İnsan Ne ile Yaşar?

-HaKiKaT-

Altın Üye
Katılım
22 Haz 2007
Mesajlar
10,386
Reaction score
0
Puanları
0


YAŞANTIMIZIN DEVAMI için gerekli olan şeyleri irdelediğimizde gözümüze ilk planda çarpanlar hava, su ve yiyeceklerdir. Bunların olmadığı bir ortamda hayatın da devam edemeyeceğini gözlemleriz. Yemeden birkaç gün dayanabilirken, susuzluğa ancak bir gün, havasızlığa ise birkaç dakika tahammül edebiliriz. Peki, hayatımızın devamı için kesin olarak gerekli gibi görünen bu saydığımız şeyler gerçekten hayatımızı devam ettiren sebepler midir?

Şimdi hayalen atomlar kadar küçülüp vücudun içerisine girelim. Vücuttaki atomlarla gökteki yıldızlar arasında çok bir fark kalmayacaktır artık. Gördüğümüz tablo uzaydaki, milyarlarca yıldızdan oluşmuş yıldız galaksilerinin hali gibi olacaktır. Bir tarafta karaciğer galaksisi, diğer tarafta dalak… Ve şurada da beyin galaksisi… Çünkü, vücudu oluşturan atomlar havada asılı olarak boşlukta durmaktadırlar. Aralarında da ciddi mesafeler bulunmaktadır. Onları birbirlerine bağlayan herhangi bir maddî bağ da bulunmamaktadır. Bir düzen içerisinde bozulmadan boşlukta asılı durmaları zihinlerimizde yeter derecede soru işareti oluşturacaktır. Atom galaksilerinin içerisindeki intizamlı hareketler ve diğer galaksilerle düzenli ilşkiler ve gel-gitler bizi hayretlerde bırakacak kadar anlamlıdır. Atomların arasından çıkarak şu an bulunduğumuz mertebeye geçince şahit olduğumuz harikulade işler ve mükemmel süslü şekiller bu işlerin kendi kendine olmadığı, bu atomların bu mükemmel ve anlamlı halleri kendi kendilerine oluşturamayacakları ve oluşturmadıkları kanaatine ulaştıracaktır bizi.

Bu fiilleri atomlar kendileri oluşturamayacakları gibi, atomların biraraya gelerek veya getirilerek oluşturdukları birliktelikler de hayat denilen latif keyfiyeti oluşturmaktan fersah fersah uzaktırlar. Çünkü insan maddî vücudundan öte bir varlığa sahiptir. İhtiyaçları vardır insanın. Acıkır ve susar. Acıktığını ve susadığını duyumsar. Algılar ve duyar. Sever, nefret eder. Hisseder. Hem de, düşünerek hisseder. Oysa, vücudumuzun ihtiyacı gibi görünen hava, su ve yiyecekler, hayatsız atomların arasına hayatsız atomlar katmaktan ibarettir. Yoklar biraraya gelerek bir varlık oluşturamayacakları gibi, hayatsız varlıklar biraraya gelerek hayat oluşturamazlar. Böylece, ilk bakışta vücûdumuzun bekası, hayatın devamı için temel şart olarak görünürken; bakış ruha doğru odaklandıkça gerçek bekanın ancak onda olduğuna, vücuttaki hayatın ve bekanın ruhun yansımasından ibaret bulunduğuna şehadet ederiz. Bizi yaratan ve vücudumuzla ruhumuzu ilişki içerisine geçiren Zât, kendisinin ikrâmına fiilen şahitlik etmemiz için, ihtiyaçlarımızın bir kısmını maddî boyuta yönlendirmiştir. Ancak bekânın temeli bu ihtiyaçlar değildir.

Şimdi bu şahitliği derinleştirmek için duygularımızı aklımızın yanında yardımcı tutarak yeniden atomların arasına inelim. İhtiyaçlar bu atomların neresindedir? Düşünce, sevgi, nefret, aşk, ihtiyaç nerede saklanmıştır? Haydi farzedelim ki, insanın maddî vücudu bir robot mertebesindedir. Bir robot seviyormuş gibi davranabilir, ama sevgi duygusundan mahrumdur. Düşünüyormuş gibi bir hal sergileyebilir, ama düşünce duygusundan yoksundur. Acıkamaz bir robot; susayamaz. Görüyormuş gibi davranabilir, ama gördüğünü kavrayamaz. Merhamet yoktur robotta. Sevgi ve nefret yoktur, aşk yoktur, his, duyu ve duygu asla bulunmamaktadır. Bu örnekte olduğu gibi, duygular insanın maddî boyutundan kaynaklanamazlar. Sevgi ve ihtiyaçlar orada gizlenemezler.. Tüm bunlar insanın maddî boyutunda aramakla bulunamazlar. Çünkü, maddî boyutta duygulara asla yer yoktur. Evet! Nerededir sevgi ve neredendir merhamet?

Bir sinema salonunda film başladıktan sonra seyirciler perdedeki görüntülerle sevinir, üzülür, düşünür, öfkelenir ve heyecanlanırlar. Kısacası perde, film başladıktan sonra sanki canlanır. Seyircilerin arkasındaki kameradan fışkırarak perdeye yansıyan görüntüler sinemanın taştan duvarını renklendirir, canlandırır. Oysa taş duvar daima taştan duvardır. Sinemanın duvarlarının o renklerden ve görüntülerden hiçbir hissesi yoktur. Ancak bu hakikat, kamera susup da ışıklar yandığı zaman tüm gerçekliğiyle ve çıplaklığıyla gözler önüne serilir.

İnsanın gerçekliği olarak algılanan cesetlerimiz dahi sinemanın taştan duvarları gibidir. Görme, işitme, tatma, koku gibi binler duyulardan sevmek, nefret etmek, sevinmek, düşünmek, gibi binlerce hisse, latifeye kadar insanın maddî varlığı olan cesedinin üzerinde kendini gösteren herşey; esma-i hüsna projektöründen fışkıran ve ruh filminde şekillenerek sinemanın taş duvarları hükmündeki vücutlarımızda yakamozlanan ilâhî yansımalardan ibarettir. Hisler, duygular başka bir âlemin ziyasıdırlar. Maddî boyuttan öte bir âlemden sızarak maddiyatı nurlandırır, hayatlandırırlar. Hayat budur.. ve bu hayattan vücudun hissesi, sinemanın taş duvarlarının filmin görüntülerinden hissesi kadardır. Sinemanın taştan duvarlarına görüntülerden hiçbir pay yoktur vesselam. Hastane morglarında bekleyen vücutlar bu gerçeğin sessiz şahitleridir.

Madem ki gerçek olan ruhtur ve vücutta kendini gösteren hayat dahi ruhun vücut üzerinde bir yansımasıdır; öyle ise aslolan ruhun beslenmesidir, ruhtaki saadetin büyümesidir. Bu ise ancak şefkatle, ikramla, sevgiyle olur. Ruhun yiyeceklere ihtiyacı, nefsin aldığı lezzetin ve bu lezzetin arkasındaki ilâhî ikramın hissedilmesinde gizlidir. Yoksa ruhun yiyeceklerin maddî boyutuna hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Zaten, madde inceldikçe ihtiyacın artması da buna bir işarettir. Diğer ihtiyaçlara oranla daha latif ve ince olan havaya olan ihtiyacın daha şiddetli olması bunun bir göstergesidir. Sevgisizlik ortamlarında artan intiharlar, şefkatsizlik ortamlarında sönen hayatlar, buna karşılık sevgi ortamlarında hissedilen genişlik ve gözlerdeki pırıltılar bunun fiilî şahitleridir. Sevgi insan kalbinin en gerçek ihtiyacıdır. Bir başka kalbe en gerçek ihtiyacı olan sevgiyi ikram edemeyen bir kalp kararmış, mühürlenmiştir. Öte yandan, bir başka ruha en temel ihtiyacı olan hürriyeti sunamayan bir ruh, manen ölmüştür. Böyle bir ruhun ve kalbin temsil ettiği bir vücut, zahiren yaşıyormuş gibi görünmesine karşılık, gerçekte yürüyen bir cenazedir.

İnsan gerçekte sevgiyle yaşar. Hayatlar, eğer inkişaf edecekse, ancak merhametle uyanır. Ruh ancak hürriyetle kanatlanır. Buna karşılık, maddî bir boyutu bulunan ve gözleri görünen âleme açık olan insan, yüreğindeki sevgiyi bir başka yüreğe maddî yansımalar içerisinde anlatır. İkram ettiği yerde kalbin yaşama olan aşkı, merhamet ettiği yerde ruhun bekaya olan sevdası kuvvetlenerek, insanın hayatına mertebe atlatır. Böylece Allah’tan gelerek ruhta şekillenen manevî hisler çoğalır, çağlar ve hayatın tam ortasına akarlar. Zaten istenen de budur. Hayat bunun için vardır.


Salih Özaytürk
http://www.karakalem.net/?article=323
 
Geri
Üst