Şarabın tadından başka herşeyini bilirim

neoas

New member
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
72
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
yalova
Abdüllatif ŞENER'in Turkishtime Dergisi Şubat Sayısında Yayımlanan Röportajı
Hükümetin ekonomi politikalarını analiz edecek bir akademisyen arıyorduk. Biraz da kamu tecrübesi olsa fena olmazdı... Aradığımızdan fazlasını bulduk. Ekonomist, eski bakan ve muhalif…







Hükümetin ekonomi politikalarını analiz edecek bir akademisyen arıyorduk. Biraz da kamu tecrübesi olsa fena olmazdı... Aradığımızdan fazlasını bulduk. Ekonomist, eski bakan ve muhalif…











Abdüllatif Şener bugünlerde Çankaya’daki çalışma ofisinde nisanda kuracağı parti için hummalı bir hazırlık içerisinde. Şener ilk kez 1991 yılında Refah Partisi ile meclise girmesinden sonra 2007 seçimlerine kadar dört dönem üst üste milletvekiliği yapmıştı. Bu süre zarfında RefahYol hükümetinde maliye bakanlığı, 2002 seçimlerinden sonra da 2007’ye kadar AKP hükümetlerinde başbakan yardımcılığı ve devlet bakanlığı görevlerinde bulundu. Siyasete girmeden önce bürokrat olarak İçişleri Bakanlığı, İş ve İşçi Bulma Kurumu Genel Müdürlüğü ve Maliye Bakanlığı’nda çeşitli kademelerde çalışmış; Gazi ve Hacettepe üniversitelerinde ekonomi hocalığı yapmıştı. Ekonomi ve maliye politikaları konusunda hem akademik hem de icracı olarak önemli deneyime sahip Doç Dr. Abdüllatif Şener’le küresel krizi, Türkiye’ye yansımalarını, hükümetin ekonomi politikalarını ve siyasi hayatıyla ilgili merak edilen konuları konuştuk.



Göreve gelmemin ilk haftalarında özelleştirme idaresini de özelleştirme yüksek kurulu üyeliğini de bıraktım. Bırakmak zorunda kaldım. Çünkü açık, şeffaf, anlaşılır, objektif özelleştirmeden yanaydım.



Küresel ekonomideki durgunluğun ne zaman biteceği konusunda bir öngörünüz var mı?



Bugüne kadar Türkiye’de ekonomiden sorumlu birimlerin hazırlıklarında 2009’un 3. çeyreğinden itibaren ekonominin toparlanmaya geçeceği ifade ediliyordu. Türkiye dünyaya böyle bakıyordu. Herhalde öngörüler buna göre yapılıyordu. Zaten türev enstrümanların olmaması nedeniyle Türkiye bir şok yemediği için “Biz bunu ılımlı bir şekilde geçiştiririz” düşüncesi vardı. Hatta bu bakış tarzı öyle zannediyorum doğrudan doğruya hükümeti, kabineyi, bakanları, hatta Başbakanı etkilemiş olacak ki çok rahat, olayın derinliğini hissetmediklerini yansıtacak ifadelerle konuyu değerlendirmişlerdi.



Siz bu yaklaşıma katılıyor musunuz?



Bugün geldiğimiz nokta itibariyle kimse bunu söyleyemez. Dünyadan gelen açıklamalar durumun kısa sürede normale döneceği şeklinde olmadığı gibi artık yavaş yavaş Türkiye’de de farklı açıklamalar yapılmaya başlandı. Nitekim Merkez Bankası (MB) Başkanı’nın geçenlerde yaptığı açıklama ve en son faiz indiriminin gerekçesi olarak bu ekonomik sıkıntının uzun süreceği varsayımının gösterilmesi bugün itibariyle bu bakışın değiştiğinin kanıtı. Zaten kısa sürede ekonominin normale döneceği ile ilgili yaklaşım Türkiye’de yaygın kabul gören bir yaklaşım değil. Sadece görevdekilerin, ekonomi yönetiminden sorumlu olanların yaklaşımı…



Türkiye ekonomisi bu süreçten nasıl etkilenecek? Ekonomi yönetimi kriz sürecinde nasıl bir yol izlemeli sizce?



Bu krizle birlikte sermayenin yeniden yapılanacağı bir sürece giriyoruz. Dünya kapitalist sisteminin yeniden şekilleneceği ya da şekillenmesine etki edecek olayların ortaya çıkacağı bir süreci yaşıyoruz. Bu süreç geride kaldığı zaman, ortaya çıkan tablonun ne olacağı bence son derece önemli... Bu açıdan baktığımızda Türkiye’nin iyimser senaryolar izlemesi bir kere sağlıklı bir hadise değil. En olumsuz varsayımlara öncelik vermek suretiyle farklı senaryoların gözden geçirilmesi lazım. Bunun derin bir kriz olduğunu ve Türkiye’yi derinden etkileyeceğini, tedbirlerin buna göre alınması gerektiğini düşünüyorum. Amerika’da kriz çıkmadan önce zaten Türkiye’de ekonomi daralma sinyalleri vermeye başlamıştı. Bu yüzde Türkiye’nin bu süreçten çıkışı daha geç olacaktır.



Geçmiş ve bugünkü AKP hükümetinin ekonomi politikalarını eleştiriyorsunuz. Siz bir önceki kabinede ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısıydınız…



Ben hükümette bulunduğum dönemde de ekonomi politikalarıyla ilgili birçok konuda Sayın Başbakanla anlaşamadık. Bunun değişik tarihlerde sürekli yansımaları olmuştur. Bir kere başlarken özelleştirme konusunda anlaşamadık.



Özelleştirme idaresi de size bağlıydı…



Bana bağlıydı. Ben zaten hemen ilk haftalarında özelleştirme idaresini de özelleştirme yüksek kurulu üyeliğini de bıraktım. Bırakmak zorunda kaldım. Çünkü açık, şeffaf, anlaşılır, objektif özelleştirmeden yanaydım ben. Özelleştirme prensip olarak kabul ettiğim bir şey olmakla birlikte usul açısından bir takım konularda farklı düşüncelerim vardı. Bunlarda anlaşamayınca orayı bırakarak işe başladım. Zaten daha sonra o süreç sürekli hizmet sektörüne yöneldi. Tüm talebi ülke içinde oluşturan, döviz getirisi olmayan, kar marjları yüksek, hazır kurulu kapasitelerin yabancıya satışına dönüştü. Türkiye’den yurtdışına kar transferi yapılmasına neden oldu. Bizim 2002 yılındaki cari açık miktarımız 1,5 milyar dolardır. 2008 yılında sadece yabancı şirketlerin net kar transferi 2,5-3 milyar dolar arasında gerçekleşecektir. Yani bizim 2002’deki cari açığımızdan daha fazlası net kar transferi olarak 2008’de yurtdışına çıkacaktır. Bu durum yabancı sermeyenin ilgi duyduğu alanlarla, özelleştirme politikalarıyla bağlantılıdır. Ayrıca bankalardaki yabancılaşmaya da karşı olduğumu defalarca söyledim.



O dönemde uyguladığınız politikaları bugünkü konjonktür içerisinde sürdürebilmek mümkün müdür? Kriz sürecinde hükümetin ekonomi politikalarında değişikliğe gitmeyişini eleştiren söylemlerde bulunmuştunuz…



Son dönemde ekonomi politikalarında yeni bir döneme girilmesi gerektiği ile ilgili söylediklerim basında da köşe yazarları tarafından çok tartışıldı. Hatta sözlerimi yanlış bularak, tenkit ederek değerlendirme yapan bazı ekonomistler bugün televizyonlarda “Bu ekonomi politikalarının kriz öncesinde dönüştürülmesi lazımdı” diye açıklamalarda bulunuyorlar. “2002-2007 arasında uygulanan politikalar 2001 kriziyle ortaya çıkan politikalardır. Artık Türkiye bunları aşmıştır” diye, vaktiyle söylediklerinin tersi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki o günlerde ben bazı şeylerin yenilenmesi gerektiğini söylediğim zaman eleştiriyorlardı.



Örnek vermeniz gerekirse, hangi ekonomi politikalarında değişikliğe gidilmeliydi?



Mesela kur. Dalgalı kur, döviz ihtiyacınızı dengeleyen bir mekanizma olarak kurgulanırken cari açığınızı da dengeleyeceği varsayımına dayandırılmıştır. Aslına barksanız, burada sermaye hareketleri ihmal edilmiştir. Artık sermaye hareketleri, sizin ithalat-ihracat rakamlarınız kadar önemli. İşte, 40 milyar dolarlık bir cari açığa rağmen, bol miktardaki yabancı sermaye bankalarınız, borsanız, özel sektörünüzün borçlanması yoluyla dövizi bollaştırıyor. Bollaştırdığı için kur düşüyor. Ama kur düşerken diğer taraftan sizin cari açığınızı daha da arttıran bir netice yaratıyor. Dolayısıyla bu küresel kriz dediğimiz hadiseler hiç yaşanmasa da Türkiye açısından sürdürülebilir bir şey değildi uygulanan. Bu durum sonunda Türkiye’yi gelip bir yerde tıkayacaktı.







Dalgalı kur, döviz ihtiyacınızı dengeleyen bir mekanizma olarak kurgulanırken cari açığınızı da dengeleyeceği varsayımına dayandırılmıştı. Aslına barksanız, burada sermaye hareketleri ihmal edilmişti.



Sabit kura dönülmesini mi öneriyorsunuz?



Olaya sadece kur olarak da bakmamak lazım. Bu ekonomi politikasının değişimi anlamına gelir. Türkiye’nin küresel rekabet gücünü arttırmaya yönelik olması kaydıyla yeni bir ekonomi politikası oluşturulması benim öteden beri görüşümdür.



Bu politika ne şekilde oluşturulabilir?



Şimdi şöyle düşünün. Dünyada hadiseler çok hızlı yaşanıyor. Ülkenizin insan gücü birikimi var ve bundan maksimum düzeyde yararlanmak lazım. Hiçbir zaman bir şahsın bireysel aklına her şeyi havale etmemek gerekir. MB’de onlarca uzman var. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nda, Hazine’de, Maliye’de, Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda, Sanayi Bakanlığı’nda, diğer kamu kuruluşlarında ekonomi konusunda yüzlerce uzman insan var. Üniversitelerin iktisatla ilgili birimlerinde çok sayıda bilim adamı var. Gazetelerde, değişik kuruluşlar bünyesinde iktisatçılarımız var. Tüm bu birikimi hareket geçirmek suretiyle en doğruyu, en sağlıklıyı buluruz. Türkiye bu paylaşımı iyi yapamamanın sıkıntılarını çekiyor. Bakıyorsunuz bu kriz ortamında MB hala “Enflasyon hedeflemesi önceliğimizi bozmadan yolumuza devam ederiz” diyor.



MB ile hükümetin hedeflerinde farklılıklar mı var?



Ekonomiyle ilgili sorumlulukları bulunan farklı kamu kuruluşlarının hassasiyetleri farklıdır. Mesela MB, “Görevim enflasyon” diyor. Hazine, “Borç yönetiminden sorumluyum” diyor. Maliye, “Bütçe yönetiminden sorumluyum” diyor. DPT, “Makro dengelerden ve yatırım programından sorumluyum” diyor. Her birinin bakış açısı farklı... Herkes kendi görev alanına dayalı bir öncelik ortaya çıkarıyor. Bu önceliğe göre rakamlar düzelirse, “Başarılıyım” diyor. Böyle olunca ülkenin tamamı için doğru politikanın ne olduğunu çözemiyorsunuz. Ben ısrarla diyorum ki Türkiye açısından doğru olan Türk ekonomisinin rekabet gücünün artmasıdır. Maliyenin de, DPT’nin de MB’nin de, hepsinin de öncelik olarak göreceği alanın burası olduğunu söylüyorum. Bu temel bakış açısı geliştikten sonra bu politikalar Türkiye’yi dünyada bir yere taşır.



Bu çerçevede bugün sizin koltuğunuzda oturan Nazım Ekren’i nasıl buluyorsunuz?



Benim yasal ve ya bir düzenlemeye dayalı bir koordinasyon görevim yoktu. Yeni hükümet kurulurken bunun bir kurala bağlanması gerektiğini henüz görevi devretmemişken ben söyledim. Bunun üzerine başbakanlık genelgesine dayalı olarak Nazım Bey ekonominin koordinasyonundan sorumlu başbakan yardımcısı olarak görevlendirildi. Yani hukuki bir statüsü var bu konuda. Bizim dönemle, bu dönem arasındaki temel fark budur. Ama buna rağmen ekonomi politikalarında başbakanın konumu, duyarlılığı ve sahiplenmesi son derece önemli. Eğer bir kabinede konuya başbakanın sahiplenmesi zayıfsa işler aksar. Çünkü anayasamız açıktır. Bakanlar arasında bir hiyerarşi yoktur. Hepsi eşit düzeydedir. Ancak başbakanın konumu farklıdır. Eğer başbakanın ekonomi konularına, özellikle ekonomi politikalarına ilgisi zayıfsa -ki benim gördüğüm öyledir- o takdirde işler düzene girmez. Her gün siyasi nedenlerle kurumlar arasında karşılıklı tehdit ve tehlike algılamaları yaşanıyorsa, bunu iktidar partisi bir siyasi politika haline dönüştürmüşse, öyle bir kabinede ekonomi önemini yitirir.



Nazım Ekren’in de yapacağı bi şey yok mu diyorsunuz?



Sonuçta politikalar kabinenin bütününde tamamlanır. Başbakanın da onayından geçtikten sonra bir politika ortaya çıkar. Hatta kararnamelere bağlıdır. Hepsini de biliyorsunuz başbakan imzalar.



Sizce krizin etkilerini Türkiye ne şekilde hissedecek önümüzdeki dönemde?



Türkiye 2009-2010’da ekonomik sıkıntılar yaşayacak. Bu ekonomik sıkıntılar aynı zamanda ülkedeki sosyal sorunları, etnik problemleri, şu anda var olan kavga ve çekişme ortamını daha da derinden etkileyecek. Neden-sonuç ilişkileri birbirine girmiş vaziyette. Ekonomiye sahipsizlik, başka konuların ön plana çıkmasına neden olduğu gibi, bu sahipsizlik aynı zamanda bu konuları daha da derinleştirecek. Diğer dünya ülkelerinden farklı olarak Türkiye’nin terör sorunu var, etnik problemleri var, çok derin sosyal problemleri var. Kapkaçtı, hırsızlıktı, sokak çocuklarıydı, uyuşturucuydu. Türkiye’nin en temel sorunlarının başında gelen konular bunlar. Türkiye bu ağır ekonomik koşulları yaşarken, işsiz sayısı sürekli artarken, milli gelir düşerken; terörle bağlantılı, etnik problemlerle bağlantılı, sokak çocuklarıyla bağlantılı, işsizliğe dayalı aile facialarıyla bağlantılı konular daha da derinleşecek demektir. Bu ekonomik krizin sosyal boyutlarının Türkiye’de çok ağır yaşanabileceği bir gidiş var. Ama bu çok iyi görülüyor gibi gelmiyor bana.



Bu gidişi durdurabilmek için hükümet tarafından ekonomi politikalarında ne tür adımlar atılmalı?



Bir kere ekonomi, öncelikli konu haline dönüşmek zorunda. Bu üzerinde mesai harcanmadan halledilecek bir konu değil. Özellikle de Başbakan açısından söylüyorum. Türkiye’nin yaşayacağı süreç üretimin düşeceği, talebin azalacağı, yatırımın düşeceği, ihracatın aynı şekilde azalacağı bir süreç olacak. Bu aynı zamanda işsizliği arttıracak bir durum. Türkiye’nin üretimle, istihdamı korumaya yönelik politikalar üzerinde çalışması lazım. İç talebi, dış talebin daralmasına karşı canlı tutacak, üretimin sürmesini sağlayacak politikaların neler olabilceği konusunda ayrıntılı çalışmak lazım. Özellikle iç piyasaya yönelik üretim yapan sektörlerin öncelikle belirlenerek iç talebin bu sektörlerde canlı tutulması gerekir. Ama bir bütçe gönderildi. Enflasyon hedefi yüzde 4, vergi gelirlerindeki artış hedefi yüzde 16. Her ekonomi tahsili yapan insan bilir. Vergi piyasayı daraltır. Ekonominin daralmaya girdiği bir süreçte vergi gelirlerini arttırmak suretiyle piyasayı daha da daraltıcı bir maliye politikası uygularsanız, hasarı arttırırsınız.





Yerel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde, IMF’yle pazarlık masasına oturmuş bir hükümet iç talebi canlandırmaya yönelik bu tür teşvikleri yapabilecek hareket alanına sahip mi?



Seçim ortamında harcamalar artar diye bilinir. Ama bu süreçte bir taraftan da IMF’yle pazarlıklar devam ediyor. Seçime kadar kamu harcamalarının artacağını varsaysanız bile seçime yönelik harcamalar ekonominin içinde bulunduğu koşulları aşmaya yönelik fayda sağlamaz. Bu nedenle ben buna bir değer atfetmiyorum. Sadece bütçe dengelerini seçim sonrası dönemde de zorlayacak sonuçlar ortaya çıkarır. Piyasa öncelikli bir bakışın kamu yönetimine ve ekonomi politikalarına hâkim olması lazım. Ama tüm bunların ötesinde Türkiye’nin bir de döviz açığı var. Eskisi gibi yabancı sermaye girişinin olacağı bir dönem de beklemiyor bizi. Kaba bir hesap yapacak olursanız, özel sektörün döviz açığı Haziran 2008 itibariyle 48 milyar dolar, kamunun dış borcu 12 milyar dolar civarında, cari açık bu sene 40-45 milyar dolar yapacak, ama yarı yarıya düşsün 20 milyar dolar sayalım. Toplam 80 milyar dolar eder. Uzun ve orta vadeli borçların bu dönemki taksitleri, diğer yükümlülükleri vs. ile birlikte Türkiye’nin 2009’da 100 milyar dolarlık bir döviz ihtiyacı var. Peki, bu 100 milyar dolarlık döviz ihtiyacını nereden karşılayacağız?



Tek çare IMF gibi görünüyor.



IMF ne kadar verecek dersiniz 2009 için?



14-20 milyar dolar arasında değişen tahminler var.



Hatta bir ara 25 de dendi. Ama IMF kimseye “Al bu parayı kasana koy. İhtiyacın olduğunda kendi isteğine göre kullan” demez. Belli dilimler vardır. Niyet mektuplarında 3 ay içerisinde alacağınız tedbirleri söylersiniz. Onlar tamamlandığı zaman o dilimi bırakır. Böyle baktığınızda 2009’da oradan gelecek para 10 -15 milyar dolardan daha fazla olmaz. Hükümetin döviz açığını karşılayabilmek için sürekli revize edilen alternatifler üretmesi ve her alternatife göre yapacaklarının belli olması lazım.



Sizin bir öneriniz var mı alternatifler konusunda. Yani Türkiye IMF ile anlaşmak zorunda mıdır?



Ben IMF’nin sağlayacağı şeylerin bu süreç açısından çok anlamlı olacağını düşünmüyorum. Yani “Bizim döviz açığımız IMF tarafından karşılanacaktır” gibi bir beklenti varsa piyasada, bu doğru bir beklenti değil. IMF’nin vereceği para sadece Türkiye’den çıkmak isteyen yabancıların fazla zarar etmeden çıkışını sağlamaya yarar. Ama IMF’nin dayatacağı politikalar küresel ekonominin yeniden şekillenmesi sırasında Türkiye’nin konumunu belirleyecek. Dolayısıyla bu dönem Türkiye’nin dünyayı iyi izlemesi gereken ve özgür politikalar uygulaması gereken bir dönem. Bu dönemi IMF ile birlikte geçirmenin daha kalıcı uzun vadeli riskler ve sorunlar oluşturacağını düşünüyorum.



Bu bütçe gerçekçi değil. İthalde alınan KDV’nin yüzde 22 artacağı öngörülüyor. Dış ticaretin daraldığı bir ortamda yüzde 22 artabileceğini düşünüyor musunuz? Demek ki oranları arttırılacak.



Sizin de görevde olduğunuz ilk dönemden beri AKP iktidarları hep IMF politikalarının güdümünde olmakla eleştirildi?



Objektif olarak söylemek gerekirse, Ak Parti iktidara geldiği günden bugüne kadar hep IMF ile birlikte olmuştur. Bu son stand-by’ın sona erişinden bugüne kadar geçen süreyi de IMF’siz bir süre olarak görmemek lazım. Çünkü yeni bir IMF pazarlığıyla geçiyor bu süre. Dolayısıyla devralınan bir stand-by anlaşması vardı. O tarihten sonra yeni bir stand-by anlaşması yapıldı. Şimdi 3. bir stand-by anlaşması 2009 için gündemde. Hep IMF’li bir süreci yaşamış olacak Ak Parti. Dolayısıyla buna bir isim vermek gerekirse, tam olarak “küresel ekonomiye teslim olmak” diye tanımlanabilir bu dönem. Şimdi dikkat ederseniz AKP hükümetinin, Ak Parti hükümetinin (gülüyor)...



Genelde parti mensupları Ak Parti, muhalifler AKP diyorlar.



Ben de Ak Parti demekten yanayım. Çünkü parti tüzüğünde kısaltılmış ismin Ak Parti olduğu ifade ediliyor. Resmi metne uyarak Ak Parti diyeceğim. Ayrılmış olmak üslubumu değiştirmesin. 2002’nin Kasım’ında hükümete geldiğimizde var olan IMF anlaşmasının süresi dolmak üzereyken bana da değişik yerlerde “IMF’den kurtuluyor musunuz?” şeklinde sorular gelmişti. Ben de yaptığım her konuşmada basının sorduğu her soruya istikrarlı bir şekilde “IMF’li yılların artık bittiği” cevabını verdim. “Bir ülke IMF ile birlikte ekonomi politikalarını oluşturuyorsa, bu o ülke ekonomisinin sağlıksız bir yapıda olduğunu gösterir. Türkiye ekonomisi artık sağlıklı bir yapıya kavuşmuştur. IMF’ye ihtiyacı yoktur ve bu stand-by’ın süresi dolduğunda IMF’yle ilişkiler de bitecektir” şeklinde açıklamalar yaptım. Sonra maalesef benim de bilgim dışında, nerde şekillendi, nasıl şekillendi hiç bilemiyorum. Başbakan bir gün “IMF’yle yolumuza devam ediyoruz” diye bir açıklama yaptı. Biz de artık aykırı laflar edemez olduk. Böylelikle yeni bir stand-by anlaşması yapılmış oldu.



Bakanlar kurulunda oylanmadı mı? Bu konular bakanlar kurulunda konuşulmaz mıydı?



Hayır. Önce ilan edildi. Sonra tartışıldı.



IMF anlaşması gibi kritik bir konu…



Bir hükümette başbakanın ağzından bir şey ilan edildikten sonra, onun arkasından yüz tane kurul toplansa o artık değişmez. Bitmiştir o. Karar verilmiştir. Bizde demokrasi böyle işler. Şimdi bugün 2. stand-by döneminin sonu geldi ve 3. stand-by öncesinde de ben aynı şeyi söylüyorum. Bir ülke özgür ve özgün bir şekilde kendi ekonomi politikalarını hazırlayabilmeli. Bunun için Türkiye’nin yeterli birikimi vardır. Türkiye bir 3. sınıf ülke değil. Bu ülkedeki iktisatçı sayısı, uzman sayısı, iktisadi konulardaki bilim adamlarının niteliği ve sayısı bu ülke için en kudretli ve en sağlıklı politikaların üretilmesine yetecek düzeyde. Türkiye de kendi potansiyelinden yararlansın.



Ama görünen o ki IMF ile tekrar anlaşılacak. Peki hem bütçe dengelerini gözetmek hem de iç talebi canlı tutacak teşvikleri uygulamak mümkün müdür?



Bu bütçe gerçekçi değil. İthalde alınan KDV’nin yüzde 22 artacağı öngörülüyor. Dış ticaretin daraldığı bir ortamda yüzde 22 artabileceğini düşünüyor musunuz? Demek ki oranları arttırılacak. Bakalım, bugünlerde görüşmeler devam ediyor. Ben de merakla bekliyorum. Ne kadar yükseltecekler diye.



Bu vergiyi toplayacak Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz de daha önce Maliye Bakanlığı yapmıştınız...



Kişiselleştirmek istemem. Herkese kamuoyu puanını vermiştir. Kamuoyunda her politikacının bir algılanma biçimi var. Bunun arasına ben kişiselleştirerek bazı şeyleri eklersem yakışık almaz.



Peki TMSF Başkanı Ahmet Ertürk hakkında ne düşünüyorsunuz. Son zamanlarda da Sayın Ertürk çok eleştiriliyor.



TMSF başkanlığı için uygun isim aranırken Ahmet Ertürk’ü bakanlar kurulunda ben önermiştim. Değişik zamanlarda yaptığı açıklamalarda benden bahsederken hiç uygulamalarına yönelik bir baskı ve talebimin olmayışını kendi çalışmaları açısından büyük bir rahatlık olarak değerlendirmişti. Daha sonra da geçen aylarda yaptığı bir açıklamada siyasiler tarafından yapılan baskılardan söz etti. Demek ki bağımsız kurullara karşı benim sergilediğim tavır çok daha farklı. Gerçekten her kurulun kendi işini yapmasını hükümeti de ilgili bakanı da rahatlattığına inanırım. Bakanlık yaptığım süre içerisinde de hiç bu tip kurullara bir şey empoze etmeye çalışmadım. TMSF’ye bakacak olursak, ben TMSF’yi başarılı buluyorum. Yirminin üzerinde banka fona devredilmişti. Alacaklar bir türlü tahsil edilemiyordu. TMSF bağımsız çalışmaya başladıktan sonra kamu alacağı büyük bir hızla tahsil edilmiştir. Bundan dolayı tebrik ediyorum. Ama kurulun işleyişi, yaptıkları işler, borçlularla olan ilişkiler, burada ortaya çıkan bazı şikâyetler bunlar benim bilgim dâhilinde hadiseler değil. İşin bu taraflarına girmek istemiyorum. Ama bugün itibariyle TMSF’nin yetkilerinin gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum.



Ne tür bir gözden geçirme?



Hukuken şu anda çok büyük yetkileri var. Bu yetkileri veren kanunu mecliste ben savundum. Onun yasalaşmasına ben katkı sağladım. TBMM üyelerinin oylarıyla o kanun yasalaştı. Daha sonra da tartışıldı. O günkü koşullarda kamu alacaklarının tahsili açısından hukuk süreçlerinde tahsilâtın yapılamaz duruma düşürülmemesi açısından gerekli görülmüştü. Biz gerekli olduğunu düşünmüştük. Çünkü bankaların içini boşaltanlar, hortumcular bir türlü devletin baş edemediği borçlular vardı. Tahsilâtların yapılması lazımdı. Bugün geldiğimiz noktada yasanın çıkarılmasında büyük payı olan biri olarak (Gülüyor) bu yasanın tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum.









BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in de aynı şekilde arkasında durduğunuz söyleniyordu.



Evet, Tevfik Bey’i de severim. İyi bir bürokrattır. O da bakanlar kurulu kararıyla atanmıştır. Başkan olarak atanması gerektiği konusundaki kanaatimi ifade etmişimdir. Şu anda geldiğimiz nokta itibariyle de performansını iyi görüyorum.



BDDK’ nın yetkilerinin sınırlandırılması konusunda TMSF’dekine benzer görüşlere sahip misiniz?



Hayır. BDDK’da sınırlandırılması gereken bir yetki görmüyorum. Bankacılık yasası iyi bir yasadır ve yürürlüktedir. O konuda BDDK’yla bağlantılı olarak bir fazlalık olduğunu düşünmüyorum.



Nisan ayında partinizi kuruyorsunuz. Kadronuzu belirlemeye başladınız?



Yerel seçimler gündemden çıkacak ve partimizi kurcağız. Bununla ilgili çalışmaları sürdürüyoruz. Görüşmeler de yapıyoruz. Önümüzdeki dönem, ekonominin hep gündemde olacağı bir dönem... Onun için partinin kuruluşunda da ekonomi ağırlıklı bir kadro oluşturmayı planlıyorum. İktisadi konularda kamuoyunun bildiği, liyakatine, birikimine inandığı isimler bu parti çatısı altında olacak. Ama olanların ötesinde hangi düşünceye hangi eğilime sahip olursa olsun, bu ülkedeki bütün düşünen insanlar bizim kadromuzdur.



Açıklayabileceğiniz isimler var mı?



Şu anda sıralamak istemiyorum. Henüz erken olur.



AKP’den ayrıldığınızda, bir parti kurarsanız AKP’nin oylarını bölebileceğiniz konuşulmuştu.



Bu bakış açısı, dünün bakış açısıdır. Biz tabi böyle bakmadık. “Yarının bakış açısı nedir?” derseniz... Ak Parti, 2009’un sonuna zaten çıkamaz. Erimiş olacak, parçalanacak oyu da kalmayacak. Yerel seçimlerde alacağı oy hiç önemli değil. İktidar partisine oy vermiş olan bütün seçmenler yerel seçimlerin arkasından hızla desteğini çekecektir. Oyların toplanacağı bir yeri gösterdiğiniz zaman zaten insanlar oraya gelir.



CHP’nin seçmen kitlesine yönelik de bir açılım getirecek mi yeni parti?



Şu partinin, bu partinin oyuna, seçmen kitlesine etkisinin ne olacağı gibi bir yaklaşıma girmek istemiyorum. Türkiye’de yeni bir parti arayışı var. Bu parti arayışına cevap verecek bir oluşum gerçekleştirdiğinizde, bu oluşum güçlü olarak siyasette var olur. Ben bunu kurmaya çalışıyorum. Ama “Bu parti neresinde olacak siyasetin?” derseniz, bir merkez partisi olacaktır. Hiç merkez sağ, merkez sol diye de tanımlamayacağım. Bu sağ-sol kavramları her zaman tartışılmıştır. Bugün itibariyle anlamını da yitirmiştir. İnsanları yanıltmaya gerek yok.



Sizi yoğun bir dönem bekliyor diyebilir miyiz?



Milletvekilliğini bıraktığım günden beri yoğunluğum azalmış sayılmaz. İki tane kitap çıkardım, iki uluslararası bildiri basıldı, iki makale çıkardık, 30’un üzerinde konferans verdim. Televizyonlarda, zaman zaman gazete ve dergilerde söyleşiler yaptım. Bu tempo en az siyasetteki kadar yoğun bir tempoydu.



Kaynak: Turkishtime 2009-02 Sayı: 82 Haber: Akın NAZLI

 
Geri
Üst