Şeytanla Buluşma @Kamçatka-Kluçovsky Volkanı

react

Admin
Süper Moderatör
Katılım
18 Haz 2005
Mesajlar
25,237
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
an insatiable prsn from hell
imperiaflex_0_2_0-12.jpg

Büyük Okyanus'un her iki kıyısını dolanan Ateş Çemberi'nin en alevli parçası Kamçatka. Atlas ekibi, Kamçatka volkanlarına ekspedisyon düzenleyen ilk Türk ekibi oldu.

Dumanlar arasında, yabani çiçek tarlasından tüten dumanlar arasında Kazarovski köyüne geldik. Ahşap tek katlı, bahçeli evleri, tepeli çukurlu toprak yollarıyla, tüm yarımadada iki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki tipik Kamçatka köylerinden biri. Volkana en yakın, yaklaşık 70 kilometre mesafedeki köylerden. Başkent Petropavloks'tan buraya, 650 kilometrelik toprak yolu, içine üçlü dörtlü eski koltuklar atılmış ZIL marka özel kamyonumuzla iki günde ancak gelebildik. Dünyanın en sıkıcı yolları sıralamasının en başına, Petropavlosk-Kazarovski arasını rahatlıkla yazabilirsiniz. Çünkü, manzara hiç değişmiyor. Yolun her iki tarafı da uzun akağaçlarla kaplı. Bir ağaç oluğundan aktığınız için hiçbir şey göremiyorsunuz. Sarsıla sarsıla kamyon ilerlediği için hiçbir şey okuyamadan kilometrelerin geçmesini bekliyorsunuz. Kamyon en fazla 40-50 kilometre hızla gidebiliyor.
Bu köydeki amacımız volkana çıkmış birini bulmak ve onunla birlikte dağa yürümek ya da bu olmuyorsa, köydekilerden şu bilgileri öğrenmek:

Volkana (güney, kuzey) hangi taraftan çıkmalı?
Volkana en son ne zaman çıkılmış?
Volkana çıkılabiliyor mu?
Ne zaman patladı? Niye şu anda kapkara?

Çıkmak istediğimiz volkan, 4 bin 750 metrelik Kluçovskoy Dağı. Yarımadanın en yüksek ve aktif volkanı. Aslında Avrasya'nın da en yükseği.
Saat 10'dan önce kamyonumuzun nehri geçmesi gerekiyormuş; daha sonra su yükseliyor, dağda eriyen buzların etkisiyle. Eğer yağmur şiddetliyse, her durumda geçmek imkânsız olabilir. Bunları öğreniyoruz, evini gezginlere otel olarak açmış Kazarovskili bir balıkçıdan. Yarın sabah, Kluçi köyünün doğu tarafına ulaşıp, dağa doğru ilerleyeceğiz. ?u anda volkanın üstünü tümden kül kaplamış.
"Çıkış için engel teşkil ediyor mu" diye soruyorum. Rusça bilen ekip elemanları, bazen Türkçe bazen İngilizce, söylenenleri çeviriyor.
"Çıkışı engellemez."
"En son ne zaman çıkmış?"
"90'lı yıllarda çıkmış. En son turistlerle Kluçi'den yola çıkmışlar, kuzeyden gelip, batı tarafından dağa çıkmışlar."
Yolunuzda kanallar var. Bazen nehir taşıyor, geçişe engel oluyor, diyor. O zaman 1500 metreye kamyonla çıkabilirsiniz diyor. İki bin metrede bir kulübe var, diyor. Ama…
Bünyad: "Dağda içecek su kaynağı var mı?"
"Akarsular suyu bozuyor. İki binden sonra su var. İçme suyu problemi yok. Nehir taşınca suyun yapısı bozuluyor. Yani iki bin metreye kadar problem var."
Bünyad: "Volkan olduğu için zehir var mı?"
"Sular mart ayında taşar. Krater de aktiftir. Zehirli değil su."
Bünyad: "Çok kaya düşüşü var mı?"
"Güneş yükseldiği zaman buzlar erir, kayalar düşer" diyor.

Bu bilgiler ışığında, Kluçi köyüne vardık. Çantalarımızı dağa çıkış için hazırladık. Saat 12:30 gibi tekrar kamyonumuza bindik. Sonra, kamyondan inip iri tekerlekli bir otobüse bindik. Kamyon, eşyalarımızla bizi izliyor. Durumu tam anlayamadık ama yüklendik gidiyoruz işte. Yağmur yağıyor. Sanırım, askeri bölgeden geçme izni, yalnızca, şu anda içinde bulunduğumuz otobüse verilmiş. Biraz ileride otobüsten inip tekrar kamyona bineceğiz. Yani, "küçük bir Kızılderili numarası" yapıyoruz.

imperiaflex_0_6_0-3.jpg

Yaklaşık 150 metre irtifada çıkışa başladık. Güya, kamyon eşyalarımızı 500 metre seviyesine taşıyacaktı. Fakat askerler geçmesine izin vermemiş. Şimdi sivrisinek sürüsü önümüzde, sağımızda, solumuzda, arkamızda, gözümüzde, elimizde ormanın içinde yürüyoruz. Önde rehberimiz Viktor, toplam altı kişilik bir grubuz. Dağ sisle kaplı, aslında dağı ve yolu görmeden yürümememiz gerekiyordu, üstelik yağmur da var, ama Viktor istediği ve ekipten kimileri fazla hevesli olduğu için yola düştük.

Bir yere ulaşamayacağımıza eminim. Bir sivrisinek bulutuyla kaplı herkes. Yolda birkaç yerde askeri araç mezarlığına rastlamıştık. Bir yerde, ormanın içine pusu kurmuş savaş uçaklarının sıralandığı gizli bir havaalanı da gördük. Ormanın içinde yürüyoruz ama yol hiçbir şekilde dikleşmiyor. Yaklaşık yarım saattir yoldayız aslında. Daha bir metre irtifa kaydedemedik. Sol omuz boşluğumdaki ağrım da hafiften başladı. Bir ağrıkesici attım. Bakalım hangiBazı tuhaf rastlantıların buluştuğu bir tırmanış yolculuğuydu benim için Kamçatka. Şaşırdıkça şaşırdım. Uzun dağ çıkışlarında kural gereği, yalnızca yaşamsal yükler sırt çantasına konur, daha fazlasını taşıyamazsınız, bu yükün içinde her zaman bir kitap da vardır yine benim için. O özel kitabı, çantanın içine tıkıştırdığım eşyaların arasından her akşam çıkarır, kafa lambamın ışığıyla uykum gelene değin okurum. Yarım parmak uzunluğunda, teleskobik bir kalemim vardır -bir seyyar satıcıdan aldığım, onunla da kitabımı işaretlerim, notlar alırım kıyısındaki dar boşluklara, kendi kitabemi kaleme alır gibi.

Kitap, nem geçiren çantada, çelik kramponların, termos, karabina ve kıyafetlerin arasına sokulup çıkarıldıkça, çadırın içinde, yine aynı ıslak koşullarda açılıp kapandıkça, yaşadığı hayatın şeklini alır; sayfaları nemden kabarır, su dalgalarıyla lekelenir, kapağının ütüsü bozulur, tuğla kalıbı kayar. Ama bu durum kitabı daha da değerli kılar, döndüğünde yerini aldığı kütüphanede, çil çil kitapların arasında, buruşuk ve hırpalanmış haliyle fiyaka yapar.
Bu defa yanıma aldığım kitap, daha yeni satın aldığım, ilk bölümüne yerleştirilmiş "Ebu Kasım'ın Çarıkları" adlı öyküsünü yola çıkmadan önce İstanbul'da okuduğum, birkaç defa okuduğum bir eserdi. Ruhun Kötülüğü Yenmesine Dair Hikâyeler altbaşlığını taşıyan kitabın asıl adı Kral ve Hortlak'tı, masallarda saklı insaniyet sırlarını ifşa ediyordu. Yazar Heinrich Zimmer, yaklaşık 70 yıl önce kaleme almıştı.
Beni şaşırtan, Kamçatka'da ve özellikle dağda başımıza gelenlerin, gelecek olanların, tuhaf bir şekilde kitapta geçiyor olmasıydı.

imperiaflex_0_6_1.jpg

Bu sinekler ormanında, bu bize yabancı, yol yordam olmayan, uçsuz bucaksız vahşi atmosferde, hırslarımız, egolarımız, arzularımız ya da bilincimiz, korkularımız ya da cesaretimiz, en çok da fedakârlığımız ya da bencilliğimiz buluşmuştu. Çoğu zaman şiddetle çatışmışlardı. Herkes bir sınavdan, sonunu tahmin edemeyeceğimiz bir sınavdan geçiyordu.si daha güçlü?


VAHŞİ METAL ORMANINDA


Bir saat kadar yürüdükten sonra düzlük bir araziye çıktık. Ormanın içindeki ayı yolu da bitti. Ayı yolu diyorum, çünkü burada keçi yoktu ve yaban arazide patikaları ayılar açıyordu. Muazzam genişlikte bir orman gözüküyordu önümüzde. Ayrı bir orman. Yaklaşık bir kilometre ötede. Ne yapacağımızı bilemez bir halde, sadece kolumuzdaki saate baktık. Onun pusulasından yönü görüyorduk. Fakat nereye gidebilirdik ki? Eğer ormana girersek bir daha çıkabilme ihtimali zordu. Aslında imkânsızdı. Neyse ki uydu telefonumuz vardı; aradık. Yanlış yolda olduğumuzu anladık.

Şimdi geri dönüyoruz. Sivrisinekler bir arı kovanı gibi avuçlarımıza, üstümüze başımıza, hemen her yere yapışmış. Mantarlar, envai çeşit ot, mor çiçekler arasında yürüyoruz. Ve yine o hurdalık. Ormana serpiştirilmiş hurdalık. Eski bir film seti gibi. Postmodern vahşi bir orman gibi. Ballard'ın romanından sahneler gibi. Vahşi doğanın derinliklerinde vahşi uygarlığın metal çöplüğü. Askeri kalıntılar. Katlanmış, yamulmuş metaller. Ormanın içerisinde, otların arasında, ayağımın altında, sağımda solumda. Böyle bir orman da olabilirmiş demek. Kamyon parçaları, bükülmüş çelik teller, ahşap kalıntılar, yanmış metaller, naylon torbalar, yağ tenekeleri, benzin bidonları, terk edilmiş bir gözetleme kulesi. Doksanlı yıllara kadar Kamçatka, Rusya'nın en gizli bölgesiydi. Yabancılar asla giremezdi. Rusya'nın, ABD'ye yakın bu bölgesi, donanma ve nükleer üslere ev sahipliği yapıyordu. Hâlâ da bu özelliğini yitirmiş değil, ama soğuk savaş geride kaldıktan sonra yabancı turistlere kapılarını açmış. Bizim gibi özel izin alan ve bunun parasını da ödeyen yabancılar artık Kamçatka'ya girebiliyor.

imperiaflex_0_4_0-6.jpg

Bünyad, "Evet... Biraz duruyoruz" dedi ve mola verdik.
Özcan: "Manzara nasıl? Böyle bir ormanda yürümüş müydün?"
"Yürümedim."
"Huzur ormanı. Eskiden burada bir hayat varmış galiba."
"Hâlâ var. Biz varız. (Sinek sesleri fonda.)"
"Gelip geçici. Sineklerden kaçmış olabilir mi askerler?"
"Burayı hiçbir ordu işgale gelemez."
"Sineklerden mi? Neden terk etmişler acaba burayı?"
Yolu bulamayacağımız gibi bir karara vardı rehberimiz. İki saat 10 dakika sonra, uydu telefonumuz sağ olsun, taksi çağırır gibi kamyonumuzu çağırıp beklemeye başladık. Bünyad sigara yaktı. Feliks sinekleri kovalıyor ve etrafa boş boş bakıyor. Kendi aralarında Rusça konuşan arkadaşlarımız var. Kim bilir ne diyorlar, bilmiyoruz tabii ki? Yaklaşık bir saat sonra başladığımız yere geri döndük.

Yalnızca yaptığımız eylemler değil, yapmadıklarımız, ihmal ettiğimiz şeyler de kaderimizi belirler. Zimmer'in ortaçağ Avrupa masallarını yorumladığı kitabında böyle bir ders vardı. Yalnız, insan eylemlerinin farkına belki varabilir ama eylemsizlik davranışını ve sonuçlarını çok zor fark edebilir. Tıpkı bizim de fark edemeyeceğimiz gibi.

Kluçi köyünde, volkanbilimcilerin bir merkez olarak kullandığı bu yerde, yine volkanbilimcilerin, öğrencilerin, başka konukların da zaman zaman kaldığı, köy evinden yapılma bir otelde konaklıyoruz. Bir odada birkaç kişi. Mutfakta genç bir kız Rusça konuşuyor. Adı Tanya. 4. sınıfta jeofizik öğreniyormuş. Burada staj yapıyor. Geçen hafta 2 bin 700-1800 metreye araçla çıkmışlar. Biz de sevindik aynı araçla çıkarız diye ama aracı dün sel almış, içindekilerle birlikte. Ölen olmamış bereket.

Otelde bizden başka jeolog üç öğrenci kız kalıyor. Kamçatka'dan hiç çıkmamışlar. Hiçbiri başka bir şehre adım atmamış. Yalnızca bu yarımadayı ve volkanları biliyorlar. Petropavlosk'ta yaşıyorlar. İçlerinden bir öğrencinin en büyük hayali, İtalyancayı okuldan öğrenip bir gün İtalya'ya gitmek, orada yaşamak. Yani Moskova, Petersburg değil, Roma, Milano ya da Floransa.
Otelde, restoranda, bakkalda, peşinde olduğumuz tek şey, bilgi. Dağa hangi yolla çıkılır? Bizi çıkaracak biri var mı? Kendimiz çıkabilir miyiz? Volkanbilimci üç öğrenci de bize fazla yardımcı olamadı.

Akşam, Kluçi'deki tek restoranın önüne çıktım. Kluçovskoy'un üçgen vücudu karşımda. Bulutlar, dağın önce boynunu, sonra yavaşça eteklerini örttü. Bir dakika geçti geçmedi, kısa bir süreliğine doruğu tekrar belirdi. Kuzey ışığının tatlı pembeliğini aldı. Bir ara dağın tamamı yine kapandı. Sonra tekrar açıldı. Bir vakit tamamen açıldı. Evlerin arasından yükselen dev eşkenar üçgen bütün görkemiyle tuhaf bir geometri oyunu oynuyordu. Çok dik gözükmüyordu. Fakat ormanın hemen dibinden birdenbire başlıyordu. Pembe şalına dolanmış, içerisinde kıpkızıl kaynayan bu volkan, Kamçatka programımı iptal etme pahasına beni çağırıyordu. Cazibe-i arz- Fakat dağın dibine ulaşacak yolu nasıl bulacaktık?
Restoran gece başkalaşıma uğradı. O ahşap iç duvarlı, tahta masalı lokanta bir anda, üstelik hava kararmadan -Kamçatka'da yaz geceleri 12 gibi başlıyor- bar, diskotek, kulüp haline geldi. Kalabalık, saat ilerledikçe, İstanbul'daki meşhur Laila kitlesine dönüştü. Genç kızlar oldukça şıktı, bu civara kontrast kıyafetlerle dolaşıyorlardı. Erkekler ise daha çok sporcu takımlar gibi eşofman giymişti. Halter takımı, olimpiyat takımı gibi. Biz erken gittiğimizde birinin doğum günü vardı. Arkadaşları ve akrabalarıyla dans ediyorlardı. Kalabalık içinde bir binbaşıyla tanıştık. Daha doğrusu, binbaşı olduğunu sonra öğrendiğimiz biriyle. Bizi, dağa çıkmış bir bilim adamının yanına götürdü.
Şimdi başka bir yoldan, 1800 metreye araçla çıkacaktık. Bizimle birlikte gelecek olan bu bilim adamıyla zirveye tırmanabilmeyi umut ediyorduk. Kamçatka'da en umut verici günümüz bu oldu.
Araçta yer olmadığı için yeni rehberimizin evine ben gitmemiştim. Eski bir volkanologmuş. Döndüğünde Bünyad'a sordum nasıl biri diye.
Bünyad: "Bu akşam biz aşırı votkalı halini gördük. Bakalım yarın nasıl olacak?"

imperiaflex_0_5_0-6.jpg


MASALDAKİ VOLKAN


Kitapta geçen bir ortaçağ İrlanda masalında, Conn-Eda isimli bir Kral oğlu, demir bilyeyi yuvarlar ve peşinden gitmeye başlar. Ona, bilmesi gereken her şeyi, yuvarlanan bu bilye öğretecektir. Bilye hiç durmaz, aralıksız yuvarlanır. Bilye bir göle girer, Conn-Eda ve uzun tüylü atı peşinden gider. Karşılaşacağı büyük güçlükler ve tehlikeler de böylelikle başlar. Bu güçlüklerden birinde, "Kendini hazırla" diye uyarır at, "Tehlikeli bir sıçrayış yapacağız". Sonra da her ikisi birden, yanmakta olan bir dağın üzerinden bir ok gibi uçarak geçer.
"Hâlâ hayatta mısın kralın oğlu?"
"Kıl payı kurtuldum bu son olsun, her yanım kavruldu" diye yanıtlar prens.
"Eğer hayatta isen" der küçük at, "senin doğaüstü başarı ve uhrevi saadetleri elde etmeye yazgılı bir genç olduğundan artık emin gibiyim".

Henrich Zimmer, bu masalı insanı şaşırtacak kadar, akla hayale gelmeyecek açıklamalarla yorumlar. Bir kere, bilye, tüm yasaların, evrenin tüm yasalarının aktığı tek ve en büyük kudreti, yerçekimini anlatır. Kozmik düzenin en temel yasasını. Güneş'i, Ay'ı, her şeyin bulunduğu Yer'i ve hareketini belirleyen çekim yasasını.

"Bilye yerçekiminin etkisi altındadır ve böylece her şeyin merkezine, evrensel güçlerin peri âlemine, Tanrı'nın kalbine yuvarlanır. Bütün yasaların en geneline, göksel nesnelerin hareketlerini denetleyen yasaya, her bir küreyi kütlesinin ağırlığına en uygun yörüngesine, yerkürenin güneşin etrafında, ayın da yerkürenin etrafında şaşmaz bir doğrulukla dönmesini sağlayacak bir kesinlikle yerleştiren yasaya uyar ve bunu yaparken yasayı görünür kılar."

Bilye, Hareket Etmeyen Hareket Geçirici'ye, her şeyin içinden çıktığı, her şeyin etrafında döndüğü ve her şeyin sonunda geri döneceği merkeze giden yolu açar. İnsan, ancak ve ancak bu evrenin engin ritmine uyarak ve onunla birlikte hareket ederek erginleşebilir.
Dağa çıkışı, yerçekimine karşı bir eylem, dağcılığı ve her türden oyunu, yerçekimiyle yapılan bir oyun, oynaşma olarak görürdüm. Dahası, her türden top oyununu, futbolu da yerçekimine karşı bir oyun kabul ederdim. Oyunun kendisinde, oyalanmanın tabiatında bu büyük evrensel çekim yasası yatar. Zaten kozmosun mucizevi geometrisi, tüm gezegenlerin yuvarlak olmasıdır. Bütün bu yuvarlaklığın sebebi yalnızca ve yalnızca çekim kuvvetidir. Cazibe-i arz ya da cazibe-i âlem.

imperiaflex_0_11_0-1.jpg

Volkanın cazibesine kapılıp buraya, Kluçovskoy'un eteğine gelmemizin nedeni, eskilerin deyimiyle cazibe-i arz, yani yerçekimi olmalı. Bu çekim kudretinin tıpkı masaldaki bilyeyi izler gibi bizi büyüleyerek peşinden sürüklediğini düşünüyorum.

Yerçekimi, doğanın bilgeliğidir. Dağcı, tıpkı kitapta geçen masalda olduğu gibi volkanı aşan, bunu, üzerine bindiği ve içindeki hayvansal, "insan-altı" arzuyu ifade eden atıyla yapan kral oğlu gibi, yerçekimine karşı gelir. Bir süreliğine karşı gelir. Yerçekimiyle oynar. Bunu kendini sınavdan geçirmek için yapar ama nihayetinde sınırı, doğanın çekim kuvvetine uyumla çizilir. Aksi takdirde yaşamı son bulabilir. Bunu neden yapar? Hayat bir oyun olduğu için belki. Ya da hayat, doğumla ölüm arasında bir oyalanma olduğu için. Yerçekimi kuvvetiyle oynayarak geçen bir oyalanma.

Göle dalan bilyenin peşinden gitmesi, insanın insan-altı bilinciyle-de ki, bilinçaltıyla- yüzleşmeye zorlanmasıdır. Böylece, varoluş güçlenir, sezgi akılla yoğrulur. İçgüdü, bilincin kendisiyle sarmalanır.


VOLKAN TÜTMEYE BAŞLADI


Saat 9:15 gibi, kül akan Kamçatka Nehri'nin içine kamyonumuzla daldık. Her iki yanımız kül balçığı. Kamyon ilk anda zorlandı, ama beş-on patinajdan sonra yoluna devam etmeyi başardı.
Nehir sabah daha sakin akıyor. Yaklaşık olarak saat 10'dan sonra daha hızlı akacağını söylemişlerdi. Öğrenci kızlar demişti ya, iki gün önce bir araç içindeki insanlarla sele kapılmış. Gerçi insanlara bir şey olmamış. Kamyoncumuz da hikâyeyi biliyor. Yine dün, Kamçatka Nehri'nde iki kişi ölmüş. Yağmur yağdığı için nehirler daha haşin akıyor. Derenin hacmi artıyor. Yukarıdaki karlar eriyor. Bizim endişemiz, kamyon geri dönebilecek mi diye. İnşallah döner. Yaklaşık 40 dakikadır derenin içindeyiz. Neredeyse yuvarlanacak kadar yana yattık. Pek çok kere, eyvah şimdi gidiyoruz dedik. Ama sonunda, her iki taraftan dallara çarpa çarpa, yara yara ormanın içine girdik.

Orman dokusu daha da sıklaşınca şoförümüz kamyonu durdurdu ve aracın dışındaki aynaları geri çekti. Gözlerimizi kısarak ilerliyoruz. Saat 11'e çeyrek var. Kluçovskoy'a yaklaşınca dağ sanki biraz daha saklandı. Sadece elmacık kemikleri görünen bir insan yüzüne benzedi. Tekrar ormanın içine girdik. Biz onu görüyoruz ya, volkan şimdi yine bulut yumağının içine dalıp kayboldu.

Tam 992 metreye geldiğimizde -saatime göre- bir gugukkuşu ötüyordu. Aracımızı durdurduk. Burası volkancıların istasyonu. Orman geride kaldı artık, otlar başlamış durumda. Burada yaylacılık, hayvancılık yok, dolayısıyla insan da yok.

Ve aracın şoförü Anatoli gösterdi. Volkandan siyah dumanlar yükseliyordu. Volkan tam şu anda aktif hale geçmişti. İlk defa, tüten bir volkan görüyordum. Üstelik tütmek için bizi beklemiş gibiydi. Bizi karşılıyordu. Kara duman bir süre sonra aşağıdan yükselen bulutların içinde kayboldu ve bizi "maçko"larla baş başa bıraktı. Yani ısıran ve ısırdığında da şişiren sineklerle. Volkancı kulübesine sığındık, yeniden yola çıkana kadar.
Yaklaşık üç gün sonra ana kampa gideceğimizi söylüyor Andrey, rehberimiz, profesör, volkancı, büyücü, Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar romanının kahramanını andıran meczup profesör. Yürüyerek tepeye doğru yöneldik.

imperiaflex_0_13_0.jpg


DÜNYANIN BAŞLANGICINDA


Hâlâ, dünyanın başlangıç aşamasını yaşar Kamçatka. Onun en yüksek volkanı Kluçovskoy'da dağcı; ateş, su, buhar, gaz halindeki elementleriyle çevrili bir evrende, ayağı kaymadan, düşmeden, yuvarlanmadan, gücünü tüketmeden, doruğa çıkma ve inme sınavından geçer. Bunu yaparken, hem arzusunu hem de aklını harekete geçirir.
Kamçatka tıpkı dünya gibi ateşten doğdu. Dünyanın çoğu bölgesi için yaratımın şiddeti uzun süre önce durmuştu, oysa Kamçatka hiçbir zaman sessiz kalmadı, onun tarihi süregiden, şiddetli bir tekrar doğuştur. Kluçovskoy'da dağcı, bir tekrar doğuş seansına girer gibi tırmanır ve iner, eğer ki başarırsa.

Aslında Kamçatka'nın asıl yerlileri bu tarihe aşinadır. Bu insanlar her zaman, zirvelerinde "gomul" adını verdikleri dağ ruhlarının yaşadığı yanardağlardan korkmuşlardır. Onlara göre gomullar geceleri gökyüzüne çıkarak balinaları avlar, onları ateşte kızartır. Yanardağların geceleri tutuşmasının nedeni de budur. Yerliler dağların tepesinde küme küme balina kemikleri olduğuna inanıyorlardı ama yanardağlara çıkarak inandıkları şeyin doğruluğunu anlayabilecek kadar cesur değiller miydi, yoksa volkanlara ve dağ ruhlarına saygılarından mı bunu yapmıyorlardı bilmek güç. İnsanın ilk bilinci mitolojidir ya, yerliler, dünyanın başlangıcını yaşayan Kamçatka'da, insanlık bilincinin başlangıcına sahiplerdi, daha fazlasına değil.

Saatime göre 1226 metrede, yaklaşık 1 saat 5 dakika sonra ilk molayı verdik. Birkaç kere dere yanından geçmiştik ama, sular kopkoyu kül renginde akıyordu. Bazen koyu kahve, bazen kükürt sarısı, her taraftan akıyordu. Bu yüzden molanın su kenarında olmasının bir yararı yoktu. Ve ah! Sivriler! Hâlâ varlar. Gerçi hemen herkes telli duvaklı. Yüzümüzdeki filelere rağmen sivrilerle baş edemiyoruz. Giysilerin üzerinden bile hedeflerine ulaşabiliyorlar. Dizimin üstünde şu anda yedi tane sivrisinek var. Pantolondan bana ulaşmaya çalışıyorlar. Ardından onlarca, ne onlarca yüzlercesi bu şölene katılmaya geliyor.
Sonra, bana komik gelen, tam 600 adımlık bir şey oldu. Rehberimiz, herkesin iyice yorulduğu bir sırada, "600 adım var" dedi. "Yani 600 metre mi" diye sordum. "Yok, adım" dedi. Tepedeki kulubeyi gösterdi. 600 adım bana az gibi geldi. O yüzden de hadi diğerlerini beklemeden gidelim dedim. Kulübenin bulunduğu oldukça dik yamaca doğru yürüdük. Aslında zikzak çizerek tırmanmak gereken yamacı dimdik çıkmaya başladık. Ben birkaç adım atmışken o asker adımlarıyla üç, dört, beş saya saya, tepeye doğru, ritmi hiç bozmadan, süratli bir şekilde ama gerçekten merdiven çıkar gibi tırmanmaya başladı. Ben her adımda yalpalaya yalpalaya yükselirken, o tık tık, topuklarını bize göstere göstere, yukarı kadar bir çırpıda çıktı. Ardından Viktor. Epey ardından da ben..

Nihayet, 1500 metrede volkanın ilk istasyonuna geldik. Yaklaşık 2-3 metrekarelik, dışı beton içi ahşap bir kulübe bu istasyon. İçinde volkancı olmasını beklemiyorduk tabii ki. Aslında belki de olması gerekiyordu. Bu volkan neden bu kadar ıssız? İstasyonun içi külle kaplıydı. Kül yağan volkan nasıl yağmışsa, naylon kaplı pencerelerden mi geçmiş, kapıdan mı geçmiş, rüzgâr mı getirmiş- Doğrusu bilemiyorum. Feliks, bir bez parçasıyla ahşap sedirin üzerindeki kül tabakasını temizlemeye çalışıyordu. Viktor ve profesör, uzaklardaki karlardan su almaya gitmişlerdi. İçeride volkanologlardan kalma mutfak eşyaları sağ sola sıkıştırılmıştı. Tekrar gelinmek üzere bırakılmış değil de sanki terk edilmiş bir yer gibi duruyordu.

Yeryüzünün en zorlu mesleklerinden biri olmalı volkanbilimcilik. Gerçi rehberimiz, Rus volkancılarını suçluyordu. Volkana gelmeden volkanları inceliyorlar, yalnızca internet volkancılığı yapıyorlar, diyordu. Burası, volkanın üzerindeki en yüksek istasyondu işte. Hayat belirtisi olmayan bu yerde, hayat belirtisi olmayan bu kulübede, yeryüzündeki hayatın kaynağı olan volkanlar araştırılıyordu.

Tüm yıkıcı güçlerine rağmen volkanlar insanın varlığı için, tüm canlılar için yaşamsaldır. Dünya bugünkü varlığını volkanlara borçludur. Volkanik gazlar dünyanın atmosferini yaratmaya yardım etmişlerdir ve bu oluşumun etkileri bugün hâlâ sürmektedir. Yeryüzü karalarının yüzde 80'nin volkanlar tarafından şekillendiğini söyler jeologlar. Hatta oksijensiz hayatın 4 milyar yıl önce volkanik ortamlarda başladığına ilişkin belirtiler de vardır. Hidrojen tüketen bu canlıların, hidrojen tükenince, sudaki hidrojeni kullanarak oksijeni açığa çıkardıkları, bu defa oksijen canlılarının meydana çıktığını anlatan bir görüş.
Kamçatka Yarımadası iki bin kilometre uzunluğundaki Kuril-Kamçatka adaları kavisinin kuzey kısmındadır. Bu bölge 68 aktif volkana sahip. Dünyadaki tüm topraklarda bulunan volkanların yüzde onundan fazlası demek. Bu kavis, daha büyük olan Ateş Çemberi'nin, yani Büyük Okyanus'u çevreleyen volkan sırasının bir parçası. Ateş Çemberi'ni varlığı, levha tektoniği teorisiyle açıklanıyor. Teori şöyle diyor:
Dünyanın yüzeyi yavaş hareket eden bir sürü katı levha halinde kırılmıştır. (En hızlı levhalar her yıl birkaç santim kadar hareket ediyor, başka bir deyişle tırnaklarımızın uzadığı hızda.) Ateş Çemberi işte bu Pasifik levhasının diğer tektonik levhalarla çarpıştığı yerde şekillendi. Pasifik levhası yeryüzüne dik bir açı oluştup diğer levhaların altında sessizce kayıp gider. Bu levha dünyanın içindeki sıcak bölgeye battıkça erime meydana gelir. Bunun sonucu oluşan magma yüzeye taşınır ve yerkabuğundan volkan şeklinde püskürerek ortaya çıkar.
Kamçatka Yarımadası'nın tarihi volkanların yapıcı gücüyle okyanusun yıkıcı gücü arasındaki mücadelenin tarihidir.

imperiaflex_0_13_1.jpg


KÜLLERLE YAŞAYAN ADAM


Çadırı kurduk. Su geldiği için, volkancı kulübesinde çay içiyoruz. İçerisi hâlâ külle kaplı. Bahçıvanların giydiği türden, kasıklara kadar uzun lastik çizmeleri, koltuk altından bele kadar yırtık kazağı, paslanmış emaye bardağıyla, rehberimiz profesör gerçek bir anti-marka olarak karşımda duruyordu. Favorilerinden alnına, çenesine kadar sivrisinek yarası var. Profesör, çantasından çıkardığı bir masa örtüsünü yere serdi ve eşyalarını onun üstüne koymaya başladı. Ardından, daha kalın bir naylondan gerçek masa örtüsünü üzerine yaydı. Bazen fazla gülüyor ve altın dişleri ağzından dökülüyordu. Evet, ben onu izliyordum. Bünyad'ı "bak da öğren" diye kızdırıyordum. Sedirin altındaki kül yığınında bulduğu bir kesme şekeri öper gibi dudaklarına getirdi, kuvvetle üfledi ve çayının içine attı. Ziyan etmedi yani. Yürüyüşe başlamadan önce de çantasından pembe naylondan panço gibi bir şey çıkarmış, başından geçirmişti. Üstünde de gelin duvağı gibi tül vardı. Profesör, çok sistematik görünüyordu bana. Sanki her eşyayı kendi yapıyor gibi bir hali vardı. Sedirin altından beyaz plastik bir tabak çıkardı. İçinde yarım parmak kalınlığında kül vardı bu tasın. Kulübede kalmış şeker kutusu kartonundan bir parça kopardı ve onunla tasını bir güzel temizledi. Sonra o tasa pilavı koydu. Yemeye başladı iştahla. Volkanla, kül ve cürufla haşır neşir, mutlu görünüyordu.

Ertesi gün, kuzeyden başladığımız yükselişimize devam ettik. Yaklaşık beş saat sonra 2 bin 629 metreye geldik . Önce Andrey, sonra ben. Profesör, eline bir kürek alıp kulübedeki külleri temizliyordu. Sonra eline bir çekiç aldı ve kulübedeki kimi yerleri onarmaya koyuldu. Arkadan gelenlere masalsı bir manzara sunmak istiyordu sanki. Sonra içeri girdik.Yarı ıslak şilteleri serdik. Bu sefer temizdi döşemeler. Çünkü beş on gün evvel gelip burayı düzenlemiş. Hatta kendisinden sonra gelenler olduğunu da söyledi.
Aklım, gelirken taşların arasında rastladığımız anorak kalıntısına takılmıştı. Profesör, artık buna ihtiyacı yok demişti. Bu civarda donmuş bir kızın anorağıymış. Ne zaman diye sormuştuk, ama cevap vermemişti. Volkancı değildi demişti, o kadar. Belki yakın arkadaşıydı, belki değildi. Zaten profesör, aklına oturaklı bir cümle gelmeyince cevap vermiyordu. Soruyu dinliyor, o an düşünüyor; bazen, "Anlamadım tekrarlar mısın" deyip biraz daha düşünüyor, ama iyi bir cümle bulamazsa, cevabı yine söylemiyordu. Kulübede sorumu tekrarladım. Öğrendim ki, anorağın sahibi genç kız, 15 yıl önce bir temmuz günü çıkan fırtınada kaybolmuş. Yükseklik iki bin metreden daha fazla değilmiş.

Yorgun, ıslak ve nereye gittiğimizden tam emin olmadığımız bir halde, bu volkancı kulübesinde çayımızı yudumluyoruz.
Bünyad: "Bu dağ enerjiyi alıyor. Mont Blanc'a çıktım. 4 bin 800 metre. Bu dağ ile aynı yükseklikte yani. Ama 3 bin 800'de otel var. Mis gibi odada yatıyorsun, duşunu alıyorsun. Yemeği önüne getiriyorlar."
Özcan: "Filtre kahve, şarap da var. Garson da var değil mi?"
Bünyad: "Ağrı'da 2 bin 500'e kadar araba çıkıyordu, yolu bozdular. 2 bin 200'e kadar arabayla çıkıyorsun. Sonra da katırla dağa, son kampa ulaşıyorsun."
Bu kadarı da fazla konforlu doğrusu;
Ekibimiz 7 kişi. Sayayım: Andrey rehberimiz; Viktor ikinci rehberimiz; Bünyad, ben ve Moskova'dan Cüneyt, Önder ve Feliks. Güzel bir istasyondayız ama burada en fazla beş kişi yatabiliyor. Bu yüzden biz Bünyad'la çadır kurduk.

Yağmur hiç durmadı. İki gündür. Eğer güneş açmazsa halimiz ne olacak bilmiyorum. Üstelik yarın biraz daha yükseğe çıkacağız. Çantanın içindeki her şey ıslak. Daha soğuk durumlar için yanıma aldığım kaztüyü anorak, mendil gibi olmuş. Şu an içine girdiğim, Kuzey Kutbu'nda giydiğim eksi 40 derecelik tulumum bile ıslak. Kalın polar pantolonum da öyle. Çantamın içinde kuru hiçbir şeyim kalmamış.

İlk kez bir dağ çıkışında bu kadar ıslanıyorum. Kışın kar vardır, bu yüzden dağa çoğunlukla yazın çıkılır. Yağmurda ya da derenin içinden geçerken ıslanmak o denli sıkıntı yaratmaz, çünkü bizim ülkemizde dağlarda yaz mevsimi hissedilir. Daha önce de üç gün boyunca derenin içinde kalmıştım. Ama bu kadar kuzeyde, hava daha soğuk oluyor. Çadırın içinde ısınmaya çalışarak, ertesi gün güneşli bir gün olması için dua ediyoruz.
Her zamanki gibi gece yarısı saat 04'te yine uyandım. Kamçatka'daki günlerimin sayısını tam olarak hatırlamıyorum, ama 7-8 gün olmuştur. Dışarı çıktım. Fırtına vardı. Soğuktu. Dağda kızıl bir görüntü hâkimdi. Güneş doğmaya çalışıyordu. Hemen arkamda volkan, yarısından çoğu bembeyaz, olan biteni izler gibi bana bakıyordu. İlk kez bu kadar yakından görüyordum.
Şafak vakti bu muhteşem manzaranın önünde, ilk patlamaya, manzaranın doğum anına gidiyordu zihnim.

Volkanbilimciler, yaklaşık 2.5 milyon yıl önce (Geç Pliosen zamanından söz ediyoruz) bugünkü Kamçatka'nın, Büyük Okyanus'un tabanının da aşağısında bekleyen bir magma havuzundan biraz daha büyük bir şey olduğunu söylüyor. Bu magma, okyanusun zemininden püskürdüğünde denizaltında oluşan dağ sıralarını meydana getirmiş. Bu dağ silsilesi okyanus yüzeyine ulaşacak kadar büyümüş ve bugünkü Aleut Adalarına benzeyen bir takımada oluşmuş. Bu volkanik faaliyet soğuduğunda Pliosen devri de sona ermiş ve artık, güç dengesini oluşturmak okyanusa kalmış.

Yeni taşkın patlamalar, bu adaları, Asya'ya ait tek bir kara kütlesine bağlı, geniş volkanik platolar şeklinde, tüm Kamçatka'yı deniz seviyesinin üstüne çıkarmış. Bunu göreceli bir barış dönemi izlemiş. O dönemde Kamçatka'yı ziyaret eden biri, bugünkü İzlanda'ya benzeyen buharların çıktığı tepelik bir manzarayla karşılaşacaktı. Yoğun bir orman yerin yüzeyini kaplıyordu. Buzul kalkanları sessiz zirveler oluşturmuştu ve buzuldan burunlar, denizin içine doğru uzanıyordu. Dikkatli bir gözlemci bu sakinliğin geçici olduğunu zaten tahmin edebilirdi. Kamçatka'nın platoları gaz dolu magmaların baskısıyla zaman içinde kabardı. Sular, yerdeki dev çatlaklardan magmaya ulaştığında, büyük bir patlama yeri sarstı ve magmanın yüzeye çıkmasını sağladı. Bu seferki patlamada bol miktarda lav ve kül taşkınları oluştu. Bu taşkınlar dağlık manzarayı düzleştirdi ve Kamçatka'yı donuk gri bir düzlük haline getirdi. Plato üzerinde, zehirli gaz bulutlarına dönüşen sıcak lav kubbeleri ve sırtlar meydana gelmişti. Görüntü, Ray Bradbury'nin Mars Yıllıkları'nda betimlediği manzarayı andırıyor olmalıydı.

Büyük magma rezervleri boşaldıkça, yeryüzünün yüzeyi, dev çöküntüler oluşturarak batmaya başladı. Bu yarımadanın şu anki manzarası da böyle oluştu. Yani derin çatlaklardan oluşan vadilerin, dağ sırtlarını ve platoları kestiği manzara. Modern yanardağlar erken dönem volkanik kuşağın beslendiği yarıkların tepesine yerleştiler. Daha küçük alan kaplıyorlar ve patlama güçleri eskiye göre daha az. Buna rağmen, Kamçatka'nın 29 aktif yanardağının volkanik gücü halen muhteşemdir.

İşte Kamçatka'nın volkanik omurgasında, Avrasya için en büyük, dünyanın ise en büyük aktif yanardağlarından biri olarak Kluçovskoy Yanardağı bulunur. Ortalama bir kara yanardağından 35 kat daha üretken olduğunu söyler volkancılar. Derler ki, yılda ortalama 60 milyon ton bazalt püskürtür, bu da 850 aktif kara yanardağının çıkarttığı malzemenin yüzde 2.5'u demektir.

Güneş dağın arkasından başını uzatana kadar dışarıda kaldım. Jeolojik çağlardan bugüne döndüm bir anlamda. Gerçi hâlâ oluşmakta, hem de ateşle cevherle oluşmakta olan volkanlar coğrafyasındaydım, ama şu an sorunlarımız çok küçük sayılırdı. Her şeyden önce, güneş çıktığı için insanlar ve giysileri kuruyabilecekti. Birkaç dakika içinde Kluçovskoy'un eteğinde bir çamaşır asma sahnesi kuruldu. Ben de pantolonumu, tulumumu asmış, diğerleri için de uygun taşlar bakınıyordum ki güneş yine bulutun arkasına geçti.


HAYATSIZLIK


Çamaşır gününü erken bitirmiş, elinde kamerasıyla Önder beni çağırdı:
"Dün gece buldum fareyi. Yuvayı yaptım. Elimin sıcaklığıyla çok mutlu oldu. Gözünün biri görmüyordu. Sol yanağında apse vardı. Son günleri olduğu için ceviz verdim ama yemedi. Takatı kalmamış. Zaten daha önce yolda gördüğümüz fare de öyleydi. Bu da beni başka şeyler düşünmeye sevk etti. Felaket habercisi gibi olmayayım ama öteki volkanın tüttüğünde de böyle olmuştu. Takır tukur sesler duymuştum...
"Bu sende tedirginlik yarattı."
"Bu fare de, yat uyu, diyor. Babam da öyle derdi, yat uyu!"
Devam etti:
"Burada hiç hayvan yaşamıyormuş. Buraya gelip gider onlar dedi Andrey. Sadece ölü bir tilki görülmüş.
"Belki volkanik gazlardan zehirleniyorlardır. O yüzden yanaşmıyorlardır. Etrafta kuş da görmedik."
"Bu fare de, yaptığım yuvada öldü. Daha önce gördüğüm de kısa sürede ölmüştü."
-"Patlama olduğu zaman önceden haberimiz olmuyor değil mi?"
- "Onu sordum Andrey'e şimdi. Kayalar düşer, bakacaksınız dedi. O yüzden kuzeye gelmişiz. Buradan daha az düşüyor. Ben gece sesler duydum. Aygıtlar var vesaire var, burada öyle bir sistem var mı dedim. Öyle bir şey yok, volkan ancak patlarsa haberin olur, cevabını verdi. Herhalde patlar, bu aktif bir volkan, dedi. Lav mı püskürtür, gaz mı çıkartır, duman mı atar, bunu olduğu zaman anlarsın dedi. Dolayısıyla erken uyarı sistemi yok. En tepede bile 700 metre çaplı bir krater varmış. O dumanı oradan atıyor dedi. Bir yükleme var, o deşarj oluyormuş. Artı o gaz, rüzgârla bize gelmez inşallah dedi. Yoksa zehirlenirmişiz."

- Dağa çıkılmamasının sebebi bu olabilir. Batılılar olasılıkları ciddiye alır ya. Binde bir bile olsa patlama olasılığı var diye mi gelmiyor kimse?"
-"Almanlar çok hırslıdır ve iddialılardır. Ama onlar bile çıkmadı."
-"Onlar kontrol edemedikleri tehlikeyi sevmiyorlar. Biz de tam tersini yapmayı sevdiğimiz için buradayız."
"İnşallah bir şey olmaz diyelim. İnşallah, yalnızca bizim kültürümüzde var."
"Kalıntı yok dağda. Canlı da yok. Olanlar da ölmüş."
"Dağda bizden başka kimse de yok değil mi? Issız bir dağ."
"Evet abi, canlı da yok."

Tam dağın buz hizasında azar azar başlayan buharlaşma kalın bir halka haline geldi. Dağ kendi bulutunu oluşturmaya başladı. Güneşin etkisiyle buharlaşma ve bulutlaşma giderek artacak ve dağ daha fazla öfkelenecek gibi gözüküyordu. Kuzey güneşi görünür ama çıkmaz, gülümser ama kahkaha atmaz. ?öyle tepemizde ama sadece küçük bir moral veriyor o kadar.

Saat 11:30. Birazdan yüklerimizi sırtımıza alıp yürümeye başlayacağız. Güneş hâlâ bir görünüp bir kayboluyor. Yukarısı buhar aşağısı bulut. Belki 200 metre yükseklik kazanıp, dağın batı yamacına doğru yürüyeceğiz. Henüz net bir şekilde belli değil dağa nasıl çıkacağımız.

Yatay geçiş yapıyoruz öbür tarafa. Küller artık 10 santim kalınlığına ulaşmış. Bastığımızda beyazlık oluşuyor. Dağın bu yüzü püskürmeden nasibini fazlasıyla almış. ?imdiye kadarki en fazla kül burada sanki. Köyün kaloriferinin küllerini sanki buraya boşaltmışlar gibi. Ay yüzeyinden farksız. Kül öbekleri zaman zaman okyanus dalgası gibi şekil almış. O yüzden batonları dalgaları aşmak için kürek gibi kullanmak durumundayız.

"Yüzüklerin Efendisi"ndeki büyücüye benzettiğimiz rehber profesörün hemen arkasında yürüyorum. Kül renginin tonlarıyla yer ve gök dalga dalga birbirine karışmış. Yoğun sis altında adımlarımızı atıyoruz, siyah külden yumuşak örtüye basınca alttaki karın üzerinde beyaz ayak izleri beliriyor. Rehberin izlerini izliyoruz. Birden durdu Andrey, arkasına döndü ve şunu dedi:

"Adımlarımı iyi takip edin. Eğer yanlış yere basarsanız mezarların üzerine basarsınız. Bu dağ mezarlık dolu."
Doğrusu çok iyi moral veriyordu.

Biraz önce uzun bir yürüyüşle geçtiğimiz yer bu baharda çamur, kül, taş ve bir parça da gerçek lav akıntısı karışımıyla akmış. Şu an önümüzde ise 15-20 yıl önce soğumuş bir lav akıntısı duruyor. Uzaktan buharların çıktığı yerin altından sıcak lavın aktığını söylüyor rehberimiz. Bulutların ardından gözüken volkanın adı da Uçkovski.
Sıcak buharların püskürdüğü dağın hemen batı yüzünde dev bir buzulun önünde mola verdik. Yarın ne yapacağımıza henüz karar veremedik. Nereye geldik diye sorduk rehberimize. O da beş parmağının arasındaki parmağını gösterdi. Bir anlam veremedik tabii ki. Talihe bakın, hava açıyor. İki dağın arasında kaldık. Muhteşem bir aralıktayız. Mavinin arasından Kluçovskoy, hemen oradan ona nispet yaparcasına Uçkovski görünüyor. Her taraftan buharlar, bulutlar, dumanlar tütüyor. Çok susamıştık. "Su bir miktar siyah" dedik rehberimize. Cevabı şöyle oldu: "Sana öyle geliyor. Bakmazsan göremezsin."
Andrey ve ben volkancıların çadırı diye gösterilen yere inişe başladık. Ve yaklaşık bir saat sonra geldik. Andrey'in günlerdir bize büyük bir çadıra gidiyoruz dediği yer, branda kumaşları yırtılmış, içerisi kurumla dolu, alçak, ahşap bir kulübe. İçinde kalmak olanaksız. Andrey ocağı yakmaya çalışıyor. Nasıl getirilmişse içeride, kesilmiş odunlar var. İnsanlar yine geride kaldı, çünkü olması gereken tempoda yürüyorlar. Her zamanki gibi kamp yerine gelince yağmur yine yağmaya başladı. Andrey'in naylonları ve branda parçalarıyla çantamın üstünü iyice örttüm.

Dün yaklaşık 11 saat yol almıştık. Hiçbir şey yemeden, içmeden, mola vermeden. Bitkin ve sırılsıklam gelmiştik ana kampa. Yine bir yağmura yakalandık. Oysa bir gün önce saat 11'e kadar zamanımızın önemli bir kısmını kurumakla geçirmiştik. Çadırı ben taşıyordum. Bünyad gelmeden, bir güzellik yapayım ve yağmur altında kurayım dedim. Ama, kaç gündür kurulmasına yardımcı olduğum bu çok sofistike olan çadırı tek başıma kurmayı başaramadım. Bünyad gelince halletti. Çadırın içine girdik. Küçük bir makarna çorbası içtim. Bu çorbanın, içtiğim son çorbalardan biri olduğundan habersiz, iştahla. Sırtımın ve bacaklarımın ağrısı devam ediyordu ama nedeni, uzun yol yürümek olabilirdi. Gücümüzü toplarsak yukarı çıkacağız. Ama ne zaman?
Bünyad: "Bu volkan çok tehlikeli. Geldiğimiz yerdeki rota bundan daha az tehlikeliydi. Bivak atmak gerekecek yukarıda."

Ama, aramızda yine, hemen dağa çıkmak isteyenler var. Bünyad, haklı olarak itiraz ediyor. Önce dinlenip sonra karar vermek gerektiğini söylüyor. Dağın yarısının üzerinde, uzun sürecek fırtınanın ilk esintileri altında bir tartışma daha başlıyor.
Bünyad: "Burada yatıyoruz diyorum bugün. Yarın karar alalım diyorum. Aynı şeyi yapmayın. Adam (rehber) normal biri değil. Buradan iniş rotasını bildiğim tek rota var. O da geldiğimiz uzun yol. Birçok parametreyi aynı anda düşünüyorum. 30 yılın verdiği bir şey. Sen, ha öyle mi, peki' deyip buna uyacaksın. Yapmayacaksanız, bana sormayın o zaman!"

Rehberimiz Viktor'un geçen yıl Everest'e kuzey duvarından çıkmış bir dağcı olması, grupta deneyimsiz olanların bazılarının aklını karıştırıyor. Çünkü onun söyledikleri ile Bünyad'ın ve bazen benim söylediklerim, şimdi olduğu gibi çoğu zaman çelişiyor. Örneğin, Viktor henüz yüzünü bile görmediğimiz bir dağa çıkmak için bilmediğimiz bir ormana bizi soktuğu gibi, şimdi de fırtınaya rağmen daha yukarı çıkmaya zorluyordu. "Dağ böyledir zaten" diyordu. Bu defa kabul etmedik. Çünkü, bu yükseklikte bu davranış, grubun daha deneyimsiz üyeleri için başta olmak üzere herkes için tehlikeli olabilirdi. Üstelik, yeterince beslenmeden yürümüş, bitkin düşmüş, hatta kimilerinin yüzünde gözünde şişlikler oluşmuştu. Vücutlar kendine gelmeliydi. Ama daha kötüsü bizi bekliyordu ve henüz bundan haberdar değildik.
 
imperiaflex_0_11_0-1.jpg


YİYECEK BİTTİ


Saatlerdir çadırın içindeyiz. Rüzgârın kırbacı altında inliyoruz. Bir ara güneş açtı. İnce ince yağmur yağdı. Şimdi tekrar dolu yağıyor. Dış brandanın altına vuruyor. Islanmaması gereken pek çok şey suyun içinde. Ne yapıyorum? Kitap okuyorum. Ruhun kötülüğü yenmesine dair hikâyeler. Eski şövalye masalları anlatılıyor ve yorumlanıyor. Saatim geceyi gösteriyor ama oldukça kuzeydeyiz, hava hâlâ aydınlık. Yalnızca aydınlık olsaydı, hiç karanlık olmasaydı, gecesiz bir dünyada yaşasaydık eğer ne olurdu diye düşünüyorum. Bir yandan da çadırın içinde bir an önce günün dönmesini ve sabahın olmasını bekliyorum.
Bünyad'la uzun sohbetlerimizden birini başlatıyorum (teybimi açarak). Hiç tek başına zirveye çıkıp çıkmadığını soruyorum. Evet, diyor.

-"Hava koşulları yüzünden mi?"
- "Yer koşulları da kötüydü. Tırmanılan yapı çok tehlikeliydi. Bir an için çok ürktü diğerleri."
- "Hangi dağda?"
-"Aladağlar'da Demir Kazık. Kış. Kuzey. En az on beş yıl önce."
-"Emniyetsiz mi çıktın?"
- "Emniyet zaten çıkmayı kolaylaştıran bir şey değil ki."
- "Zor muydu?"
- "Şartlarımız baştan beri çok kötüydü."
- "Ben en basit bir dağa bile tek başıma hiç çıkmadım. Onu düşündüm."
- "Şu şartlarda mı? Dolu yağıyor. Yukarıda kim bilir nasıldır?"
- "Ağrı'da Çek Buzulu vardır. Bir Çek dağcı düşüp ölmüş. Burada da geçenlerde bir Çek dağcısı ölmüş. Burası da volkanik ya. Tuhaf tesadüf."
- "Hava iyi olsa bu dağa çıkarsın. Biz kötü bir yere geldik. Kar batar."
- "Acayip yorgunluk olur."
- "Dün geçtiğimiz yerde zirveye çok güzel bir sırt vardı. Dağı artık tamamlayacağız, dönmüş olacağız baştan sona neredeyse."
- "Gene tek başıma deneyemedim."
- "Bunu niye yapmaya çalıştığın önemli."
- "Mecburiyet, merak? Başarıp, başaramayacağım önemli. Bir şekilde yüzleşme… İnsanın kendi kendine yüzleşmesi anlamına gelir mi?"
- "Kesinlikle alakası yok. Bir şeyleri belki öğrenir. Sadece dağ olarak bakma. Aşağıda şu ormanda dolaşmak şu dağa çıkmaktan daha zor olabilir. Ben şuna acırım bu dağ yerine Uzon Kaldera'ya kadar gitmek için gücümüzü ve zamanımızı harcayabilirdik. İnanılmaz bir tecrübe olurdu."

Uzon Kaldera, Kamçatka'nın ortalarında, volkanik bir bölge. Karayolu yok. Yalnızca helikopterle gidiliyor. Ama biz, yürüyerek ulaşabilir miyiz diye çok soruşturduk. Olmadı. Aklımızda kaldı.

- "Evet. Direkt dağa saldırmadan önce orada bilgi toplamalıydık. Acele oldu. Panik. Doğanın zamanıyla modern zamanın parayla ölçülen teknik zamanının çatıştığını gördük. Kendi ritmi var doğanın. Ona uymak zorundayız. Belki aşağıda biraz daha kalsaydık, ikimiz gelseydik mesela. Ne yapardın?"
Ben birçok şeyi aşağıda Petropavloks'ta hallederdim. Daha çok sorardım. Gider, seyahat acentesine sorardım.

- "Burada da bir süre bekleyebiliriz."
- "Acele, acele giden ecele gider."
- "Bu laflar boşuna söylenmemiş."
- "Yüz yıl önce Kamçatka'ya gelmiş aptallar gibiyiz."
- "Ekipte Everest'e çıkmış, Rusça konuşan biri var. Buların hepsini çözmesi lazım."
- "Burada kimse bir şey vermiyor."
- "İki cümle için 500 ruble verdik birisine. Bizi çıkaran adamın şizofrenisi olabilir. Sadece fikirlerinden dolayı söylemiyorum. Meczup biri. Yani cazibeye kapılmış anlamında meczup. Volkanın cazibesine kapılmış. Onun etrafından ayrılmıyor. Gerçi şefiyle anlaşamadığını anlattı ama. Acaba buradan hiç dışarı çıktı mı? Hıristiyan hac yolculuğu yapar gibi dağın kuzeyinden batısına günlerdir yürüdük. Kulübeleri ziyaret ettik. Her kulübeye itina ile davrandı. Sildi, süpürdü, tamir etti. Siz gelmeden önce, buraya vardığımızda kürekle hızlı bir şekilde külleri çıkarıyor, bırandaları söküyor, küllerin altına gömmüş olduğu başka brandaları çıkarıp çatıya çakıyordu. Çadırını bile kurmadan. Kendince bir amacı mı var? Bizi özellikle mi bu yoldan getirdi?"
- "Ben kaçıncı gün söyledim. Kesin öyle."
- "Sorulara cevap vermiyor ki. Herkese ayrı bir tavır gösteriyor. Sorumu tekrar ettiriyor. Aklına güzel bir cevap gelirse söylüyor. Orman büyücüleri filan olur ya…"
- "Maksut bizim farklı mı?"
Kaçkarlar'da Ayder'in orman bekçisini söylüyor Bünyad. Bütün kışı tek başına, karlar içindeki ormanda geçiren dünya iyisi doğa adamı Maksut.
- "İyi adamdı."
- "Normal miydi? Kerpetenle kendi dişini çekmişti bir keresinde. Yüzü gözü kan içinde kalmıştı."
- "Andrey'in konuşmaları da çok ilginçti. Masal gibi konuşuyor. Evine gitmediğime pişman oldum."
- "Berbat bir yer. Evi buradaki kulübeler gibi. Çöp ev haline dönmüş. Kitaplar filan da var tabii. Mutfak iğrenç."

Çay yapamıyoruz. Çünkü her şey Viktor'da. Ne zamandır bir şey yemiyoruz, ama şimdilik hiçbir şeyin farkında değilim. Fırtına? Dinecek gibi gözükmüyor. Bazen sohbete ara veriyoruz. Ben kitabıma dalıyorum. Kitabın en ilginç öyküsü aslında, "Kral ve Hortlak" adlı bölüm. Uzun bir aradan sonra, bir kitabın belirli bölümlerini defalar defa okuyorum. Yapacak başka bir şey olmadığı için değil, daha iyi anlamak için. Çok eski bir Hint masalını anlatıyor öykü. Sırtına aldığı ölüyle sohbet eden bir kralın öyküsünü. Yazar, insanın geçmişiyle hesaplaşmasını anlatıyor; bu masalda olduğu gibi, onu asla bırakmayan, bir ölü olduğu halde dirilip dirilip konuşan, paradokslarla dolu sorular soran geçmişiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Şöyle diyor yazar:

"Hiçbir şey bizden uzakta değildir. Hiçbir şeyi yabancı sayamayız. Kendimiz ve diğerleri arasına mesafe koyduğumuzda hata yaparız ve bunun sonuçlarına katlanırız. Öyleyse şimdi geriye git, tekrar tekrar geriye; geçmişin cesedini onu mahkum ettiğin darağacından indir."

Masalda da kral böyle yapıyordu. Ağaca asılı ceset, aslında onun geçmişiydi. Onu sırtına alıyor ve konuşuyordu. Yazar şöyle diyordu:

"Geceleri seninle konuşacak başka bir ses bulamazsın, sana öğretecek veya seni kurtaracak başka bir ses yoktur- ceset, kendi -ihmal edilmiş, unutulmuş- geçmişimizin somutlaşmasıdır. İsteği yerine getirilmemiş, doyurulmamış, öte yandan ölü de sayılamayacak geçmiş yakamızı bırakmaz, ta ki biz, sonsuz gibi görünen gecede, kendi varoluşumuzun o ana kadar yadsıdığımız yönünü kabul edene, tanıyana ve tatmin edene dek."

Aklım tekrar o ürkütücü ormana gitti ve Bünyad'a sordum.

- "Orman, bilmeden çıkılacak bir alana benzemiyor. Dönüşte ormandan çıkmak için profesör bize lazım."
- "Ben bunları düşünüyorum. 15 kilometre orman ve sonra yol 20 kilometre. Dün rehberin söylediği bu."
- "Çıkmak için bir daha geleceğiz buraya. Bir daha geldiğimizde çıkarız."
- "Bu hataları bir daha yapmayalım. Burada zor olan dağ değil. Her şeyi zorlaştıracak unsurlar var."
- "Bugün hava hakikaten çok kötüymüş."
- "Yarın pırıl pırıl bir havayla karşılaşabiliriz. Rüzgâr yer, cephe değiştirecek. Bu havada bivak yapacağız. Ertesi gün çıkış yapacağız."
- "Sekiz saat miymiş çıkış? Bivakla gideriz, çıkamazsak bivak atarız."
-"Görüyorum. Bir şey olsa bu ikisinin (Rus rehberleri kastediyor) bize yardım edeceğini düşünüyor musun?"
- "Emin değilim. Yani uydu telefonuyla helikopter alırız."
- "Helikopter gelemeyebilir."
- "Sen inanabiliyor musun herkesin çıkabileceğine?"
- "Hava güzel olursa olabilir ama bu koşullarda mümkün değil. Berrak, rüzgârsız hava olmalı ve iki gün devam etmeli. Hafif yolla başımız belada. Bundan kurtulmak zorundayız."

Bir helikopter gördük öğlen saatlerinde. Etrafımızdaki volkanlar arasında tur attı. İleride gözden kayboldu. Birileri indi. Yaklaşık bir kilometre uzağa, buzulun üstündeki kar ve kül dalgalarına basa basa onlara doğru yürüdük. Uzaktan iki kişi gördük. Biri başkentten bir dağ rehberi, diğeri dağ meraklısı bir Rus'tu. Çadır kurmakla uğraşıyorlardı. İyi bir hava yakalarlarsa çıkacaklarmış. Bir haftalık yiyecekleri ve suları vardı. Suyu da bakkaldan alıp gelmişler. Buradaki kömürlü suyu içmemek için, nasılsa helikopterleri var. Hava açınca 3 bin 200'e, kamp atacaklar. Sonra tek atakla zirve yapacaklar. Aslında çok zor görünmüyordu. Bizim ise yiyeceğimiz tükenmişti. Dağ için yeterli yiyecek getirmemiştik. Rahat çıkacağımız bir dağa çıkamayacaktık. Dağın yeni konuklarından helikopterin telefonunu aldık.

Kampımıza döndüğümüzde hemen arama kurtarmayı aradık. Gelemeyiz dediler. İlk sarsıntıyı böyle yaşadık. Yardım istedik ve hayır yanıtını aldık. Yaralı ya da hasta olup olmadığımızı sormuşlar önce. Yok cevabını vermişiz. Yiyeceğimiz bitti demişiz. Ama bunu önemsememişler. Belki de yiyeceksiz dağa çıktığımıza inanmamışlardır. ?imdi dönüş için iki ya da üç gün sürecek, zor bir yürüyüş bizi bekliyor. Kolay başarılacak bir iş değil. Volkanın aşağılarında yağmur yağıyor. Her şey ıslak. Akşam yarım tas makarna yiyebildik. Çadırımıza çekildik.

Ertesi sabah, kuzey yönünde Şivelutç Volkanı bulutların içinden sıyrılıp nihayet kendini gösterdi. Gelmeden bir gün evvel patladığını öğrenmiştik. Dağdan ayrılmak üzere çaba sarfederken patlayan volkanı görebildik. Son derece görkemli. Kusursuz bir koni değil ama sanki içinde bulutları saklıyor. Aktif lav akıntısının verdiği sıcaklıktan meydana gelen bulutlar. Kamçatka'nın en kuzeyindeki volkan, 3 bin 395 metre. Yaşını da söyleyeyim; yaklaşık 60-70 bin yıl. Her 100 ya da 200 yılda bir lav püskürterek patlıyor.

Kısım 1964'te patladığında, Kamçatka Nehri'nin vadisi yaklaşık 15 kilometre yukarıda bir kül bulutuyla örtülmüş boylu boyunca. Siyah fonun içinden kızıl ateşler parlıyor, gümbürtüler, 70 kilometre uzaklıktan duyuluyormuş. Patlama 1.5 saat devam etmiş, sonra kül bulutu 100 kilometre yukarıda Üst-Kamçatka kasabasının üzerine gelmiş ve tam üç saat devam eden bir kül sağnağıyla evlerin ve insanların üzerine yağmış. Metrekareye 28 kilo kül düşmüş. Volkan, 1980, 2000 ve şimdi 2005'te yeniden patlamış.
Andrey, patlama sırasında tırmanış yapmak tehlikeli diyor. Bu esnada fırsat bulup Andrey'e özel bazı sorular soruyorum. Letonya'nın başkenti Riga'da doğmuş. Elli bir yaşında. Boşandığı karısı İsrail'de yaşıyor. Yirmi beş yaşındaki kızını sekiz yıldır görmemiş.

Çocukken bir kitap okumuş tüm hayatı değişmiş. Dünyanın en meşhur volkanbilimcilerinden Haroun Tazieff'in Şeytanla Buluşma adlı kitabını. Bunun üzerine volkancı olmaya karar vermiş. Kamçatka'ya gelmiş. Burada yaşamaya başlamış. Sanırım volkanların cazibesiyle onlara daha çok bağlandıkça karısından uzaklaşmış. O, volkanın kendine çektiği bir adam artık. Gerçi, volkanolojiyi yerden yere vuruyor. "Volkanlara inanıyorum, bilimine değil" demişti bir keresinde. Her beş on günde bir Kluçovskoy Volkanı'nın yüksek eteklerinde tek başına dolaşıyor. Kül soluyor, kül içiyor.
Helikopter pilotlarını aradık az önce. Kalkmışlar ama hava yüzünden bize doğru gelememişler. Başka bir helikopter Esso'da varmış. Bir buçuk saat sonra onları arayacağız. Kurtarma ekibi bizimle ilgilenmeyince, ekipten bir arkadaşımız Moskova'da tanıdığı, İçişleri Bakanlığı'nda üst düzey görevli bir generali devreye soktu. Bu yüzden olsa gerek artık bizimle ilgileniyorlar. Ama bu defa da fırtına, giderek artan ve bir saat bile dinmeyen fırtına yüzünden dağa yaklaşamıyorlar.

Yiyeceğimiz bitti. Uydu telefonumuzun pili de bitmek üzere. Soğuktan etkilenmesin diye koynumuzda saklıyoruz ve Moskova'ya belirli bir saat söyleyip telefonu sadece o saatte açıyoruz. Victor, üç günlük yiyeceğimiz var diyor, ama, o da günde bir öğün ve üç-dört kaşıklık, yani bir avuç püre ya da makarna. Bereket GPS'in gösterdiği koordinatı aşağıya bildirdik. Pil ve yiyecek tamamen bitse bile gelip bizi alırlar. Ama burası Rusya, daha da ötesi Kamçatka, hiçbir şeye güven olmaz duygusunu yenemiyoruz. Deneyimlerimiz bize bunu söyletiyor. Hava açtığında, helikopter gelmemişse eğer hâlâ, vücutlarımız zayıf da olsa, iki gün sürecek iniş yürüyüşüne başlayacağız. Ama hava ne zaman sakinleşir? Kimse bilemez.

Fırtına şiddetini daha da artırdı. Gece boyu abanan rüzgâr, diğer çadırların çubuklarını iyice eğdi, çadırları yere yapıştırdı, su içinde bıraktı.
Bugün temmuzun otuzu. Günlerden hangisinin olduğunun bir önemi yok dağın takviminde. Aynı çadırda, aynı noktada dördüncü gecemiz. Son lokmamızı yiyeceğiz birazdan ve helikopter bugün de gelemeyeceği için aşağıya inmeye çalışacağız. Hava dün geceyle aynı. Yağmur yağmıyor ama sis ve rüzgâr var. Çadırları söktük. Helikopter belki gelir diye ağırdan aldık ama çantalarımızı hazırladık. Yürüyüşe hazırız artık. Gerçi burada bir seçim yapmak durumundayız. Helikopteri de bekleyebiliriz ama bir gün sonra yürüme şansımız hiç kalmaz. Çünkü vücutlarımız kendi ihtiyatlarını tüketmeye başladı. Helikopter gelmezse yaşamsal tehlike ortaya çıkar ki gelmeme ihtimali her zaman var, hatta gelmeyeceğine daha çok inanıyoruz.

Yiyeceğimiz neden bitti? Yeterince yiyecek almadık mı? Yazık ki aldığımız yiyeceklerin bir kısmını rehberimiz yukarıya getirmedi, Kluçi köyünde bıraktı. O yiyecekler olsaydı eğer, yaklaşması zor, ama tırmanması daha kolay bu dağa hemen hepimiz çıkardık. Yaklaşık 260 yıl önce Kamçatka'dan yola çıkıp Amerika kıtasına gitmek isteyen Komutan Bering'in ikinci kaptanı, kaç gün süreceği meçhul Amerika ekspedisyonu için yaptırılan çuvallar dolusu kurabiyeyi almayı unutmuş, bu ihmal yolcuğun seyrini değiştirmişti. Bering, geriye dönememişti. Bu defa yalnızca bir ihmal değil, yanlış hesap, dağa karşı yanlış hisler, acelecilik, gerilimli tartışmalar yüzünden dağda üç gün aç kalmıştık.
Henüz öğle olmadan, telefonumuz çaldı ve nihayet helikopter geleceğini bildirdi. Gelişte bizi duman püskürterek karşılayan Kluçovskoy, dönüşte de şeytani bir sürpriz yaptı ve beyaz bir dumanla bizi uğurluyordu.

Ve çılgın profesör, son hareketini yaptı. Nedense (sonradan nedeni öğrendik, süreyi uzatıp parayı çoğalmak için) üstümüzde tur atan ve hemen yere inmeyen helikopter için, yoksul profesör yolculuğun sürprizini yaptı ve nereden çıkardıysa çıkardığı havai fişeği tutuşturdu. Helikopter için bu fişek gerekmiyordu ama Andrey yolcuğu muazzam noktalamıştı.

Yazı: Özcan Yüksek
Fotoğraflar: Bünyad Dinç
ATLAS














 
Geri
Üst