İslam, Dürüstlük ve Ak Parti Yöneticileri

Vtnsvr

New member
Dr. M. Galip Baysan -GÜVERCİNEVİ

Okurlarım, öğrencilerim benim Atatürk İlke ve İnkılâpları ile Laik Demokratik düzene ne kadar bağlı olduğumu çok iyi bilirler. Ancak ben de bir Müslüman’ım ve tıpkı atalarımın yaptığı gibi çağdaş yaşamın gerektirdiği akıl ve bilim yolundan sapmadan kendi çapımda ibadet görevini yerine getirmeye çalışmaktan zevk alıyorum.

Bu güne kadar anladığım kadarı ile iyi bir Müslüman olmanın ilk ve en önemli şartlarından biri dürüst olmaktır. Dürüstlük bir Müslüman’da bulunması gereken ana vasıfların başında gelir.

Geçmişte uzun yıllar Osmanlı toplumunda neden Peygamberleri tüccar olmasına rağmen Müslümanların ticareti Gayrimüslimlere bıraktığının sebebini anlamaya çalıştım. Bunun nedeninin dini olduğundan emindim. Osmanlı toplumunda gerçekten de garip bir durum vardı. Ticaret ve sanayi; peygamberi bir marangoz olan Hıristiyanlarla, peygamberi bir prens olarak Mısır sarayında yetişmiş Yahudilerin elindeydi. Peygamberi tüccar olan Müslümanlara gelince onlar da satıcı değil ama üretici ve tüketici kitleyi temsil ediyorlardı. Sonunda bir surenin ilk ayetlerini Müslümanların çok sevdiğini, şiirsel ve akıcı yapısı nedeni ile namaz ve ibadetlerinde çok sık kullandıklarını fark ettim.

Kısa bir süre önce ülkemizi ziyaret eden İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in Bursa ziyaretini hatırlarsak, orada Yeşil Camiini de ziyaret etmiş ve kendisine “Rahman Suresi” okunmuştu. Bu surenin 7-9ncu ayetlerin anlamı şudur:

“ 7.Gökyüzünü o yükseltti ve ölçü- tartıyı koydu. 8.Sakın tartıda hakkı, insafı aşmayın, 9.Tartıyı adaletle ayakta tutun, eksik tartmayın.” Büyük bir olasılıkla Müslümanlar bu ve benzer ayetlerin etkisi ile aslında tanrının emrettiği dürüstlükten en ufak bir taviz vermek istemediklerinden zaman içinde ticarete soğuk bakmaya başlamış olabilirler. Bu olasılık gerçek dahi olsa burada önemli olan husus, İslami yapıda doğruluğa, dürüstlüğe verilen önemdir. İslam Peygamberi iyi bir Müslüman olmak için kendisine ne yapması gerektiğini soran birine sadece “Allaha inandım de, sonra dosdoğru ol.” Diyerek İslam’ın doğruluk dini olduğunu belirtmiştir.

Bu nedenle bir Müslüman yalandan, hileli hurdalı işlerden, haksızlık yapmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Satarken, alırken ve yönetirken de dürüst olmalıdır. Doğru düşünüp, doğruyu konuşmalı, hareketleri görüşleri ile uyum içinde olmalıdır. Yani ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır.

Şimdi bu kısa vaazdan sonra gelelim ana konumuza. Birkaç ay önce bir köşe yazarımızın (Hasan Pulur) köşesinde geçmiş günlerde beraber çalıştığı dürüst insanlardan bahsettikten sonra “Nerede bu güzel insanlar?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Günümüz Türkiye’sinde her gün karşılaştığımız ve Dine saygılı olduğunu her fırsatta öne çıkaran bir Partinin yönetiminde bile olağan hale getirilmiş suiistimalleri gördükçe ben de zaman zaman geriye bakmak ihtiyacı hissederim. Şimdi sizinle yaşamım süresince karşılaştığım bazı güzel insanlarla ilgili anılarımı paylaşmak istiyorum.

1959 yılı Ağustos ayının son günlerinde Kore’de Tugay İstihkâm Mal Saymanı olarak sınıf arkadaşım Üsteğmen Özdemir Polat’la devir teslim yapıyorduk. Bana ağzına kadar inşaat malzemesi ile dolu, 4-5 depo teslim ettikten sonra, ayrılmadan önce kulağıma “Burada Tanrı’dan başka kimseye hesap vermeyeceksin. İstediğin malzemeyi ister at, ister sat, sadece kartını yok et yeter. Ama sen çevrene teftiş göreceğini ilan et, rahat edersin” dedi. Ben de aynen öyle yaptım. Teftiş göreceğimi duyurdum ve verdim.

Bir yıl sonra Anayurda döndüğümde bütün arkadaşlarım Özdemir’in evlenmek için beni beklediğini söylediler. Evvela nezaket gösterdi zannedip rahatsızlık duydum. Daha sonra eve geldiğim zaman arkadaşımın mektubunu aldım. Birikmiş parasını tükettiği için, düğün parası kalmamış, 1000 TL. kadar bir para yetermiş. İsteğini birikmiş maaşlarımdan alarak derhal yerine getirdim ve üsteğmenimizin mutluluğuna katkıda bulundum.

Bu olay aynı zamanda Üsteğmen Özdemir Polat’ı gözümde bir namus ve dürüstlük abidesi gibi büyüttü. Demek ki genç arkadaşım bütün maddi imkânsızlıklara göğüs germiş, Kore’de görev yaptığı süre içinde adeta sahipsiz diyebileceğimiz Birleşmiş Milletlerin birer mücevher değerindeki mallarına tenezzül etmemiş, bir kuruş dahi zimmetine geçirmemiş, doğruluktan asla taviz vermemişti. Aksi halde herhalde böyle olmaz, günümüzde sayısız örneğini gördüğümüz gibi o da, yaratıcı gücünü kullanarak elde edeceği maddi imkânlarla, milyonlar sarf edebilir ve büyük otellerden birini kapatabilirdi. (Em. Albay Özdemir Polat halen İzmir Bostanlıda mütevazı bir yaşam sürmektedir.)

1959-1960 yılının Kore Tugayında bütün genç subaylarının hayranlığı bir subay üzerine yoğunlaşmıştı. Bu subay Türk milli onurunun temsilcisi gibi idi. Özellikle Amerikalılara karşı dik ve taviz vermez duruşu bizleri çok etkiliyordu. Bunun yanında ne PX malları, ne de Amerikanın o dayanılmaz viski ve sigarasına iltifat etmemesi, hatta rakı ve Türk tütününden bile taviz vermeye istekli görünmemesi hepimizi hem şaşırtıyor, hem de ona karşı olan sevgi ve saygımızı kat be kat arttırıyordu. Ben bilmediğim bir nedenle ona karşı pek yakın durmazdım ama o kritik dönemde bu subay benim için dahi bir dürüstlük ve namus timsali gibiydi. Hemen hemen bütün Türklerin sevgi ve saygısını kazanmış olan Kurmay Albay Talat Aydemir, Türkiye’ye dönüşte önemli görevler üstlendi ve hatırlayacağımız gibi bir darbe girişimi sonunda asılarak idam edildi.

1960 yılının yine Ağustos ayında, yani ihtilalden hemen sonra Türkiye’ye dönmüştük. Askeri yönetim olmasına rağmen, İzmir gümrüğünde kelimenin tam anlamıyla didik didik arandık. O hengâme içinde birisinin adeta imdat ister gibi bağıra bağıra şikâyet ettiğini duyduk. Şikâyetçi şöyle bağırıyordu: “Babam Devlet Başkanı diye bana neden iş vermiyorsunuz? Evime ekmek götüremiyecekmiyim?” Kendisine iş verilmeyen kişinin bir gümrük komisyoncusu Özdemir Gürsel olduğunu ve Devlet Başkanı olan Babası Cemal Gürsel’in talimatıyla kendisine hiçbir ayrıcalık tanınmadığı gibi, çalışmasının da engellendiğini öğrendik. Onu ilk tanıdığımız lakabı ile Cemal Ağa dürüst bir insandı ve birkaç sene sonra rahmetli oldu.

1973 yılında Napoli’deki NATO Komutanlığına atandığımda bizi Harp Akademilerinde beraber öğretmenlik yaptığımız arkadaşım Kur. Alb. Ali Ulvi Güngör ve ailesi karşıladı. Alb Güngör yaşamım boyunca tanıdığım en dürüst ve en çalışkan insanlardan biri idi. Bunun yanında son derece mütevazı ve alçak gönüllü, muhafazakâr yapıda bir insandı. Onunla pek çok anımız var ama sadece birini sizinle paylaşmak istiyorum. Dönüş zamanı geldiğinde hepimizin ideali bazı vergi indirimlerinden yararlanma hakkımızın olması nedeniyle son model bir araba almak, bu araba ile Türkiye’ye dönerek hem yol parasından kurtulmak ve hem de bir araba sahibi olmaktı.

Bir gün çocukları bana onun araba almak istemediğini, Türkiye’ye uçak veya gemi ile döneceklerini böylece Yugoslavya, Bulgaristan gibi ülkeleri görme şansını da yitireceklerini söylediler. Albayımıza sebebini sordum, cevabı şöyle oldu:

“ Ben araba almak istemiyorum, çünkü bu arabayı Türkiye’de kullanamam. Maddi gücüm bunun hem gümrüğünü hem de masrafını karşılamaya müsait değil. O zaman satmak mecburiyetinde kalacağım. Ben bir subayım, tüccar değilim. Satmam veya satmak için araba alamam bu bana yakışmaz.” O günlerde basit bir arabayı satın alması konusunda onu ikna için günlerce ne bahaneler bulduğumu bir ben bir de Allah bilir. (Kur. Alb. Ulvi Güngör halen Eskişehir’de ibadet ve torunları ile mutlu olduğuna inandığım bir emeklilik dönemi geçirmektedir.)

Hatıraları meslek yaşamımın son yıllarında birlikte çalışma onurunu paylaştığım bir komutanımızdan bahsederek noktalamak istiyorum. İzmir NATO Karargâhındaki Komutan bir Türk subayı idi. Orgeneral Sedat Güneral ilk günlerden itibaren hemen hemen hiçbir konuda anlaşamadığımız bir komutandı ama gecen zaman içinde ona ne kadar kızıyorsam o kadar da sevgi, saygı ve hayranlık duyduğumu fark ettim. Bunun nedeni onun son derece dürüst, çalışkan ve ilkelerine bağlı bir insan olması idi. Müttefik personele karşı duruşu kelimenin tam anlamıyla bir Türk komutana yakışır bir şekilde ve oldukça mükemmeldi.

Geçen ay rahmetli olan, Sabancı ailesinin yardımcılarından Ali Haydar Taşlı onun emir subayı idi. Bir gün şaşkın ve üzgün bir şekilde odama geldi. Ne olduğunu sorduğumda; “ Sedat Paşanın kızı şimdi beni aradı, Ankara’dan sömestr tatili için gelmiş, garajda bekliyormuş, Narlıdere’deki evine gitmek için babasından araba istemiş, babası ‘sana resmi araba gönderme hakkına sahip değilim, bul bir vasıta git’ demiş.” Eee.. Sonra dedim. “Kızın yanında para da yokmuş, aman Haydar Abi beni buradan aldır diye rica etmiş.

Hiç şaşırmadım, çünkü Sedat Paşa bu idi, kendi yavrusuna bile ayrıcalık yapmazdı, yapamazdı. Tabii, her türlü sorumluluğu üzerimize alarak sorunu hallettik. Sedat Paşa emekli olduktan sonra uzun yıllar Ankarada Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliğini yaptı. Duyduğum kadarı ile Çankaya ‘da onun izni olmadan fuzuli bir çivi bile çakılmamış ve hazine yıllık bütçelerden tasarruf edilen birçok ödeneği geri almış. (Sedat Paşa galiba halen Ankara’da yaşamını sürdürüyor.)

Bunları anlatmamın nedeni tanısak da tanımasak da toplumuzda hala güzel insanlar bulunduğunu ve tutum ve davranışları ile bize örnek olduklarını belirtmektir. Ancak biz Din’e çok yapışık ilerlemeleri nedeni ile İktidar Partisi yönetici kadrosunun bu tip insanlarla dolu olmasını temenni ederdik. Oysa ne kadar taraflı olurlarsa olsunlar basın- yayın organlarını izledikçe şaşkınlığa düşüyor, üzülüyoruz.

Mesela en başta Sayın Cumhurbaşkanımız: Sigorta kanunu değişiyor, bakıyorsunuz bir madde ekleniyor, “geçmiş yıllarda 1 gün dahi sigortalı çalışmış olsa bile o kişi eski kanuna tabi oluyor. Başta Cumhurbaşkanımızın oğlu olmak üzere, pek çok iktidar Partisi üye çocuğu kuyruğa giriyor.

Çankaya’da Devlet Başkanlığı Köşkünde ağır masraflı tadilatlar yapılıyor. (Pek inandırıcı gelmemekle beraber, en son aldığımız bir üzücü habere göre bu tadilat sırasında Atamızın ünlü çalışma odasının bir tuvalete dönüştürüleceği söyleniyor)
Başbakanımızın durumuna gelince çocuklarını Amerika’da yakın bir arkadaşının desteği ile okuttuğunu zannediyorduk. Önümdeki bir elektronik posta’dan Wikipedia Ansiklopedisinin yayınladığı Dünyanın en zengin Devlet Başkanları sıralamasını okuyorum.

Birinci 30 Milyar Dolar serveti ile Brunei Sultanı Hasansal (Balkiah),
İkinci isim 21 Milyar Dolar serveti ile Suudi Arabistan Kralı Abdullah,
Dördüncü yine tanıdık bir isim: 14 Milyarlık serveti ile Birleşik Arap Emirliği Başbakanı Raşit El Maktum,
Sekizinci sırada 2 Milyar Dolarlık serveti ile Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan. Sayfanın en altında bu bilgilerin 6 Mart 2008 günü saat1210’da yeniden revize edildiği notu var.

Burada aklıma ister istemez bazı sorular takılıyor. Acaba Kasımpaşalı hemşerim bu serveti ne zaman ve nasıl kazandı. Belediye Başkanlığı, Parti Başkanlığı, Başbakanlık yaparken aynı zamanda ticarette mi yapıyordu? Eğer servetini bu yolda kazanmışsa acaba bu işi makam ve memuriyet nüfuzunu ihlal etmeden nasıl başardı. Daha 5-6 ay önce emekli bir Kuvvet Komutanımız bırakın 2 Milyar Doları, sahip olduğu iki evin kaynağını açıklayamadığı için her şeyini hatta rütbesi ve emekli maaşını bile kaybetti. Şimdi demokratik düzen içersinde Sayın Başbakanımızdan bu konuda bir açıklama bekleme hakkına sahip değimliyiz?

Bunun yanında damatları medya patronu yapmak için devlet bankalarından yüz milyonlarca dolarlık teminatsız krediler, bazı kar getirecek ithalat mallarının Bakan çocuklarının sahip olduğu şirketlerce yapılması, ihalelerde adam seçme, basın yayın organlarının şu veya bu şekilde ele geçirilip taraflı yayınların kaynağı haline getirilmesi.. Bu liste sayfalarca uzayabilir. Bütün bu iddialara karşı verilecek en muhtemel cevaplar hepsinin yasal olduğu olacaktır. Ancak ben yasal görüntünün peşinde değilim, ama tıpkı Ak Parti elemanlarının yapmak istediği gibi yapıyor ve soruyorum. Acaba bütün bu ve benzeri yapılanlar İslamiyet’in en başta söylediğimiz “ Dosdoğru olun, tartıda asla hata yapmayın” talimatına uyuyor mu?

Çoğunuz Türkiye’yi baştan aşağıya İmam Hatip Liseleri ile donatmak istiyorsunuz? Amacınız imanlı, ahlak ve fazilet sahibi dürüst gençler yetiştirmek. Bu yazıda sizlere tanıtmaya çalıştığım yaşamımdaki güzel insanların hiç biri İmam Hatipte okumadılar, ama şikâyet konusu yaptığım siyasilerin hemen hemen hepsi İmam Hatipliydi. Demek ki dürüst gençler yetiştirmek için sadece dinsel eğitim yeterli olmuyormuş.

Dr. M. Galip Baysan
 

Vtnsvr

New member
Buna ne diyeceksiniz Mir Bey


NAYLON faturacı Orhan Aslıtürk, Turan Çevik gibi birçok ünlü hakkında soruşturma yapan Gümrük Kontrolörü Bayram Çolak, AKP Genel Başkanvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ortak olduğu Menas A.Ş. hakkında hayali ihracat iddiasıyla rapor düzenledi.

Konuyu gündeme getirmemin ardından Çolak’ın başına doğrusu çok şey geldi.

Fırat, Çolak’ı önce Gümrük Müsteşarlığı’na şikáyet etti; sonuç alamadı.

Bu kez 14 Mart 2007 günü yetkili kurul olmamasına rağmen Başbakanlık Teftiş Kurulu’na bir mektup yazdı; Çolak’ın CHP’den milletvekili aday adayı olmasının rapora kesin etki ettiğini, menfaat temeline dayalı bir organizasyonla karşı karşıya kaldığını savundu.

Fırat, büyük harfleri bana ait olan, şu suçlamada bulunup teftiş istedi:

"Kontrolörün mesleğe giriş tarihindeki servet beyanıyla bugünkü serveti karşılaştırıldığında, izah edilemeyecek HAKSIZ bir varlığa sahip olduğu ve varlığın eşi, çocukları ve kardeşleri üzerine de geçirdiği GÖRÜLECEKTİR."

UÇAĞI, GEMİSİ VAR MI

Fırat’ın bu başvurusu üzerine Kurul Başkanı Mutalip Ünal, Başbakan Tayyip Erdoğan’dan onay istedi.

5 Nisan’da verilen onay üzerine Başbakanlık Başmüfettişleri Mehmet Gürbüz ve Mehmet Emin Baysan 3 Aralık 2007’de biten bir araştırma yaptılar.

Erdoğan’ın 18 Aralık’ta imzaladığı bu sonuç raporunda, Çolak’ın yanı sıra eşi, üç çocuğu, üç kardeşi, eşinin kardeşiyle annesi hakkında kamu kurumları; özel, kamu ve yabancı bankalar nezdinde araştırma yapıldığı yazıldı.

Raporda görülüyor ki, ilgili tüm kurumlara, bu kişilerin otomobilleri, ziynet eşyaları, menkul ve gayrimenkulleri, gemileri, uçakları, hisse senetleri olup olmadığı soruldu.

İlginçtir bu isimlerin bazılarının tek bir mal varlığı dahi çıkmadı.

Kısa keselim, raporun sonuç bölümünde şu ifadelere yer verildi:

"Bu kişilerin normal gelirleriyle elde edilmeyecek bir hesap, para hareketi veya harcamaya rastlanmadığından; Bayram Çolak ile eşinin kardeşleri arasında iki havale ve bir ödeme dışında makul olmayan bir ilişki bulunmadığından; Çolak’ın kanuna veya genel ahlaka uygun olarak sağlandığı ispat edilmeyen mallar veya ilgilinin sosyal yaşantısı bakımından geliriyle uygun olduğu kabul edilmeyecek harcamalar şeklinde ortaya çıkan haksız edinilmiş bir mal varlığı tespit edilmediğinden soruşturmaya gerek bulunmadığına..."

MAHKEME GÖREVİNİ YAPTI DEDİ

Yine kısa keseyim, Fırat bununla da yetinmedi Çolak’ı mahkemeye verdi.

Ankara 6. Asliye Ceza Mahkemesi’nden 9 Temmuz 2008 günü şu karar çıktı:

"Sanığın görevini yaptığı kanaatine varıldığından, görevi kötüye kullanma suçunun oluşmadığından beraatına..."

Şimdi bu durumda bir hukuk adamı olarak, hukuku savunmak adına sık sık oldukça sert ve kırıcı bulunan açıklamalar yapan Fırat’a, Çolak’ın hukukunu sormak gerekmez mi?

Peki ya Başbakan Erdoğan, "Arkadaşlarımdan geldi diye, her şikayeti işleme koyacaksam kamu görevlileri görevlerini hangi cesaretle yapar, yolsuzlukların üzerine nasıl gider" diye düşünüp; Çolak hakkında, "GÖRÜLECEKTİR" kesinlikteki iddiasıyla asılsız suçlama yaparak kendisini ve müfettişleri aylarca gereksiz uğraştıran Fırat’tan bir açıklama isteyecek mi?


Şükrü KÜÇÜKŞAHİN

Vay vay vay daha neler çıkacakta görüp anlayacagız bu kan emicileri.
 

HTML

Üst