...::İstanbul'un Fethi Fatih Ve Fetihle alakalı herşey ::..

Fethin kronolojisi:...

İstanbul'un fethinin adım adım hikâyesi
İstanbul, iki derya arasına kurulmuş, her sengi Acem mülküne değer efsane bir şehir. 324 yılında Büyük Konstantin tarafından kurulduğunda Roma İmparatorluğu'nun başkentiydi. 1453 yılına gelindiğinde ise Bizans'ın elinde kalan son topraklar buradan ibaretti.
11 asır boyunca pek çok sefer düzenlendi İstanbul üstüne. Ama kimse onun araları kırmızı tuğlalı taş duvarlarını aşamadı. Sonunda ‘feth-i mübîn', 21 yaşında bir Osmanoğluna nasip oldu. “Ya ben Bizans’ı alırım ya Bizans beni.” diyen Fatih Sultan Mehmed, kendi icadı toplarla sadece İstanbul surlarında değil, idarecileri o tarihe kadar yıkılamaz sanılan yüksek duvarlı şatoların arkasına gizlenmiş Ortaçağ’ın; karanlık bedeninde de gedikler açıyordu. İstanbul, çeşitli milletler tarafından birçok defalar kuşatılmıştı. Hazreti Peygamber'in (sas) "İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdâr ve onun askerleri ne güzel askerlerdir." müjdesinden etkilenen Müslümanlar da Hz. Osman (ra) devrinden itibaren şehri çeşitli kereler muhasara ettiler. Fakat bu müjde 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed'e nasip oldu. Efsane haline gelen surların aşılması için o döneme kadar görülmemiş teknikler ve silahlar kullanılmıştı. Bu, yeni bir çağın başlangıcı demekti.

TÜRK VE BİZANS GÜÇ DENGESİ

Bizans ordusunda 5 bini paralı olmak üzere 9 bin asker vardı. Buna karşılık Osmanlı ordusu için değişik kaynaklarda 100 bin ile 500 bin arasında farklı rakamlar veriliyor. Bizans ordusunda küçük çaplı topların yanı sıra mancınık, ok, tüfek, mızrak, sapan, arpalet ve espiyale denen zırh delici silahlar ve suda bile sönmeyen Grek ateşi mevcuttu. Türklerde ise dönemin en modern silahları kullanılıyordu. Çeşitli büyüklüklerde 300 adet top ve Fatih’in icadı olan havan topları ve hareketli kuleler vardı.

İSTANBUL SURLARI

İstanbul'un o döneme kadar fethedilemeyen efsanevi bir şehir olmasının en büyük sebebi çevresini kuşatan surlardı. O dönemde başka hiçbir yerde bu kadar sağlam savunma sistemi bulunmamaktaydı. Uzunluk bakımından erişilmez olmasına rağmen Çin Seddi bile savunma açısından İstanbul surlarının yanına yaklaşamıyordu. Karada 6.492 m., Marmara ve Haliç kıyılarında 820 m. uzunluğundaki surlar birkaç kademeden oluşurdu. En önde Bizans’ın mobil kuvvetleri savunur, arkasında 7 m. genişlik ve derinliğindeki su ile dolu hendekler bulunurdu. Bunların arkasında mızraklı askerlerin beklediği savunma mazgalları vardı. Savunma mazgalları geçildiği takdirde 5-7 m. yüksekliğindeki orta surlara gelinirdi. Osmanlı ordusu orta surlar önünde çok sayıda şehit vermişti. En arkada ise 12-13 m. yükseklikte asıl surlar bulunurdu. Asıl surların üzerinde bekleyen askerler hiçbir canlının sur dibine yaklaşmasına izin vermezdi.

1- RUMELİ HİSARI
İnşasına 1452’de başlanan hisar dört ay içerisinde tamamlandı. Boğazın en dar yerinde ve Anadolu Hisarı’nın karşısındadır. 30 metre yüksekliğinde 3 kulesi vardır.

2- DONANMA
Fatih'in Gelibolu'da 400 gemi hazırlattığı ve içlerine kürekçilerle 20 bin kadar asker koyduğu kaydedilir.

3- BÜYÜK TOPLAR
Yapımı 3 ay süren Şahi adlı topun çevresi 2,5 metre, güllelerin ağırlığı 600 kilo idi. Elli çift öküzle çekilir, dengesinin sağlanması için iki tarafında 200 kişi bulunurdu. Gülleleri 1200 metreye kadar fırlatabiliyordu.

FATİH ve FETİH KRONOLOJİSİ

30 Mart 1432- II. Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) doğdu.
1434- Edirne'de II. Murad tarafından Muradiye Camii yaptırıldı.
1444- II. Murat tahttan çekildi, II. Mehmed tahta çıktı ve Varna zaferi kazanıldı.
1445- II. Mehmed tahttan çekildi ve II. Murad ikinci defa tahta çıktı.
1447- Edirne'de II. Murad tarafından Üç Şerefeli Camii yaptırıldı.
1448- II. Kosova Zaferi kazanıldı.1451 II. Murad öldü ve II. Mehmed ikinci defa tahta geçti.
18 Şubat 1451- Babası Sultan İkinci Murad Han'ın ölümü üzerine Fatih Sultan Mehmet Han, ikinci defa Osmanlı tahtına oturdu.
5 Nisan 1453- Fatih Sultan Mehmet'in donanması İstanbul sularına girdi.
17 Nisan 1453- Fatih Sultan Mehmet, İstanbul adalarını fethetti.
29 Mayıs 1453- İstanbul, Osmanlılar tarafından fethedildi. Sultan İkinci Mehmet, 'Fatih' unvanını aldı.
1459- Ayasofya, camiye çevrildi.
1460- Mora ele geçirildi.
1461- Trabzon Rum İmparatorluğu sona erdi.
1461- Candaroğulları Osmanlı'ya katıldı.
1463- Osmanlı-Venedik Savaşı başladı.
1466- II. Mehmed, Arnavut seferine çıktı.
1468- Karamanoğulları, Osmanlı Devleti'ne katıldı.
1468- II. Mehmed tarafından İstanbul'da Topkapı Sarayı tesis edildi.
1470- İstanbul'da Fatih Külliyesi inşaa edildi.
1470- Eğriboz alındı.
1471- Fatih Külliyesi açıldı.
1472- Topkapı Sarayı inşa edildi.
1473- Osmanlı Akkoyunlu mücadelesi sonucu Otlukbeli Savaşı kazanıldı.
1475- Kırım Osmanlı tabiiyetine girdi.
1476- Boğdan Seferi zaferle sonuçlandı.
1478- Fatih tarafından ilk altın para bastırıldı.
1479- Osmanlı-Venedik barışıyla beraber Fatih, Venedikliler'e Trabzon ve Kefe'de ticaret yapma hakkı tanıyan ahidname verdi.
1480- Otranto'ya çıkıldı ve başarısız Rodos kuşatması gerçekleşti.
1480- Kadıaskerlik Rumeli ve Anadolu olarak ikiye ayrıldı.
1481- II. Mehmed vefat etti ve II. Bayezid tahta çıktı.


Fâtih Sultân Mehmed

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi. Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefât eyledi. Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi.

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı. Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi.

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu. 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyordu. Bizans’lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem’e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan’da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştı. Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir. Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu. Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı.

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti. 28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve benzeri zatları zikretmek icabeder.

ZEVCELERİ: 1- Gülbahar Hâtûn; II. Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi. 2- Gülşah Hâtun; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır. 3- Sitti Mükrime Hâtun; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır. 4- Çiçek Hâtun; Türkmen Beyi kızıdır. 5- Helene Hâtun; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır. 6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür. 7- Alexias Hâtun; Bizans Prenseslerindendir. ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Mustafa Hân. 2- Gevher Sultân. 3- Şehzâde Cem Hân. 4- Şehzâde Bâyezid Hân. 5- İsmi bilinmeyen iki kızı.
 
Fetihle ilgili yazılan yazılar we şiirler...
Fatih tarih yazdı edebiyatçılar onu yazamadı!

Türk ve dünya tarihine yön veren İstanbul’un fethinin 552. yılı çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.
Bu yılın belki de en kalıcı yayını ise Kitabevi’nden çıkan “Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve Fatih” adlı kitap. Tarih duygusu, tarih şuuru ve tarihi olayların edebiyatımıza yeterince aksetmeyişi, eskiden beri en çok üzerinde durulan konuların başında geliyor. Türk tarihinin dönüm noktaları sayılan Malazgirt, Niğbolu, Kosova savaşlarının, İstanbul’un fethi gibi zaferlerin, klasik edebiyatımızda olduğu gibi çağdaş edebiyatımızda da yeterince işlenmemesi, “Acaba, sanatçı, şair, yazar ve aydınlarımız tarihine ilgisiz mi?” sorusunu akla getiriyor.

Tarihî olayların edebiyatımızda yer bulmaya başlaması Namık Kemal’den öteye gitmiyor. İran ve Yunan edebiyatıyla karşılaştırıldığında ise, Türk edebiyatının bu konuda çok gerilerde olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da toplumun yaşadığı sevinç ve acıların, edebiyatçılar tarafından yeterince hissedilmediği sonucunu doğuruyor. Türk tarihinin en büyük zaferlerinden İstanbul’un fethi de söz konusu olsa bu gerçek pek değişmiyor. Buna rağmen Türk edebiyatında ‘Fatih ve Fethi’ anlatma çabalarını da görmezden gelmek mümkün değil. Namık Kemal’in ‘Cezmi’, ‘Celaleddin Harzemşah’ gibi kitapları ve Osmanlı tarihini kaleme aldığı yazılarının Tanzimat sonrası Türk edebiyatında tarihe bir kapı açtığı görülüyor. Onu, Abdülhak Hamid, “Merkad-ı Fatih’i Ziyaret” ve “Kabr-i Selim’i Evvel’i Ziyaret” adlı manzumeleriyle takip ediyor. Yine Mehmet Emin Yurdakul’un “Ey Türk Uyan” başlıklı uzun manzumesi, Türk tarihini kucaklayan önemli bir örnek olarak yerini alıyor. Fatih ve fetih konulu yazı ve şiirler, Yahya Kemal ile zirveye ulaşıyor.

İstanbul’un fethinin edebiyatımızda ilgi görmesi için 1950’li yıllara kadar beklememiz gerekiyor. Fethin 500. yılı kutlamalarından bugüne pek bir iz kalmasa da 1953, edebiyatımızda bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Ancak bu çerçevede yayımlanan pek çok şiir, roman, tiyatro eseri bile bu tarihi olayın ihtişamı yanında cılız kalıyor.

Kazım Yetiş’in editörlüğünde hazırlanan “Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve Fatih”, işte bu iyi niyetli çalışmaların bir dökümünü veriyor. Fetih ve Fatih konusunda yazılan şiir, roman ve hikayelerle ilgili bilgiler içeren kitap, A. Mecit Canatak tarafından hazırlanan “Türk şiirinde İstanbul’un fethi ve Fatih”, Zeki Taştan’ın hazırladığı “Türk Romanında İstanbul’un Fethi ve Fatih” ve Müzeyyen Buttanrı’nın yazdığı “Türk Tiyatrosunda İstanbul’un Fethi ve Fatih” adlı başlıklardan oluşuyor.

Fatih Sultan Mehmet’e, İstanbul’un fethine, fetihten sonra gelişen Türk kültür ve medeniyetinin insanlık tarihindeki yerine atıfta bulunulan şiir, roman, hikaye, tiyatro eserlerinin incelendiği eser, ilginç ayrıntılar barındırıyor. İstanbul’un fethi ile ilgili, Balkan Savaşları dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yok denecek kadar az eser neşredilmiş; ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’un işgal edileceği söylentileri sırasında tekrar canlanmış. Nazım Hikmet’in bu yıllarda yazdığı “Sekiz Yüz Elli Yedi” adlı şiiri bunlardan biri. Bugün nedense pek hatırlanmayan bu şiirde, Nazım Hikmet, İstanbul’un fethini, “İslam’ın beklediği en şerefli gün” olarak niteler: İslam’ın beklediği en şerefli gündür bu / Rum Konstantiniyyesi oldu Türk İstanbul’u / İşte o günden beri Türk’ün malı İstanbul / Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul” Cumhuriyet sonrasında fethin inanç yönünün işlendiği en önemli şiirlerden biri de Cahit Tanyol’a ait “Fetih Destanı”dır. Dua ve niyazla başlayan şiirde Fatih, Akşemseddin, Molla Güranî, vezirler, askerler övülür. İki sosyalist şairin Fetih ve Fatih’e bakışı, sonraki yıllarda değişmiş midir bilinmez; ancak bu şiirlerin Türk edebiyatında derin izler bıraktığı bir gerçektir.

Türk tarihinin kahramanlık asırlarına en çok yer veren şairlerin başında Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya geliyor. Asya’nın “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek / Dağlardan çekdiriler, kalyonlar çekilecek / Kelpetenlerle surun dişleri sökülecek” sözleriyle başlayan ‘Fetih’ şiiri, nerdeyse bir marş haline gelmiştir. Ancak en az bu şiir kadar değerli Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ünsal Özmen, İbrahim Tarık Çakmak ve Arif Hikmet Par’ın fetih destanları pek bilinmez. Yine Faruk Nafiz’in ‘Fetih Rüyası’, ‘Fatih’e Kaside’, fethin manasını ve Fatih’i anlatan şiirler bu alanda önemli eserler olarak dikkat çekiyor.

İstanbul’un fethi konusuna Türk romanı, 1910’lu yıllarda değinmeye başlar. Bu devre kadar genellikle şiirlerde temas edilen bu tarihî olayı ilk anlatan roman 1915’te Moralızâde Vassaf Kadri’nin Şimal Rüzgarı’dır. Cumhuriyet ilk dömenlerinde Fatih’i anlatan iki roman olan Nizamettin Nazif’in ‘Kara Davut’ ve Turhan Tan’ın ‘Akından Akına’ kitapları, Fatih’i küçük düşüren kitaplar olduğu için kabul görmedi. Tıpkı 1995’te çıkan Nedim Gürsel’in ‘Boğazkesen’ adlı kitabı gibi. Enver Behnan Şapolyo, Ahmet Faik Türkmen, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin romanları, fethin 500. yıldönümünde kaleme alındı. Zuhuri Danışman’ın altı ciltlik Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ‘fetih üçlemesi’, Kemalettin Tuğcu’nun ‘Bizans Yıkılıyor’, Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘Cem Sultan’ adlı eserleri, Fatih’in kişiliğini, inanç ve sanatçı yönünü öne çıkaran romanlardan bazılarıydı. Tarihî olayların Türk tiyatrosu ve sinemasına ne kadar kaynaklık ettiği meselesi ise daima tartışılagelmiş bir konudur. Hem tiyatroda hem de sinemada bu alanda yapılmış birçok eser olmasına rağmen bir başyapıt hâlâ ortaya çıkmadı.

ABDULLAH KILIÇ

Gülün fethi

Eşrefoğlu al haberi, bahçe biziz, gül bizdedirBiz şâh-ı merdân kuluyuz, yetmiş iki dil bizdedir.Temeşvarlı Gazi Hasan Dede varımızı yoğumuzu özetlemiş işte şu iki laf içinde. İnsanlık bahçesinin bahçıvanı olduğunun bilinciyle hareket eden bir medeniyet, bu bahçenin gövdesine serdiği bin bir kokulu güle erişmek üzere yola koyulmuştu
Bu hedefe doğru giderken, bahçesini büyütürken, yeni güller eklemeyi ihmal etmemiş, “yetmiş iki dil”in konuşulduğu ve bir arada yaşatıldığı bir dünyanın, Avrupa’daki anlı şanlı ütopyaların ancak silik kopyalarını sunabildiği “insanlık bahçesi”nin temellerini atmış, atmakla da kalmamış ve yeryüzüne “İstanbul” gibi bir mucizeyi, üflediği kutlu rüzgârların arasına bir avuç tohum gibi saçmıştı. Medine’de, Gırnata’da, Bağdat’ta, Semerkand’da, Konya’da kurduğu bahçelerden bir bahçe olacaktı İstanbul.

İşte İstanbul’un (’Kostantiniyye’nin) 29 Mayıs 1453’teki fethi, birçok başka açıdan olduğu kadar yeryüzünde yeni bir medeniyet kurma çabasını, bir medeniyet projesini temsil ettiği için de önemlidir ve günümüzde asıl bu yönüyle anlatılmalı ve anlaşılmalıdır. Artık şu gemilerin karadan yürütülmesi, surlara yeniçeri tırmandırılması, Ulubatlı Hasan’ın kan revan içinde temsilleri, döktüğümüz dev topların surlarda ne muazzam gedikler açtığı edebiyatını bir kenara bırakmalı ve ille de fethin tarihini anlatacaksak, onun hangi medenî-kültürel ham-lelerin tetikleyicisi olduğunu ve İslam’ın yeryüzünü büyük bir bahçe haline getirme idealinin hangi noktasını işgal ettiğini dikkatle tespit etmeliyiz. Ancak bu suretle Fatih’in kafa ve gönlündeki hakiki fethin, bir yarımadanın içine sıkışmış olan toprak parçasını ne pahasına olursa olsun zaptetmekten ibaret olamayacağını görebilir ve gösterebiliriz.

Bu noktada Yahya Kemal’in, ‘Biz İstanbul’da mekânı değil, zamanı fethettik’ mealindeki sözlerini hatırlatmak istiyorum. Zamanın fethi, İstanbul’un ruhunun fethi demekti. “Feth”in kelime anlamı ‘açmak’ olduğuna göre, İstanbul’un fethi, İstanbul’un ‘açılması’ anlamına geliyordu. Bir başka deyişle, İslam’ın kurmayı hedeflediği o büyük insanlık bahçesine açma, açılma... Bu ikinci anlamda İstanbul’un fethi artık tarihî bir hadise olmaktan çıkar, insanlığı hakikatten ayıran perdelerin ‘açılması’, bahçenin, güllerin ve dillerin gümrah çeşitliliğinin bir başka çağa ve coğrafyaya hicret ederek ihyası demekti. Nitekim Fatih, vakfiyesinde, bu dünyadaki en büyük hünerin bir şehir kurmak ve halkın kalbini kazanmak olduğunu söylerken veya Bosna-Hersek’teki Fransisken rahiplerine verdiği “ahidnâme”yi kaleme alırken bu tezin temellerini ortaya koymuş bulunuyordu.

Fethin tarihî plandaki önemini ortaya koyarak başlayalım. İstanbul 857 hicri yılında fetholunmuştu. Fatih’in kullandığı takvim, buydu. Müslüman bilinci fethin hakiki anlamını ancak bu tarih üzerinden kavrayabilir. Yahya Kemal’in dediği gibi 1453, ancak Bizans açısından anlamlı olan küf kokulu bir tarihtir ve Fatih’in bu tarihle herhangi bir alakası bulunmamaktadır. Fatih’in hedefi, kendi peygamberinin “mutlaka” diye üzerine basarak arzuladığı bir şehri onun bahçesine taşımak, yeni bir gül bahçesi (gülzâr) yapmaktı. Dolayısıyla o kendisini ancak 857 yıl önce vuku bulan hicret çizgisinde anlamlı bir noktada görecek ve yaptığı eylemin aslında hicretin yeni bir safhası olduğunu düşünecekti.

Ancak daha da ilginç bir nokta var: 1453 tarihi, ancak 1258’in ardında ve 1492’nin önünde okunduğunda, yani bu iki kritik tarih arasında asıl yerini bulmaktadır. Fetih, İslamiyet’in yeryüzündeki atılımını görünüşte noktalayan Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal ve yağmasının 195 yıl sonrasına rast gelir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ise, çok ilginçtir, Bağdat’ın düşüşünden sadece 41 yıl sonrasında gerçekleşir. Daha da ilginç bir tarih, Osman Gazi’nin tam da Bağdat’ın düştüğü yıl doğmuş olmasıdır.

Fatih’in anlamı

Bağdat, İslam medeniyetinin Doğu’daki merkeziydi ve Batı’daki Endülüs ile el ele yeryüzünü bir insanlık bahçesi haline getirme yolunda ilerlemekteydi. 1258’deki işgal, İslam’ın doğu kanadını çökertti. Bağdat, bayrağı teslim edecek bir el arıyordu. Yedeğini önce Meraga’da aradı, sonra de Semerkand’da. Ne var ki, bu iki yapı da uzun ömürlü olmayacaktı. Ama tam da o çöküş yılında doğan Osman Gazi’nin kurduğu devlet, adeta İlahî bir nefhayla devreye sokulacak ve Bağdat’ın yarım bıraktığı göreve talip olacaktı. Aynı zamanda fetihten 39 yıl sonra, 1492’de son kalesi olan Gırnata’yı kaybedecek olan İslam’ın batı kanadının bıraktığı boşluğu da doldurmak gibi ağır bir sorumluluğun içerisinde bulacaktı kendisini. Eğer Osmanlı Devleti kurulamamış veya yeterince güçlü bir şekilde gelişememiş olsaydı, 20. yüzyıl başlarında uğradığı zillet, Allahu a’lem, İslam dünyasını 16. yüzyılda bekliyor olacaktı. 1258 ile 1492 tarihleri arasından 1453’ü çekip alın, iki ayağı kopmuş, kötürüm ve sahipsiz bir İslam dünyası tablosunun içinde bulursunuz kendinizi. Madde planında İstanbul’un fethinin manası budur ve Fatih, İstanbul’u fethetmekle bir yerde İslam’ın geleceğini fethe memur edilmişti.

Dolayısıyla Fatih’in ve onu destekleyenlerin “Fetih hadisi”ni sadece dünyevî (yatay) düzlemde okumadıklarını, onun tam da olması gerektiği gibi, bu dinin kaderindeki bir kırılma noktasında imdada yetişecek ve sancağı devralacak bir hamlenin başlangıcı olacağını gördüklerini söylemeliyiz. Değil mi ki, o söz “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş birinin mübarek ağzından çıkmıştır, onun anlamı, bir kalenin fethiyle sınırlı olmamalıdır. Yeni bir gül bahçesi, yeni bir hamle, düşen bayrağa koşan bir el... Velhasıl İstanbul, buydu.

İstanbul buydu da, fethi gerçekleştiren “güzel emir” neydi? Fatih, genç yaşında İstanbul’u fethedip kutlu müjdeye nail olurken, etrafındaki pek çok insanın zannettiğinin tersine, fethin o gün bitmediğini, tam da o gün başladığını ve asırlarca devam edeceğini biliyordu.

İstanbul’un fethi 29 Mayıs 1453’te bitmedi, o gün başladı. İstanbul’a su getirilmesinden tutun da, Batlamyus’un “Coğrafya”sının keşfi, Öklid’in kitabı ile Homeros’un “İlyada”sının çevrilmesi, Gazali ile İbn Rüşd arasındaki “Tehâfüt” tartışmasının alevlendirilmesi, İncil’in Arapçaya çevrilmesi, “Füsûsu’l-Hikem” şerhleri, Molla Câmî’nin İstanbul’a çağrılması, Semerkand ve Meraga okullarından devralınan bilimsel faaliyetlerin kanallar açmak suretiyle İstanbul’a akıtılması, Francesko Berlinghieri gibi haritacıların en yeni tekniklerle haritalar yapmaya teşvik edilmesi, ressam Bellini’nin İstanbul’a gelerek Fatih’le dost olması, Timur’un torunlarından Hüseyin Baykara’nın müzik okulundan Nahifî gibi isimlerin İstanbul’a celbi gibi inanılması güç bir kültürel ve medenî hamleyi başlatan kişinin Fatih olması -matematikçi ve astronom Ali Kuşçu’yu bizzat davet eden ve Truva kazılarını başlatan kişi olması gibi sayamadığımız olgular da cabası- bizi fetih hadisesi üzerinde yeniden düşündürmeli ve anlamı konusunda uyarmalı ve uyandırmalıdır.

Düşünün bir: Eğer İstanbul’un sadece ‘madde’sini fethetseydik ve fetihten sonra, son 50 yılda yaptığımız gibi bu insanlığın gözbebeği olan şehri yıkıp yok etseydik, bugün hangi yüzle fetih yıldönümlerini kutlar, hangi yüzle bu şehrin zamanını, yani ruhunu fethe talip olduğumuzu söyleyebilirdik? Allah’tan ki, onlar bizim gibi bakmıyorlardı İstanbul’a. Tıpkı Necip Fazıl’ın bakışında olduğu gibi, onun içindeki anlamı, Fatih’in bir madde fatihi değil, bir mana fatihi olduğunu biliyor, buna inanıyor ve sonucunda İstanbul’u, yeryüzüne, bir Mutluluk Kapısı (Dersaadet) kılıyorlardı.

Necip Fazıl’ın Fatih’i

1968’de MTTB’nin düzenlediği bir talebe mitinginde Necip Fazıl, “Fatih’ten yola çıkıp nereye varamayız ki?” demiştir. Bunun, nutuk icabı söylenmiş parlak bir laftan ibaret olmadığını, aynı konuşmada, Fatih’i, “nur saçarak” dünyanın etrafını dolaşan bir füzeye benzetmesi ve onu, kendi dar ve sefil perspektifimizden değil, füzenin içinden bize bakarak değerlendirmemiz gerektiği yolundaki ifadesinden anlamaktayız. Necip Fazıl’a göre bugün eğer hâlâ değirmenimize taşıma da olsa bir su dökülüyorsa, bu su, Fatih’in nasılsa yok edilememiş eserinin son artığından gelmektedir.

Bu ifadelerde Fatih’in artık “tarihî”, yani kanlı canlı bir şahsiyet olmaktan çıkıp tarih-üstü ve zaman-dışı bir gerçekliğe bürünmeye başladığını müşahede ediyoruz. Yazar, füzenin içine girmiş ve bize oradan seslenmekte, oradan haber vermektedir. Nitekim “500. yıla doğru” başlıklı muhteşem yazısında bunu en çarpıcı tablolar halinde şöyle asar gönül galerimize:

“Bir gün Fatih dirilecektir! Evet, laf ve hayal âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Fatih dirilecektir! Bir gün Fatih’i, kılıcının kabzasının kavramış, zarif ve ince endamıyla bir masaya eğilmiş ve gök gözleriyle dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz. Kendi içinde olmuş bir cemiyetin dışa doğru fetih hamlesini temsil eden Fatih, bu defa, aynı cemiyetin, hem kendi içinde, hem de dışına doğru Mefkûrevî fetih hareketinin timsali olacak; bu da, 5 asırdır sandukasının içinde ders alan Fatih’in ulaştığı son kemâl haddini gösterecektir!”

Burada dile getirilen yeni Fatih’in İslam’ın yine bir “çöküş” asrında imdada yetişeceğini ve bu defa sadece dışarıyı değil, kendi toplumunu da fethedeceğini, dolayısıyla geçmişte yaşayan “fâni” bir vücudu değil, ölümsüz bir davanın ideal fethinin kahramanını sembolize ettiğini görüyoruz. Üstelik Fatih ölmemiş, sandukasının içine çekilmiş ve ideal fethin dersini çalışmaya başlamıştır. Dersini bitirip yeniden sahneye çıktığında bu defaki fethini kılıçla değil kalemle, gülleyle değil gülle yapacak, gönülleri fetih için surları yıkmak mecburiyetinde kalmayacaktır. Şeyhülislam İbn Kemal’in o emsalsiz deyişiyle, “fetih gülü” (gül-i feth) açılmıştır. Ancak bu defa gerçekleşecek olan fetih, “gülün fethi” olacaktır.

MUSTAFA ARMAĞAN



Fethin baş kahramanı

Fatih’in asil, kibar, zarif ve ruh terbiyesinden geçmiş bir hükümdar olduğunu bilirsiniz elbette. Gerektiğinde haşmetli ve sert olmayı da bilen bir hükümdar.
Türk evinin ince desenlerinden, Türk bahçesinin nakışlı güzelliklerinden sindirilmiş bir terbiyenin bütün cazip yanlarını taşıyan bir ruh. Gökkubbenin altında nefes aldığı yirmi üçüncü yıl, bütün bu nezaketi imbikten geçirip sırtına kaftan diye giydiği yıl oldu ve,

Zülfünün zincîrine bend eyledün şâhım beni
Kulluğundan etmesin âzâd Allah’ım beni

derken olduğu kadar zarif davrandı, fethettiği şehri o zarafetle kucakladı. O gün, bir gönül fethetmeyi ülke fethetmekten daha önde tuttuğu kesindi. 29 Mayıs’ta, 23 yıllık bir kalbin gururuyla değil 150 yıllık bir devleti kavrayan alicenaplıkla girmişti şehre. O günden sonra da emrine ram olan ülkelere ve o ülkelerin insanlarına karşı hep müsamahalı davrandı, hep merhamet sancağıyla ilerledi. O kadar ki Hıristiyan dünya o güne kadar böylesine engin bir müsamahayı ne görmüş, ne de duymuştu. Fatih adını imrenerek ananların iyi niyetlerini yüklenmek kolay değildi elbette. Herkese eşit dil, din ve vicdan hürriyeti vermişti. Herkesi giyim kuşamından oturup kalkmasına; düğününde ve yasında serbest bırakması bundandı. Bizans’ın kadim sanat eserlerine saygı gösterdiği de. Hatta bununla da kalmayacak, Batı’dan ressamlar getirtip yaptırdığı sarayını resimler, nakışlar, kabartmalarla süsletecek; Doğu’dan bilginler davet edecek emirlerine medreseler kurdurtacaktı. Bilim ve sanatı çoğaltmaktı maksadı ve onu insanlığın hizmetine sunmaktı. Surları ve sanat eserlerini sahiplendiği kentin içinde yağız civanlar, nazenin dilberler, gün görmüş yaşlılar, bilge adamlar hep huzur içinde yaşardı. Çünkü o Yunus’u bilirdi,

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte âsidir

dediğini de... Şehrinin surlarını bu emniyet ile tamir etti, asayişini bu alicenaplıkla sağladı. Fatih’i Fatih yapan bütün bu özellikler galiba atası Osman Bey’in, hani misafir
kaldığı odada, Kur’an var diye ayağını uzatamadan sabahladığı gecenin ilhamını taşıyordu ve 23 yaşındaki bu delikanlı bir hayal değil, bilakis muhteşem bir hakikatti.

550. yıl

Söyler misiniz, sizce fethin 550. yılı böyle mi yaşanmalı, böyle mi kutlanmalıydı? Acaba dünyada bizim kadar kendi tarihine sırtını dönmüş millet olabilir mi?!. İBB’nin birkaç önemli gayreti dışında kimsenin farkına varmadığı bir fetih yıldönümü yaşıyoruz. Yıl sonuna kadar daha neler yapılabilir, bilmiyorum; ama eğer çağ başlangıcı olarak tarihi yapan böylesi bir başarı başka milletlere nasip olsaydı, herhalde dünyanın naklen yayınlayacağı şenlikler düzenlemekte gecikmezler ve bizim magazincilerimiz dahil herkesin dikkatlerini üzerlerine çekmekten geri kalmazlardı. Belki o ülkenin şairleri yüzlerce şiir yazar, romancıları cilt cilt romanlar ortaya koyar, senaristleri sayısız filmler hazırlarlardı. Efsûs ki efsûs!... Fethin şiirini yazacak bir Yahya Kemal’imiz olsun yok!..



İstanbul Fethini Gören Üsküdar
Üsküdar, bir ulu rü’yâyı görenler şehri
Seni gıbtayla hatırlar vatanın her şehri
Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü
Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!?”
Elli üç gün ne mehâbetli temâşâ idi o
Sanki halkın uyanık gördüğü rü’yâ idi o
Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hâtıradan
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan
Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl
O zaman ortada her sâniye gerçek bir hâl

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha
Şanlı nâmıyla “Büyük top” denilen ejderhâ
Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece
Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic’e
Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak
Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu
Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu
YAHYA KEMAL BEYATLI



İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel
Vur pençe–i Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsumânı tutan pîr aşkına
Ey leşker–i müfettihu’l–ebvâb vur bu gün
Feth–i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Vur deyr–i küfrün üstüne rekz–i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr–ı cihangîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un eğilsin ser–i Frenk
Vur Türk’ü gönderen yed–i takdîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr–i hücûm içindeki Tekbîr aşkına
YAHYA KEMAL BEYATLI

Fatih’in gemileri karadan yürüdü mü?

-Aziz dost Mustafa Armağan’a-Fatih, bilim ve sanata saygı duymak bakımdan harik-i âde bir yaratılışa sahipti. Altı dil bilir, bilim adamlarıyla en derin uzmanlık konularında tartışır, kurdurduğu medresede Türkçe bilim okutulabileceği günlerin hayalini kurar, onca meşgalenin, onca devlet işinin arasında bilim ve sanatla uğraşır, şiirler yazar, icatlar yapardı.
Topçuluk fenninde geliştirdiği teknikler elbette Konstantinepolis’in İstanbul oluşunda büyük önem arz eder. Bu bakımdan onu bazı tarihçiler deha olarak gösterirler ki bence haklıdırlar. Bana onun bir deha oluşunu fısıldayan şey de şimdi anlatacağım ihtimaldir.

Fatih’in gemileri karadan yürütmesi hadisesinde her tarihçi ayrı bir şey yazar. Kimisi yerini, kimisi şeklini, kimisi gemilerin sayısını farklı anlatır. Olayın çağdaşı olan tarihçilerin bile söylediklerinde birbirini tutmayan yanlar vardır. Ama bizce en tutarsız bilgi, içlerinde 22 çifte kürekli çekdiri ve kalita cesametinde teknelerin de bulunduğu 40 veya 72 pare geminin, bir gecede, Boğaz’dan Haliç’e nakledilmesidir. Tarihçilerin ittifakla söylediklerine göre gemiler için, şimdiki tramvay yolu gibi bir güzergâh kullanılmıştır. Orman içinde açılan bu kızaklı yol, manda derileriyle kaplanmış, ziftlenmiş, iç yağıyla yağlanmış ve tekne çekmeye hazır hale getirilmiştir. Şimdi ilkokul çocukları gibi bir hesaplama yapalım: Güzergâh bir tek. Çekilen tekne sayısı en az 40, en çok 72 ve olayın geçtiği sanılan 22 Nisan’da gecenin uzunluğu 11 saat 8 dakika, yani toplam 668 dakika. Her bir teknenin Kabataş’tan (veya Dolmabahçe) Kasımpaşa’ya nakli için ayrılan süre 668:40=16 dakika 7 saniye veya 668:72=9 dakika 3 saniye eder. Pes!.. Bir tazı önünden tavşan koştursanız ancak bu kadar sürede Tophane’den Kasımpaşa’ya kapağı atar da Dolmabahçe’den koşarsa yine de tazıya av olur. Bir de siz Münif Fehim’in hayali tablosundaki gibi, yüzlerce adamın bir tekneyi, yokuştan ve inişten taşıyarak 16 veya 9 dakikada aynı mesafeden geçirdiğini düşünün.

Gemilerin karadan yürümesini inkar ediyor değiliz; hadise elbette gerçektir. Olayın tanığı olan Tursun Bey’e göre cerr-i eskal sanatında usta mühendisler gözetimindeki gemiler, Galata ensesinden Haliç’e, havadan yürümüş, belki de uçurulmuştur. Burdaki “cerr-i eskâl”, şimdi bizim cayraskal dediğimiz kaldıraç sistemidir ki gemiler denizden kızaklara böyle nakledilmişlerdir. Galata ensesinde o dönemde sık sedir ve çam ağaçları olduğu bilinmektedir. Demek ki güzergâh, ağaçların, hemen kesildikleri yerde tesviye ve kızak yapılması ile oluşturulmuştur. Tarihçinin ifadesiyle gemiler “havadan yürüdü”ğüne göre, gemilerin yelken donanımları açılarak çekilmiş, böylece rüzgarın itme gücünden yararlanılmış yani hava ile yürümüştür. Yine onun söylediği “uçurulma” meselesi de Tepebaşı’ndan Kasımpaşa’ya doğru inişlerinden kinaye olsa gerek. Ancak bütün bunlar, eminiz ki, gemilerin bir gecede nakledildiğine sizi inandırmaya yetmemiştir. Bize de yetmediği için başka türlü düşünmek zorunda kaldı ve şu sonuç çıktı: Eğer bahsi geçen cayraskal sistemi bir kaldıraç değil de makara sistemi ise her şey kendiliğinden çözülür. Yani Fatih ve mühendisleri, sık ağaçlar arasından gemileri, muhtemelen mükemmel donatılmış bir makara sistemiyle nakletmişlerdi. Böylece bir tek gemiyi yukarıya taşımakla işin ağır kısmını tamamlamış olursunuz. Yukarıya çıkarılan gemi Kasımpaşa’ya doğru inerken, pekala kendi ağırlığına denk bir gemiyi de Tophane’den yukarıya doğru çekebilir. İlk gemiyi altı saatte bile tepeye çıkarmış olsanız, diğerlerini peş peşe bağlayarak bir kaç saatte 40 veya 72 gemiyi kendiliğinden taşıyabilirsiniz. Aksi takdirde bir gemiyi yukarıya çıkarmaktan daha zor bir iş sizi beklemektedir: Aynı gemiyi aşağıya indirmek... Onca ağırlığı hangi güç aşağıya doğru akarken zaptedebilir?!..

Bu bizim anlattığımız bir balondur; ancak patladığı zaman ne sonuç vereceğini bilemeyiz. Yine de,

İmtisâl-i “câhidû fi’llâh” olupdur niyyetüm
Mülk-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

dizelerini haykıran Fatih gibi bir adama böyle bir deha yaraşır: Demiş ya, “Bütün niyetim ‘Allah yolunda cihad ediniz!’ emrine uymaktan ibaret. Çabam da zaten bir İslam ülkesi için gösterilebilecek çabadan başka değildir.” O çabadır ki genç kahramanımızın adını tarihe bir deha diye yazdırmıştır. Ruhu şâd olsun...

İSKENDER PALA

İstanbul’un Fethi Ve Ayasofya’nın Camiye Çevrilişi
Doç. Dr. Said Öztürk

Müslümanların İstanbul’u fetih arzuları çok erken tarihlerde başlamış idi. Hicri 52, miladi 672 yılında Hz. Muhammed’in mihmandarı olan Ebu Eyyub el- Ensari ile ile başlayan fetih hareketi, ancak onuncusunda yani Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’a giriştiği son hamle ile neticelenecek, İstanbul Müslüman ordularına, Osmanlı askerine kapılarını açacaktır[1]. Bir kısım kaynaklar Emevilerle Abbasiler’in H.34/655-H.169/785 tarihleri arasında İstanbul’a beş sefer düzenledikleri, Osmanlıların ise, İstanbul’u yedi kere muhasara ettikleri ve yedincisinde fethettikleri kayıtlıdır[2]. Fatih’in Ayasofya ile ilgili en eski vakfiyelerinden birinde “nice melikler bu işe el uzattılar. Her birinin zafere ulaşamadan geri döndükleri rivayet olunmaktadır. Kuvvet ve azamet sahibi eski sultanlar ve meliklerden 63 kişi bu beldeyi feth için çok miktarda asker topladılar. Muhkem ve büyük kuvvetlerle geldiler. Kuşatıp zorla ele geçirmek ve halkını esir etmek isteğiyle harb ettiler ise de ..verdikleri zayiatla birlikte geri çekildiler”. Kaydı ile vu konuya işaret edilir [3].

Son Bizans imparatorunun (XI. Konstantinos) ne cesareti, ne de enerjisi devleti yıkılmaktan kurtaramayacaktı. Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murad’ın vefatından sonra (Şubat 1451) Bizans’ın son saatleri de yaklaşmış idi. Zira Bizans’a ait olan İstanbul, Osmanlı arazisinin tam kalbinde yer alıyor, Osmanlıların Anadolu ve Avrupa’daki topraklarını birbirinden ayırıyordu. Bu yabancı unsuru ortadan kaldırmak ve teşekkül etmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’na İstanbul ile sağlam bir devlet merkezi hediye etmek genç sultanın ilk hedefi idi. Tükenmez bir enerji ve büyük bir ihtiyat ve itina ile Bizans İmparatorluğu’nun başşehrinin fethi için hazırlandı. Boğaziçi’nde, şehrin hemen dibinde Rumeli Hisarı’nı inşa etti[4].

O devirde Bizans mezhep kavgaları ile meşgul idi. İstanbul’un sukut edeceği bilindiği halde, mezhep ihtilafı sönmemişti. Bizans Tarihi yazarı Dukas, söz konusu mücadele hakkında şu çarpıcı beyanlarda bulunuyor;

“Mezhep kavgaları da nihayet bulmadı. Salâhiyetli ruhanilerin bu hususta takındıkları tavır zikre değer. Mesela günahlarını itiraf için bunlara müracaat eden hristiyanları, daha evvel katolik papazlarından Hz. İsa’nın kanını ve cesedini temsil eden ekmek ve şarabı alıp almadıklarını, birleşme taraftarı bir papazın icra eylediği ruhani ayinde bulunup bulunmadıklarını soruyorlardı. Şayet böyle bir hal vaki olmuş ise, bu husustaki kilise kanunları şiddetli ve manevi cezası ağır idi. Adet olduğu üzere kilise kanunlarına uyarak mukaddes ekmek ve şarabı almağa hak kazanan kimse, birleşme taraftarı papazlara müracaat etmezse, onlar tarafından ağır manevi cezaya müstahak olurdu. Birleşme taraftarı papazlar Ortodoksluk taraftarı olan papazlar hakkında bunların papaz olmadıklarını, takdim ettikleri şeylerin sahih ve hakiki olmadıklarını söylüyorlardı. Ortodoks papazlar, bir cenazeye veya bir ölünün ruhunun istirahatı için yapılan ayine davet olunduğu zaman, bu merasimlerde birleşme taraftarı bir papaz görününce, Ortodoks papaz hemen ruhani elbisesini çıkarır ve yangından kaçar gibi oradan uzaklaşırdı. Büyük kilise (Ayasofya) şeytanların ilticagahı ve putperestlerin mabedi telakki ediliyordu. Nerede o mumlar, nerede o kandillerdeki yağlar ? Her şey zulmet içinde, hiç müteessir olmuyordu, mukaddes mâbed viran bir hal almıştı. Bu hal, şehir halkının dini hükümlere muhalefet ve tecavüzleri dolayısıyla, bir müddet sonra mâbedin düşeceği harap vaziyeti daha evvelden gösteriyordu. Genadios ise, hücresinde va’z ediyor ve birleşmeğe taraftar olanları tel’in ediyordu”[5].

Dukas devamla diyor ki; Genadios her gün birleşme taraftarları aleyhine vaz etmekten ve yazılar yazmaktan geri kalmıyordu….Senatodan baş amiral büyük duka, Genadios ile hem fikirdi ve işbirliği yapıyorlardı. İstanbul’un aleyhine toplanmış olan sayısız Türk askerlerini gören halka hitaben bu büyük duka Latinler aleyhine şunları söylemeğe cesaret etti; İstanbul’un içinde Türk sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir[6]. Dukas’ın büyük duka dediği şahıs Bizans Devleti’nin en saygın kişilerinden Leon Notaras idi[7].

Ayasofya’ya mağara ve rafizilerin mezbahı adı veriliyor, içinde kiliselerin birleşmesi taraftarları olanlar tarafından ruhani ayin icra olunduğundan kirlenmemek için Dukas’a göre hiçbir Bizanslı bu mâbede girmiyordu[8].

Bizans, ahlaki bakımdan da tamamen çökmüştü. Bu durum karşısında İstanbul’un müdafaası doğudaki ticari menfaatlerini kaybetme korkusu içinde bulunan Latinlere bırakılmıştı.

Tahta çıkınca ilk işinin İstanbul’un fethi olacağı şayiası daha şehzadeliği zamanından beri duyulan Fatih tahta çıkınca Bizanslılar derin bir teessüre kapılmışlar, son Bizans imparatoru Konstantinos Dragasis, hristiyanlık namına Papa Beşinci Nicolas (Nikola)’dan imdat dilemiş, hatta asırlardır birbirine düşman olan İstanbul ve Roma kiliselerinin birleştirilmesine bile razı olmuştur. Batılı kaynaklarda göre papa İstanbul’a yardım kuvvetleri yerine iki mezhebi birleştirecek bir kardinalden başka bir şey göndermemiş olmakla tenkit edilir. Aslen Selanikli veyahut Moralı bir Rum olduğu rivayet edilen kardinal İsidore (İzidor) büyük bir gemiye iki yüz İtalyan askeri doldurarak İstanbul’a gelmiş, 30 Zilkade 856 /12 Ocak 1452 (12 Aralık 1452 bk Ostrogorsky, s. 523) günü Ayasofya kilisesinde imparatorla devlet erkanı da hazır bulunduğu halde büyük bir ayin yaparak Rum patriği Grigorios Mammas’la beraber Ortodoks ve Katolik mezheplerinin birleştirildiğini ilan etmiştir. Mezheplerine vatanlarından çok fazla bağlı olan Bizanslılar imparatorun bu faaliyetini küfür saymışlar ve İstanbul sokaklarında Türk sarığı görmeyi kardinal şapkası görmeye tercih ettiklerini konuşmaya başlamışlardır. Bizans imparatoru Avrupa katolikliğine gösterdiği fedakarlığın karşılığını görememiş, hemen hiçbir yardım alamamış, netice itibariyle kendi tebaası arasına bir tefrika sokmuş ya da mevcut olan bir tefrikayı alevlendirmiştir. İmparator bu buhran içinde yapabildiği tek şey surları onarmak, Adaları tahkim etmek ve şehre erzak yığmak olmuştur[9].

Dukas’ın anlattıklarına bakılırsa, İstanbul’un fethinin yaklaştığını ve şehrin düşeceğini anlayan yerli halk, bütün kadın ve erkekler, rahip ve rahibeler Büyük Kilise’ye yani Ayasofya’ya sığınmışlar, iltica etmişlerdi. Bunun sebebi şu idi; Çok seneden beri şehir halkına bazı yalancı falcılar istikbalde şehrin Türklere teslim olunacağını, bu Türklerin askeri kuvvetle şehre gireceklerini, Bizanslıları keseceklerini ve Türklerin bu yürüyüşlerinin büyük Konstantin’in sütununa (Çemberlitaş) kadar varacağını, ondan sonra gökten bir meleğin elinde kılıç olarak ineceğini ve bu melek, sütunun yanında bulunacak olan ismi meçhul sadedil ve fakir bir adama imparatorluğu ve kılıcı vererek ona; Bu kılıcı al ve Allah’ın kavminin intikamını al diyeceğini, o zaman Türklerin geri gideceklerini, Bizanslıların bunları takip ve telef edeceklerini, bunların şehirden, garptan ve şark yerlerinden İran hudutlarında bulunan bir yere kadar kovulacaklarını söylüyorlardı. Bazı kimseler yukarıda bahsedilenlere inanarak bunların vaki olacağı kanaatiyle koşuyorlar ve başkalarını da koşmağa teşvik ediyorlardı. Bunların kanaati böyleydi ve bugün vuku bulmakta olan hadiseler, esasen çok seneden beri kafalarında yer etmişti. Yani Stavros (Çemberlitaş) sütununu geçecek olursak, gelecek felaketi atlatırız diyorlardı. İşte bu sebepten halk Ayasofya’ya sığınıyordu. Bir saat içinde o muazzam mâbed tamamıyla erkek ve kadınlarla dolmuş idi. Mâbedin alt ve üst katları, avluları ve her bir yeri sayısız halk tarafından işgal edilmişti. Mâbed dolduktan sonra, içerdekiler kapıları kapadılar; kurtuluşlarını mâbedin kerametinden bekliyorlardı[10].

İstanbul’un fethinden bir gün önce Ayasofya’da imparatorun, bütün devlet ve saray erkanının göz yaşlarıyla katıldığı büyük bir ayin yapılır. Bu Ayasofya’da yapılan son ayindir. Ayrıca sokaklardan papazların idare ettiği ayin alayları geçirilmiş, bütün halk bu alaylara katılmış, İstanbul’un içi “Kyrie eleison” yani Ya Rabbi bize merhamet et dualarıyla çınlamış, kadın ve çocukların vaveylaları içinde yoluna devam eden alay surlara kadar ilerleyerek Bizans’ın son tahkimatını takdis etmişlerdir. İmparator, Bizanslıları mukavemete teşvik eden son nutkunda Şarki Roma’nın uzun bir inhitat ahlaksızlığından sonra bu akıbete layık olduğunu belirten “eğer bu tavsiyelerime riayet edecek olursanız Allah’ın bize yolladığı haklı cezadan belki kurtuluruz” sözünü ifade etmiştir[11].

Türkler İstanbul’u zaptettikleri zaman (29 mayıs 1453) müdafaasız halk kiliseye sığınmıştı. Halk şu inancı taşıyordu; Türkler Büyük Konstantin sütununun yanına kadar geldiklerinde gökte bir melek zuhur edecek ve bunu gören Türkler bir daha dönmemek üzere Asya’da ki vatanlarına (İran sınırı) çekileceklerdi. Fakat Türkler gelmişler mabedin kapılarını açarak içeri girmişler ve orada korkudan birbiri üstüne yığılmış olan erkek ve kadınları esir etmişlerdir[12]. Burada cebren içeri girmek mecburiyetinde kalan Türk askerleri hiç kimsenin hayatına dokunmamış ve yalnız esir almakla yetinmişlerdir. Türk ordusu değil Ayasofya’ya sığınanları öldürmek, İstanbul’a girdiği vakit Fernand Grenard’ın ifadesiyle yalnız silahla mukavemet gösterenleri ve vaziyetleri şüpheli görülenleri öldürmüşler, mütebakisini esir etmişlerdir. Bizans Rumları katliama maruz kalmamıştır[13]. Hayrullah Efendi tarihinde “şehir içine girildikten başka imparatorun ölümü haberi duyulunca asker ve halktan bir çoğu Venedik gemilerine binip kaçmak için Samatya, Ahırkapı ve Kadırga Limanı taraflarına koştuklarından diğer taraflarda az kimse kalmıştı. Bundan başka ahalinin çoğu kiliselere kapandığından çok can kaybı olmadığını, bir çoğunun da savaş esiri olarak sağ yakalandıklarından iki bin kişiden fazla insanın ölmediğini..” belirtir[14].

Kapılarını kırıp Ayasofya’ya giren Fatih’in askerlerinin yaptıklarını abartılı bir şekilde anlatan Dukas, mâbedin içinde hiçbir şey bırakmadılar der[15]. Daha sonra Hammer, Lamartine, Kont Segür, Dimitri Kantemir ve benzeri Avrupa tarihçileri ve yazarları da taassuba dayanan, gerçek dışı saldırılarda bulunmuşlar, okuyucularını yanıltmışlardır[16]. Ayasofya da dahil sanat ve kültür eserlerini tahrip edenler Türkler değil, bir kısım batılı kaynakların da teslim ettiği gibi, Türklerden iki buçuk asır önce İstanbul’u Bizanslılardan zaptetmiş olan Avrupa Haçlılarıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, Osmanlılar Ayasofya’nın çan kulesini bile yıkmamışlardır[17]. 1847-1849 yılları arasında gerçekleşen tamirde İsviçreli mimarlar Bizans devri mozayiklerinin hâlâ çok iyi durumda olduğunu görmüşlerdi. Eğer Türkler tahripkar davransaydı mozayiklerden eser bile kalmazdı[18]. Rus müelliflerinden Uspenski sanat ve kültür eserlerine karşı Müslüman Türklerin 1204 Haçlılarından bin kat insaflı ve insanca davranmış olduklarını söyler. Bir çok batılı tarihçi de Müslümanların Kudüs’e girdiklerinde orada ki Hristiyanlara, kendilerini İsa’nın askerleri sayan İstanbul’u talan eden bu adamlardan daha bir insanca davrandıklarını yazarlar. Ortaçağda yaşamış Fransız tarihçi Villehardouin 1204 Haçlı yağmasını “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” diye anlatır. Zaten harap ve perişan bir halde olan İstanbul’u alan Fatih, derhal imar faaliyetlerine başlamıştır. Türk fethi Bizansı yıkmış ama İstanbul’u kurtarmıştır[19]. Tarih-i Ebu’l-Feth yazarı Tursun Bey eserinde İstanbul daru’l-eman oldu, Fatih Ayasofya’ya geldiğinde “bu binay-ı hasînün tevabi ve levahıkın harab u yebab gördi” der ve Ayasofya’yı ve surları onardığını belirtir[20].

Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde 1204 yılındaki Latin yağmasına değinirken barbarlarınkinden çok daha korkunç katliâma ve yağmaya giriştiklerini, yüzyıllardır biriktirilen defineler, hazineler yağmalandığını; kiliseler, manastırlar, evler, soyulup soğana çevrildiğini; Ayasofya’nın tamamen soyulup boşaltıldığını; kutsal vazolar içki kadehleri olarak kullanıldığını, mihrabı yaktıklarını, kilisede değer taşıyan ne varsa parça parça edip aralarında paylaştıklarını, aldıkları bu değerli eşyayı yüklemek için atlarını ve katırlarını kilisenin içine kadar getridiklerini, hayvanlar gibi davranıp bütün kadın ve kızların, rahibelerin ırzına geçtiklerini belirtir[21].

Sadece Ayasofya’da bile her asırda bir Türk eseri buluyoruz. Her devirde camiiye bir Türk eseri katılmıştır. Müştemilatıyla binayı bu zaviyeden değerlendirdiğimizde Türk eserleri yarıdan fazlayı bulur. Süheyl Ünver, Ayasofya’nın pek çabuk olarak medresesi ile, türbeleri ile ve Mahmud I in kurduğu pek zarif kütüphanesi ile, mahfelleri ile, şadırvanıyla, sebiliyle, ilk mektebi ile muvakkıthanesi ile en mühim İslami sitelerimizden biri olmuştur der[22].

Türklerin Ayasofya’ya girişlerine şahit olanlardan hiç biri sonraları çıkan rivayetlerde olduğu gibi, o vakit bir katl-i âmdan ve mabede karşı bir hürmetsizlik ve tecavüz yapıldığından bahsetmezler[23]. Bu müfterilerden biri olan ve Ayasofya’nın minarelerinin yıktırılmasını, Rusların İstanbul’u alıp haçı dikmesini hararetle savunan muasır tarihçilerden Schlumberger hiçbir kaynak göstermeden Ayasofya içinde bile katliam olduğunu belirtir[24].

Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde, öyle görünüyor ki büyük kilisede çok az kan döküldü. Türkler orada bulunanları tutuklayıp sonradan köle yapmakla yetindiler der. Yine aynı yazar Fatih’in akşam sivillerin tutuklanmasının durdurulmasını ve yağmalamaya son verilmesini emrettiğini, orduya mensup her kişiye, her askere kent halkını, kadınları ve çocukları öldürmeyi veya köle almayı da bunlara karşı kötü davranılmasını yasaklıyorum. Bu emre karşı gelen herkes öldürülecektir dediğini nakleder[25]. Osmanlılar merhametli davranmayı kan dökmeye tercih etmişlerdir. Ayasofya sahasını hiçbir katl veya idam lekesi kirletmemiştir[26]. Voltaire, İstanbul’un zabtı sırasında bazı tarihçiler tarafından Osmanlılar tarafından ahaliye karşı yapıldığı belirtilen saldırıları ve bu saldırılara karşı gösterildiği rivayet edilen salabet ve hoşgörüyü reddetmiştir[27]. Lamartine bütün saldırıları ile beraber şu gerçeği aktarmadan geçememiştir. Ünlü tarihçi Phranzes’den naklen şöyle diyor; ...rahibelerin, annelerinden ayrı düşmüş çocukların, kendi çocuklarından ayrılmış annelerin feryat ve figanlarını merhamet gözüyle gören Osmanlılar bu hazin duruma üzülüyorlardı[28].

Fatih, umumiyetle rivayet olunduğu gibi, at üzerinde değil, fakat yaya olarak kiliseye girmiş ve müezzine ezan okutarak maiyeti ile beraber namaz kılmıştır[29]. Maalesef ünlü ressam Delacroix, Paris Louvre Müzesinde bulunan Fatih’in Ayasofya’ya girişini temsil eden tablosunda sultanı atıyla mabede girer gibi göstermiştir. Hata etmiştir. Fatih Ayasofya’ya girince secde-i şükrana kapanmış, iki rekat namaz kılmış, ilk ezanın da bu sırada okunduğu rivayet edilmiştir[30].

Fatih düzenlenen tören alayı ile şehre girince kuvvetli rivayete göre doğruca Ayasofya’ya gitmiştir. Tursun Bey, Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti der. Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” olduğunu söylüyor ve devamla mâbed-i kadime doğru yöneldiklerini belirtiyor. Osmanlı Türklerinde bir gelenek olarak devam eden, asırlardır tatbik edilen bir kural vardır. Bu kural bir memleket veya kale fethedildiği vakit ordu içeriye girip burçlara bayrak çekerken surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camiide kılınırdı. Bu tarihi ve milli an’ane gereği Fatih vakit geçirmeden Ayasofya’yı camiiye tahvil etmek gayesiyle Ayasofya’ya yönelmiştir. Fatih buraya gelince atından inerek yaya olarak içeriye girmiştir. Burada belirtmek gerekir ki Fatih at üzerinde değil yaya olarak mâbede girmiştir. Fatih mâbedin azametini görünce hayran kalmıştır. O sırada bir Türk askerinin mabedin mermerlerinden birisini kırmakta olduğunu görünce Fatih, bu tahribatı neden yaptığını sormuş, o asker de din için yaptığını söylemiştir. Fatih bu askerin tahribatına mani olmuş, askeri yakın koruma dışarı çıkarmıştır. Fatih burada “servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir” der[31].

Yanında bulunan bazı İtalyan ve Rumlar’ın rivayetine göre Fatih, mozaiklerin sökülmesi teşebbüsünde bulunan mimarlara hitaben; “Durunuz! Bu mozaik resimleri günaha sebep olmamaları için bir kireç tabakasıyla örtmekle yetininiz! Fevkâlâde olan bu kakmaları koparmayınız” demiştir[32]. 1930’lı yıllarda Amerikan Bizans Ensititüsü namına Ayasofya mozayiklerini araştırmakla görevli Thomas Whittemore “bu mozayiklerin hiç birinde insan tarafından tahribat ika edildiğine ait bir iz görülmemiştir. Hatta binanın her tarafında yüzlerce haçlar hiç bozulmadan kalmış olup binanın uzun müddet Türkler tarafından muhafaza edildiğine şehadet etmektedir”[33].

Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söylemiştir. Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde “vakta ki bu binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder;



Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût

Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb



Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor/bekliyor.

Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir[34].

Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdırabı şöyle dile getirir “adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet ? Heyhat nedir bu dehşet veren acibe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz ? Ey güneş titre ! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede ? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır. Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mâbed, bu gün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ı Hak verdiğin hüküm adildir ![35]

Fethin üçüncü günü Cuma günü Fatih, Ayasofya’ya gelip ilk Cuma namazını askerleriyle beraber kılmıştır. İmamete İstanbul’un fethinin manevi mimarı Akşemseddin geçmiş, ilk olarak Fatih namına hutbeyi de bu nurani zat okumuştur. Hutbenin Fatih tarafından irad edildiği de yazılmaktadır. Diğer bir rivayette ise Fatih Ayasofya’nın camiye tahvil edildiği gün askerine bir hutbe irad etmiştir. Fatih’in iradesiyle bu Cuma gününden evvel Ayasofya’daki tasvirlerle heykeller ve putlar kaldırılıp, kıble tarafına mihrab yapıldığı ve minber konulduğu, bütün hazırlıkların Cuma gününe kadar ikmali için mimarlarla ustalar gece gündüz çalıştıkları rivayet olunur[36]. Bu arada üç gün zarfında bir de tahtadan minare yapılmıştır. Yapılan minber ve mihrap zamanımıza ulaşmamıştır. (Şimdiki mihrap ve minber daha sonra yapılmış olup Fatih’in yaptırdığı değildir. 16. yüzyılın izlerini taşır. II. Bayezid devrinde mihrab, III. Murad devrinde minber ilave edildiği bilinmektedir. Tahta minare ise II. Selim zamanında yapılan tamir sırasında kaldırılmıştır[37]). Solakzâde tarihinde Cuma namazından önce mihrab, minber ve mahfil hazırlandığı, duvarlarda bulunan tasvirlerin kaldırıldığı, Cuma hutbesini Akşemseddin’in irad ettiği, imameti de yine bu zatın yaptığı belirtilir[38].

Okunan bu hutbe Osmanlılar içinde okunan hutbelerin belki de en mukaddesi, en sevinçlisi, en büyük şan ve şerefe sahip olanı idi. Çünkü o güne kadar sekiz buçuk asırdan beri bütün müslümanların ulaşmayı şiddetle arzu ettikleri bir fethi Cenab-ı Hak tarafından Osmanlı padişahlarına ve onun tebasına verildiğini ilan etmekte idi. Fethin komutanı ve gazileri, sahabe-i kiramın bile şiddetle arzu ettikleri büyük bir saadete ve Hz. Peygamberin “ne güzel komutan ve ne güzel asker” övgüsüne mazhar olmuşlar idi[39].

İstanbul’un fethini müteakip şehirde bulunan yüzden fazla kilise ve manastır cami ve ibadethane haline getirilmiş, bir çoğu da medrese ve hangah yapılarak ehli tarikata barınak olmuştur[40].




İSKENDER PALA

FETİH MARŞI

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın ?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Arif Nihat ASYA
 
KOCA MUSTÂPAŞA

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!
Tâ fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allâh'a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı.
Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afif âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak..
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: "Şükür Allâh'a" diyen
Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk'ün âsûde mizâcıyle Bizans'ın kederi
Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri.

Şu fetih vak'ası, Yârab! Ne büyük mu'cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur birbir;
Bir tecellîsi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu'cizeden,
Hak'dan ilhâm ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrısının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm'a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.

Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.

Gece, şi'riyle sararken Koca Mustâpaşa'yı
Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.

Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
"Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!..."

Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü'yâya.-

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!

Yahya Kemal BEYATLI
CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir " Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazıl KISAKÜREK
Fatih’in kardeşi Ahmed, Hind’e padişah olmuştu

Hem, dedim, senin okuduğun tarih kitaplarında Fatih’in tahta geçer geçmez bir yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed’i boğdurduğu yazılıdır, değil mi? Bu yüzden de birçok kimse, “Kanunnâme”deki “kardeş katli”ni sözümona ‘emreden’ maddenin yazarı ve uygulayıcısı olduğuna inanır Fatih’in. Şayet bu kadar önem verilen bir “kanun” idiyse bu, neden aslını bulamıyorlar, söyler misin bana?


Yani Kardeş Katli’ni kanunlaştıran Fatih değil miydi? Bütün bildiklerimiz yanlış mı şimdi? Ne yalan söyleyeyim, hem rahatladım, hem de kafam allak bullak oldu…

Dışarıda soğuk eksi 10’u, saat 11’i vurmuş, sevdalı bir kalabalığın huzurundan Osmanlı selamıyla ayrılırken yağmur gözlü yiğitlerden birisi yanıma yaklaşmış, hayret kayığına bindirdiği kelimelerden sorular örüyordu habire. “O zaman şu…” Sözüne bıçak çekiyorum, “Var mısın”, diyorum, “buzdağının dibine dalmaya?” Tereddütle karışık bir “Varım” sözü tütüyor ağzından. “Gel o halde” diyorum bir sandalye çekerken yanıma, “şuradan başlayabiliriz dalmaya: Fatih İstanbul’u ne zaman fethetmişti?” Belli ki beklenmedik bir soru oluyor. Duraklıyor, kelimeleri dişiyle dudakları arasında iyice ezerek, “29 Mayıs 1453, değil mi?” diyebiliyor. Anlıyorum tabii, koskoca adam bu basit soruyu bana sorduğuna göre vardır bir hinlik diye kuşkuya yatmış vaziyette. “Bak” diyorum…

Bakıyor. “Madde bir”, diyorum, “Fatih İstanbul’u fethetmemişti!” Gözbebeklerinden Fesubhanallahlar düşüyor kalın buzların üzerine; zıplıyor, sesini duyuyoruz. “Fatih İstanbul’u değil, Kostantiniyye’yi fethetmişti” diyerek merakını gideriyorum hemen. Ardından ekliyorum Fatih sevdasında hepimize beş çeken Levon Panos Dabağyan’ın sözlerini yankılayarak, “Allah kimseye İstanbul’un fethini nasip etmesin”. Önce bunu bir kelime oyunu zannediyor, altını birkaç kez çizerek düşünüyor.

O düşünedursun, ben ikinci maddeyi seriyorum çarşaf gibi önüne: “Fatih İstanbul’u 1453’te değil, 857’de fethetmişti. Bir başka deyişle o, Peygamber-i Zişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretinden tam 857 yıl sonra giriyordu İstanbul’a. Zaten yolunu şaşırmış Miladi takvimle kutlu müjdeyi asırların üzerine sağanak gibi yağdıran bir adamın ne işi olabilirdi ki?”

“Kilid-i mülk-i İslam” tabiri Alvarlı Efe’nin kemâl pınarlarından taşmış, Erzurumluların gönül gözlerine bir lens gibi asılmıştı. Bunu gördüm Erzurum’dan tüten nefeslerin şehrin üzerinde kurduğu görünmez otağda. Bu kilidin içinde dönüyordu anahtarım. Yağmur gözlerinde yatağanlar uçuşuyordu. “Madde üç” dediğimi duydu mu bilmiyorum. Artık daima dinliyor, derin düşlere dalıyordu besbelli. Hem, dedim, senin okuduğun tarih kitaplarında Fatih’in tahta geçer geçmez bir yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed’i boğdurduğu yazılıdır, değil mi? Bu yüzden de birçok kimse, “Kanunnâme”deki “kardeş katli”ni sözümona ‘emreden’ maddenin yazarı ve uygulayıcısı olduğuna inanır Fatih’in. Şayet bu kadar önem verilen bir “kanun” idiyse bu, neden aslını bulamıyorlar, söyler misin bana? Fatih’in pek çok kanunnamesi ve vakfiyesi bize ulaştığı halde, hatta bir tanesi sonradan türbesinde ortaya çıktığı halde, bu kanunname neden bulunamaz ve neden bir buçuk asır sonra yazılmış bazı defterlerin arasında okuruz onu da, Topkapı Sarayı’nda, yani tam da bulunması gerektiği arşivde yerinde yeller esmektedir?

“Bunları daha önce yazmıştınız sanki, okumuş gibiyim” dediğini duydum. Gayrı durmak ne mümkün. “Öyleyse bak ne anlatacağım sana” dedim. Yağmur şiddetlenmişti. Gözlerinde. Sesler duyuluyordu.

“İster inan, ister inanma. İstanbul Üniversitesi’nin eski hocalarından Profesör İsmail Hikmet Ertaylan’ın 1953’te basılan “Âdilşahiler: Hindistan’da Bir Türk-İslam Devleti” adlı kitabında şu mealde bir bilgi verilir: Fatih’in babası Sultan II. Murad, ömrünün son yıllarına tek oğulla girmenin üzüntüsünü yaşarmış. Nihayet ölümünden kısa bir süre önce Candaroğulları hanedanından aldığı Hatice Alime Hatun’dan (bir ‘prenses’) bir oğlu dünyaya gelmiş ve adını Ahmed koymuşlar. Babası Murad’ın ölümü üzerine tahta çıkan geleceğin Fatih’i Mehmed Çelebi ise fitne çıkabilir korkusuyla kardeşi Ahmed’in boğdurulmasını emredecek ve II. Murad’ın Bursa’ya yollanan tabutunu, mini mini bir tabut daha takip edecektir. Ancak bu tabutta, zannedildiği gibi kardeşi Ahmed değil, “alelacele tedarik edilen bir benzeri”, yani bir köle çocuğu son yolculuğuna çıkarılmıştır. Meğer Fatih’in üvey annesi olan Hatice Alime (veya Halime) Hatun, oğlu Ahmed’i bu oyunla cellatların elinden kurtarıp yurtdışına kaçırtmış, Bursa’daki türbeye ise zavallı köle çocuğun cesedi gömülmüştür.

“Yani?” “Yanisi şu” diyorum, “bu kitapta yazılanlar doğruysa Şehzade Ahmed öldürülmemiş, İran’a kaçırılmış. Burada büyümüş, tahsil ve terbiye gördükten sonra Hindistan’a gitmiş ve Behmeni Devleti’nin hizmetine girmiş; orada umur görmüş, yüksek makamlara kadar çıkmış. Gel gör ki, Behmenîler yıkılınca çok sayıda küçük devlet pıtrak gibi bitmiş onun toprakları üzerinde. Bunlardan birisi de merkezi Bicabur olan Adilşahiler Devleti olmuş. Bu devletin kurucusu ise Fatih’in, annesi tarafından İran’a kaçırılan kardeşi Şehzade Ahmed imiş.”

Sözüm bittiğinde gözlerindeki yağmur taneleri havada donmuş, buz kesmişti. “Bütün bunları nereden buluyorsunuz Allah aşkına?” sorusu karşısında dayanamayıp boşaltıyorum derûnumdakileri: “Ben onları değil, onlar beni buluyor aslında. Ben onları konuşmuyorum. Benim ağzımdan konuşan onlar. Hem sen Fatih Sultan Mehmed’in kayıp bir vasiyetnamesi olduğunu ve bunun Amerika’da keşfedildiğini işitmiş miydin?” Sorum, muhatabını bulamayan mermiler gibi salonun duvarlarında sekti, durdu. Hem size bir şey söyleyeyim mi: Erzurum’daki dostlar, yerdeki buzlardan değil, çatılarda susta bekleyen buzlardan sakınılmasını öğretmişlerdi bana. Ne zaman kopup başınıza düşeceği hiç belli olmazmış. Yanımda kim vardı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, dumanlı bir ağızdan çıkan, “Ne kadar da tarihe benziyor” sözleri oldu.
MUSTAFA ARMAĞAN
 
Fetihle alakalı Fotoğraflar::))

Fatih Sultan Mehmed'in bir portresi

Ünlü İtalyan ressam Zanaro'nun Fatih'in İstanbul'a girişini temsil eden bir tablosu..

Ünlü İtalyan ressam Zanaro'nun bir tablosu

Istanbul'un fethi esnasında gemilerin karadan yürütülmesini temsil eden çizim

Edirne dökümü yapılan kuşatma esnasında
kullanılan toplardan biri.

Fetih sırasında kullanılan gülleler.


Fatih Sultan Mehmed'in tuğrası
 

Fatih Sultan Mehmed'in bir portresi

Bir grafik çalışması fetih ile alakalı…
 

terteren

Altın Üye
çok güzel çalışma dostum şimdiye kadar kimsenin post atmaması ilginç geldi bana
 

Passenger

DontWannaMyDiaßLo
fatih fatih fatih ama fatih sultan mehmet kardeşini olduren ilk padişah mıydı arkadaşlar ??
 

cassu

New member
supersın saol

ab ck saol yaw cok yrdımcı oldu odevde super hzlamıssın :durdurun :durdurun
 

alibey43

New member
Evet Fatih kardeş katline müsade eden ilk padişahtır. Amacı da devlette ikilik çıkmasını önlemek böylelikle devletin bekasını sağlamaktı. Yani devlet yasasın diye kardeşinden bile vazgecebilecek kadar fedakardı.
 

HTML

Üst