ikilemi defalarca yaşayıp her defasında yenilince otobüsün geliş hızını, kendi yürüme hızlarını, iki durak arası mesafeyi ve birtakım başka ince matematiksel hesaplamayı harmanlayıp otobüs bekleme kâbusundan kurtulmuşlar.

“Soğuk bir günde durakta beklemekten hastalandığımız bir anda bunu yapmaya karar verdik” diyen öğrenciler, otobüsün yolunu gözlemenin hayatlarındaki en büyük ikilem olduğunu ve ekonomi, matematik gibi bölümlerde okumanın, yarattıkları projeye büyük yardımı olduğunu söylüyor. Eğer otobüs ilk duraktan yarım saat sonra kalkacaksa ve siz toplam beş duraklık bir mesafe gidecekseniz, makine size yürümenizi tavsiye ediyor. Eğer iki dakika ötede başka bir otobüs var ve yolunuz uzunsa beklemenizi söylüyor. Tabii bütün bunlar otobüslerin dakik hareket ettiği, trafik sorunu yaşamayan ve ‘iki durak arası’ dediğimiz şeyin buradaki gibi bazen 100 metre, bazense kilometrelerce olmadığı bir ülkede oluyor.

Minyatür boyu var mı?
Amerika’da minyatür sığır modası başladı. Minyatür sığır daha az yiyor, daha az yer kaplıyor, çabuk büyüyor ve tabaklarda biftek olmak için çıktığı yolculuğu çabucak tamamlıyor. Kürenin en önemli sorunlarından biri olan açlığa çare bulmak için Amerikalı çiftçiler tarafından düşünülen bu fikir, farklı türlerin çiftleştirilmesi esasına dayanıyor. Bu minyatür sığırlar, iri kuzenlerine göre daha ‘kullanışlı’. Üstelik günde beş litreye kadar süt vermeleri de çiftçilerin yüzünü güldürmüş. Yeni yiyecek kaynakları keşfetme adına üretilen böyle fikirlerin, yenilebilir gıdaların çoğunu çöpe gönderen ve kocaman porsiyonlar tüketen Amerikalılardan çıkması da dikkat çekici.

Yaşlılar için hava yastığı
‘İnsan yaşlandıkça çocuklaşır’ teorisinin, niyet dışı ama teoriye gayet cuk oturan bir yanı daha var. Yaşlılar da tıpkı çocuklar gibi sık düşer. Çocukken düşmenin mirası, hatıralar arasında bir yara kabuğu olarak kalsa da, yaşlanınca düşmekle ilgili en kansız istatistik 65 yaş üstü kişilerde en önemli ölüm sebebinin düşmelere bağlı travmalar olması. Bu da konuyu ciddileştiriyor, ‘acil servis’lik yapıyor. Bu düşüşlerin çoğu önemli kırıklara, bazısı zedelenme, incinme gibi hafif yaralanmalara sebep oluyor. Ne var ki hepsi yatağa bağlıyor. Kırık bacaktaysa tuvalet ziyaretlerine refakatçi, koldaysa çorba içirmeye eş-dost aranıyor.

İşte yaşlıların sık sık düşüp bir yerlerini kırdığını gören ve bu işten nemalanmaya bakan parlak bir zekâ, ‘yaşlılar için hava yastığı’ üretmiş. Giyeni, ‘Hayırdır, balığa mı?’ sorusuna muhatap bırakacak kadar naylon ve özensiz bir tasarımı olsa da, bu Japon malı hava yastığı, geçen yılın en iyi fikirlerinden biriydi. Prop adlı bir Japon şirketi tarafından üretilen bu ‘giysi’ dışarıdan bakıldığında bir yağmurluğu andırıyor. Kalça ve boyun kısmında bulunan sensörler sayesinde hareketi algılayan ve saniyenin onda biri gibi kısa bir zamanda açılan hava yastıklı yağmurluk, 1400 dolara (yaklaşık 2 bin 120 YTL) satılıyor.

Türkiye’de 65 yaş üstü olup da bu kadar parayı bir seferde çıkaracak emekli maaşı kuyruğu mensubu kişi var mı bilmiyoruz ama onlar için de kalçayı düşmelere karşı koruyan pedler olduğunu hatırlatalım. Amerika’da ‘popoyu büyük gösteriyor’ diye koruma pedleri pek tercih edilmiyor. Ama orada ‘1400 doların yanında lafı bile olmaz’ diyecek yaşlı sayısı kesinlikle daha fazladır.

Politik olmak genetik miras mı?
Neden bazı insanlar seçim günü sandık başına gitmek için erkenden kalkar da, bazıları bütün gün evde pijamayla oturur? Niçin bazıları meydanlara çıkıp ‘Savaş istemiyorum’ diye hançeresini yırtarcasına bağırır da, bazıları onları izler?
San Diego’lu araştırmacılar Hames Fowler ve Christopher Dawes, bu farkın DNA dizilimiyle ilgisi olduğunu düşünüyor. Yani politik olmak genetik bir durum ve tıpkı mavi göz, siyah saç, büyük burun, dil kıvırabilme gibi soydan gelen bir özellik. Yalnız yine de araştırmaya bakıp, başımıza gelen tüm kötü politikacıların, savaşların, soykırımların sebeplerini genlerde aramayalım. Ne de olsa genlerin politik kimlik üzerindeki etkisi yüzde 40 civarında.

Penaltı nasıl kurtarılır?
Eski Galatasaraylı kaleci Hayrettin’i (Demirbaş) hatırlarsınız. Hayrettin, ultra talihsiz bir kaleciydi, lakabı da ‘kova’ydı. ‘Bir topu da içeri alma be Hayrettin’ umutsuz yakarışlarına, özellikle penaltı anlarında ayyuka çıkan o isyana aşinasınız belki.

Halbuki Hayrettin’in yapması gereken tek şey, ‘Hiçbir şey yapmamak’mış. Kalenin tam ortasında kıpırdamadan dursa, en azından birkaç gol kurtaracakmış. İsrailli araştırmacıların yılın başlarında yaptığı araştırmaya göre, kaleci sağa ya da sola hamle yapmak yerine kıpırdamadan, tam kalenin ortasında durursa topu tutma olasılığı yüksek. Araştırma sırasında yapılan 286 penaltı atışından sadece 94’ünün kalecinin sağına ya da soluna gönderildiği, kalan vuruşların merkeze olduğu yönündeki bulgudan ilerleyen araştırmacıların kalecilere tavsiyesi: Kıpırdamadan bekleyin, bir gün mutlaka bir kurtarış yapacaksınız!

Bırakın ortada durup beklemeyi, kart görmek pahasına düdük çalmadan atlayıp zıplayan kalecilerin yeşil sahalarda bolca olduğu bu topraklarda bu teori pek tutmaz gibi geliyor.

İtinayla bina yıkılır!
Japonlar bina yapmakta olduğu kadar yıkmakta da başarılı. Godzilla’ya gökdelen devirten, Mechagodzilla’nın ağzından alev topu çıkartan ya da Mothra gibi dev bir ağzı yaratan bir milletten söz ediyoruz.

Bina yıkmak, son zamanlarda üzerinde ince ince uğraşılan bir mühendislik ve mimarlık işi. ‘Dünyayı daha fazla mahvetmek istemiyorsan hiçbir şey üretme’yi düstur edinen yeni nesil mimarlar gibi, onlar da eski, kötü biçimli ve hantal yapıları etrafa zarar vermeden, bir çırpıda yıkıveriyorlar. Bu işin de tekniği var. Hangi kata ne kadar patlayıcı döşeneceği, tuğla ve demir parçalarının nereye ne kadar savrulacağı gibi ince detaylar, Japon mühendislerden soruluyor.

Okul, servisten başlarsa...
Çocukluk kâbusu Amerikalı Billy Hudson’a ilham verdi, okul servisi şeklinde bir derslik yaptı. Her gün en az üç saatini serviste harcayan çocukları gören Hudson kendi deneyimlerini de hatırladı ve zamandan tasarruf etmek için okul servisinin içini tek odalı bir sınıf şeklinde düzenledi. Çocukların sabah erkenden kalkıp servis beklemek, kilometrelerce yol kat etmek, dönüş için tekrar servis beklemek ve trafikte zaman kaybetmek gibi insafsız bir modern çağ cenderesine sıkışmasına üzülen araştırmacı, mobil sınıf projesiyle geçen yılın en parlak fikirlerinden birine imza attı.

Gerekli maddi desteği alırsa işi büyütmeyi düşünen Hudson’ın projesine ilk katılanlar, kendisinin ve Grapevine sakinlerinin çocukları olmuş. Otobüsün içinde kablosuz internet erişimi var ve çocuklar ev ödevlerini okul servisinde yapıyor. ‘İstanbul gibi trafiğiyle ünlü bir şehre de gelse, ne iyi olur’ diye düşündüğümüz bu sistem, çok da pahalıya patlamıyor. Bir de iş servislerinde geçen zamanın mesai saatine eklenmesi gibi bir talep konuşulabilir; bu da önümüzdeki yılın en parlak fikri olsun!

Prezervatifinizi nasıl alırsınız?
‘Her şeyin beden alternatifi var, prezervatifin niye olmasın?’ diye düşünen Alman araştırmacı Jan Vinzenz Krause, sıvı kauçuktan sprey şeklinde prezervatif üretti. Ereksiyon halindeki penisin üzerine sıkılıp kurumaya bırakılan sıvı kauçuk, kişinin penis boyuna göre şekil alıyor. Böylece ‘küçük geldi, büyük oldu, sıktı, biraz bol galiba’ derdi de tarih oluyor.

Bir Çin şarabı içer miyiz?
Kulağa tuhaf geliyor ama gelecek 50 yıla damgasını vuracak bir tat, Uzakdoğu’dan yola çıktı. Fransız ve İtalyan şarabının ününe gölge düşüren Çin şarabının, geleceğin en çok tercih edilen şarabı olacağı konuşuluyor.

Çin’in bereketli toprakları, ucuz işçilik ve düşük maliyetle birleşince, dünyanın en kaliteli ve uygun fiyatlı şarabı ortaya çıktı. 400 şirketle dünyanın en büyük altıncı şarap üreticisi olan Çin’in, bundan birkaç yıl önce pazarda esamisi bile okunmazken, bu kalabalık ülke, şimdi dev şarap üreticilerine kafa tutuyor.

Cinsiyetçiliğin yeni komplosu
Bundan 10 yıl öncesine kadar şirketlerin üst düzey kademelerinde kadınlara rastlama olasılığı çok düşüktü. Ya da kriz zamanı gözden çıkarılan işçiler arasında kadın popülasyonu daha yüksek olurdu. Şimdi durum niceliksel olarak eşitlenmeye başladı gibi görünse de niteliksel olarak pek bir değişme yok.

Toplumsal cinsiyet üzerine çalışan iki İngiliz profesörü Michelle Ryan ve Alex Haslam’ın yaptığı araştırmaya göre ise ciddi risk taşıyan projelerin ya da kaybedilme olasılığı yüksek işlerin başına bile bile kadınlar getiriliyormuş. ‘Cam uçurum’ (Glass cliff) teorileriyle bir iletişim ödülü de alan ikili, İngiltere’de oldukça yaygın olan bu durumu literatüre de geçirmiş. Artık ‘cam uçurum’ deyince yeni tür bir cinsiyetçilikle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Adımızı Ay’a yazdık
ABD’li bira markası Rolling Rock, mart ayında adını Ay’a yazdıracağını söylemişti. Reklam panolarına ‘Bir sonraki dolunayı bekleyin’ diye ilanlar asan şirket, bu işi gökyüzüne göndereceği lazer ışıkla yapacaktı. Fikir güzeldi ancak dolunayın tabak gibi gökte göründüğü gece, Ay’ın yüzeyinde bir değişiklik olmadı. Binlerce Amerikalı işletildiklerini düşünüp şirkete ‘Ne iş?’ mesajları attı, fakat asıl reklam zaten buydu. Şirket tabii ki adını Ay’a yazmayacaktı ancak yarattığı beklentiyle yazmış kadar oldu. Kalpleri kırılan halksa her dolunayda bir umutla başını gökyüzüne çeviriyor.

Uzun boylular daha fazla maaş alıyor

ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, uzun boylular aynı işi yapan meslektaşlarından daha fazla para kazanıyor. Florida Üniversitesi öğretim görevlilerinden Timothy Judge’ın araştırmasına göre her 2.5 santimlik fazlalık, kişiye yılda ortalama 789 dolar daha fazla gelir sağlıyor. Araştırmaya göre boyda uzunluk, kişiye daha çok satış ve pazarlama işlerinde maaş avantajı getiriyor. Judge’a göre, 2.5 santimlik bir uzunluk, 30 yıllık bir kariyer düşünüldüğünde on binlerce dolar demek.

Sebzenin iyisi bana yakın olandır
Bir patatesi bahçeden toplayıp yemekle cips halini yemek arasında sadece kalori farkı yok. Aynı zamanda epeyce bir petrol, boya, egzoz gazı, insan emeği ve geri dönüşümü yıllar alacak çöp farkı var. Tabii yakınlarda üretilen bir domatesi tüketmekle, kilometrelerce öteden gelen bir domatesi satın almak arasında da çevre duyarlısı bir vicdanı sızlatacak epey fark mevcut.

‘Locavore’ denilen yani, birkaç kilometre çapında bir alan içinde üretilmiş ürün tüketen insanlarsa bu konuda oldukça titiz hareket ediyor. Yaşadıkları yerde ananas yetişmiyorsa, tropik ülkelerden ananas gelsin diye beklemiyorlar. Ulaştırmanın ciddi bir sorun olduğu inancıyla hareket edip yerel olana yöneliyorlar. Hem çevre kirlenmiyor hem de birlikte yaşayan bir topluluk, ekonomik ilişkilerini sınırlı bir çevrede tutmuş oluyor. İngiltere’nin köylerinde geçen sene epeyce taraftar bulan ‘Locavore’lar, alternatif küreselleşme fikrinin en yeni örneği olmaya devam ediyor.

DNA’dan köpek pisliği hafiyeliği
Bu belediye gerçekten çalışıyor! İsrail’deki Peta Tikve Belediyesi’nin, evcil köpeklerin sokaklara pislemesinin önüne geçmek için, köpek sahiplerini tespit etmek amacıyla pisliklere DNA analizi yapma kararı da geçen yılın en parlak fikirlerinden biriydi. Bir belediyenin köpek pisliği için böyle bir hafiyelik olayına imza atması takdire şayan olsa da habere mesafeli yaklaşanlar da vardı. Tel Aviv’in dış kesimlerindeki Peta Tikve Belediyesi’nde başlatılan altı aylık deneme programı çerçevesinde, DNA’larının alınması için hayvan sahiplerinden köpeklerini belediye veterinerine götürmeleri istendi. Belediyenin oluşturacağı veri tabanı sayesinde, sokaktan toplanan pisliklerin hangi köpeğin DNA’sına uyduğu anlaşılıyor, dolayısıyla da köpek sahibi tespit edilebiliyor. Böylece uluorta sokağa pisleyen köpeklerin sahipleri cezalandırılırken, köpeklerinin pisliklerini hemen yerden toplayarak özel kutulara atan hayvan sahipleri de ödüllendiriliyor.

Kangurular üç çocuk yapsın!
Bir şarkı vardı hani, ‘Pazara gidelim bir eşek alalım, pazara gidip bir eşek alıp ne yapalım?’ diye başlayan. O şarkı, örneğin bir tavuğun yenilebileceğini, ancak sevimli bir köpeğin yenilemeyeceğini anlatırdı. Muhtemelen Çinli kardeşlerimiz buna uymuyordu ama biz o yaşta hangi hayvan yenilir, hangisi yenilmez konusunda tatlı tatlı uyarılıyorduk. George Wilson adlı Avustralyalı doğa bilimci geçen yıl şarkıya bir dize daha ekledi. Hepimiz Avustralya’ya gidip bir kanguru alıp ne yapmalıydık? Yemeliydik! Üstelik bunu, ‘küresel ısınmayla savaş’ gibi kutsal bir görev adına yapmalıydık. Wilson’ın kangurulara doğrudan kastı yok ancak onları yemekle ilgili teorisi şu: Avustralya’daki sera gazı toplamının yüzde 11’i metanın, metanın çoğuysa sığır ve koyunların eseri. Kangurularsa sindirim sistemlerindeki özel bir bakteri sayesinde metan salımı yapmıyor. O halde koyun ve sığır popülasyonunu minimuma düşürmeli, kangurulara ‘en az üç çocuk’u şart koşmalıyız. Ne var ki, bu fikir teoride de, pratikte de pek alkış toplamadı.

Podyum sıktı, sanal defile
Hollandalı moda tasarımcıları Viktor Horsting ve Rolf Snoeren, ekim ayında podyumu sanal ortama taşıdı. Dokuz dakikalık bir şov olarak hazırlanan sanal defilede kıyafetlerden modellere, podyumdan tasarımcılara kadar her ayrıntı titiz bir çalışmanın ürünüydü. Kanadalı süpermodel Shalom Harlow’un dijital bir kopyasıysa defilenin en ‘güzel’ yanlarındandı. Sanal defilede kukla oynatıcıları gibi sahnenin üstünden modelleri izleyen tasarımcılar, geleneksel moda şovlarından sıkıldıklarını, bir sonraki defileyi Mars’ta, Venüs’te, olmadı iki gökdelenin son katına inşa edilecek bir köprüde gerçekleştirmek istiyor.

Bitkilerin hakkı ne olacak?
Duke Üniversitesi’nden Nigel Pitman ve Missouri Botanik Bahçesi’nde çalışan Peter Jorgensen, önceki tahminlerde bitki türlerinin yüzde 13’ünün tehlikede olduğunun sanıldığını, ama yeni hesaplara göre bu oranın yüzde 22 ile 47 arasında olduğunu açıkladı. ‘Bitki hakları’ konusunda adım atan tek ülkeyse Ekvador oldu. Geçen eylülde bu hakları tanıyan ilk ve tek ülke olan Ekvador, bir dizi yasa hazırladı. Ekolojik hayatı korumayı esas alan yasa, dünyanın en fazla bitki çeşidine sahip ülkelerinden Ekvador için de gurur kaynağı. Aklınıza menekşelerin doğru sulanması, ebegümeçlerinin ev sahibiyle sohbet hakkı gelmesin. Orman yakmak, ağaç kesmek, golf sahası yapmak için bitki örtüsünü talan etmek gibi buralarda normal sayılan her türlü yıkım, bitki hakları alanına giriyor.
 
hakkaten sahane fikirler :D
 
Geri
Üst