İlişki filmlerinin içindeki ‘olgun kadın-genç erkek ilişkisi’ kavramını ele alırken, burjuva ahlakına da dil uzatan bir eser. Ancak bunları, sinemada bu alanın temsilcisi yönetmenlerin ve filmlerin dokularının tamamını içinde yoğurabilen bir sinefil filmiyle (ya da füzyon ile) çıkarıyor karşımıza. 1. Malatya Film Festivali kapsamında gösterilen “Benim Adım Aşk”, opera estetiğini kullanmasıyla Sergio Leone geleneğini hatırlatan bir ‘spagetti ilişki filmi’ olarak anılabilir. Bu doğrultuda evlilik dışı ilişki, burjuva konformizmi ve sonradan görmelik temalarına derinlikli yaklaşımı da dikkat çekici. Ancak tüm bunların yanında zamansız bir vals resitali olarak da tüketmek mümkün bu eseri. Öyle ki bizlere ciddi anlamda yönetmenlik şaheseri olan sahnelerin bütününü sunarken, alanın içinde stilize bir başarıya imza atıyor.
Gerçek bir sinefil filmi ile karşı karşıyayız. Öyle ki “Benim Adım Aşk” (“Io Sono L’Amore”
, 2010), “Melissa P.” (2005) gibi bir cinsel istismar filmiyle (sexploitation) gözümüzden düşse de sinemada yapacak daha çok şeyi olduğunu kanıtlayan Luca Guadagnino’nun son eseri. Yönetmen sinemada 1942’den bu kendisine fazlaca yandaş bulan ilişki filminin formüllerini, dillerini ve temalarını birer birer alıp bunların tamamından yeni bir üslup çıkarıyor ortaya. Bunu da sahne sahne ve neredeyse saniye saniye hissettiren tercihlerle dikkat çekmeyi başarıyor.
Visconti’den Chabrol’e, Leone’den Cinecitta prodüksiyonlarına uzanan bir sinema evreni
Öyle ki başlangıcının 50’ler İtalya’sının yüksek bütçeli Cinecitta filmlerinden alışık olduğumuz açılış jeneriği ile yapıldığı, Visconti’nin üçlü ilişki filmlerine yaklaşımını hatırlatan, bunun devamında bir ‘olgun-genç seks ilişkisi’ne konsantre olmamıza karşın Claude Chabrol edasıyla burjuva ailesindeki çatlakları taşlamayı amaçlayan, tüm bunlara ek olarak da filmi bir opera estetiği ile dokuyan bir yönetmen var. Üstüne üstlük “Benim Adım Aşk”, fazlaca Visconti’nin ‘çıkışsızlık’ ve ‘hiçlik’ üzerine bir dil dokuyan aşk filmi klasiği “Venedik’te Ölüm”ü (“Morte a Venezia”, 1971) de andırıyor.
Zira yönetmen burada ilk kısımdaki ‘kostümlü drama’ kalıplarını uygulayan gramer ile izleyiciyi ailedeki yapma konformizmin üzerine yönlendirmesinin hemen ardından ana figüre ya da resimdeki kadına birebir benzetilen Emma Recchi’nin gözünden akan bir yapıyı izliyor. Öznel (bir karakterin gözünden akan) bir görsel yapının ışığında bu kişinin, yani Oscarlı Tilda Swinton’ın canlandırdığı Emma’nın bu yaşamından bıkarak oğlunun arkadaşının ‘hayat dolu’, ‘heyecan yüklü’ ve ‘tutku patlaması yaşayan’ haline tutulmasına tanıklık ediyoruz.
Sınıfsal yozlaşmaya odaklanırken öznel akan stilize bir eser
Bu tam anlamıyla ‘yasak aşk’ ve ‘unutulmaz tutku’ ise Emma’nın gözünden öznel sahnelerle, hayal ile gerçeğin kesiştiği noktayı tasvir ediyor. Tabii bunların içine el üzerinde duran kanlı bir kalbin, 16 mm görüntülerin veya daraltılarak yarısı kesilmiş çerçevelerin eklenmesi de bir estetik kaygı getirip, bizi farklı alanlara doğru yönlendiriyor ister istemez.
Zaten Guadagnino’nun buradaki yapısı; özellikle ilk bölümdeki plan sekans tutkusunun ardına piyano genel planı ve fabrikadaki eşyaların yakın planlarını yerleştirdikten sonra tamamen bakış açısına göre akıyor. Bu da biçimci bir yönetmenlik stili ve yakın-orta plan odaklı bir görsel izlek getiriyor. O sözünü ettiğimiz ‘somut metaforlar’ da zaten evdeki sessizliği ve kendini tüketim toplumuna bırakmış sınıfın sorunlarını ortaya koymaya yarıyor. Bu da stilize bir eserle yüzleşmemizi sağlıyor.
“Venedik’te Ölüm”e Leone stili
Bu noktadan sonra Emma Recchi, bu kaçıncı yüzyılı merkez aldığını anlayamadığımız dünyanın içinde ‘güzel yemek yapan genç erkek’e ya da ‘kaçış yolu’na tutuluyor. Bu kısmın olay örgüsü ise tam anlamıyla “Venedik’te Ölüm”deki gibi cereyan ediyor. Ancak yönetmenlik stilinin aksi istikamette bir Sergio Leone dokunuşu hissettirdiği söylenebilir.
Öyle ki onun sanat dalına armağan ettiği, ancak İtalyan sinemasının günümüzdeki portresine bakınca kimi zaman ‘harala gürele’ olarak anlaşılan ve sadece Paolo Sorrentino’da yerine ulaşabilen ‘spagetti doku’ burada hakimiyet kuruyor. Opera kadar yüksek volümlü müzikler ve zaman zaman da sahneyi terkeden karakterlerle oluşturulan bir görsel ve işitsel şölen izliyoruz adeta “Benim Adım Aşk”ta. Kurgu ile müziğin birleşmesinden en az Wong Kar-Wai’nin “Aşk Zamanı”ndaki (“Fa Yeung Nin Wa”, 2000) kadar etkileyici anlar çıkıyor. Sally Potter’ın mesaj kaygılı “Evet”inin (“Yes”, 2004) ise bu konudaki gevezeliği rafa kaldırıyor Guadagnino’nun filmi.
Son yılların en iyi çekilmiş seks sahnelerinden biri
Özellikle ikilinin kırlardaki seks sahnesinin çekim ölçekleri seçimlerinden kurgusuna kadar adeta ‘doğal aşk bu işte!’ diye haykırdığına ve görselliğin sınırlarını zorladığına tanıklık edebiliyoruz. Bu sekansın vurucu bir dokuyla ve ana yapıya yayılan dar açı objektifin katkısıyla üretilmesi ise, muhtemelen Bergman, Antonioni gibi ilişkilerle ilgilenen yönetmenleri kıskandırırdı.
Ancak Guadagnino’nun buradaki esas amacı, yolunu bu ‘olgun kadın-genç erkek ilişkisi’ formülünü dolduran “Aşk Mevsimi” (“The Graduate”, 1967), “Pingpong” (2006), “Anne” (“The Mother”, 2003), “Blind” (2007), “Skandal” (“Notes on a Scandal”, 2006) gibi eserlerin üzerinde bir noktada, daha cesur bir şekilde tamamlamak.
“Benim Adım Aşk”, işte tam da bu görüş ışığında hem alanının içindeki en çarpıcı sinemasal temsillerden birini veriyor, hem de dramatik ve görsel anlamda son yılların en iyi çekilmiş seks sahnelerinden biriyle yüzleşmemize olanak tanıyor. Bununla da kalmayıp, Guadagnino’nun “Melissa P.”de gördüğümüz bu sekanslardaki becerisizliğini geliştirip ileride konuyla ilgili daha da iddialı olacağını ispatlıyor.
Tablovari ilişkiler mi, tablonun içinde kalan ilişkiler mi?
Bu ışıkta değerlendirince de aslında Antonio ile Emma’nın tutkularının sonlardaki ‘tablovari’ hali, burjuvaziye karşı bir gerçek aşk haykırışı kıvamında. Tabii yönetmenin bu noktaya giderken sonradan görmelik meselesini iğnelemesi, burjuvazinin ahlaki yapısını dil uzatması gibi konularda son derece derin olduğunu da söylememiz gerek.
Zira burada kostümlü drama gibi aynalar ve çeşitli simgelerle ve özellikle de uzun yemek sekansıyla anlam yaratan bir şekilde start alan yapıtın, Fransız Yeni Dalgası’nın ahlaki ve sistem karşıtı söylemlerini, Visconti’nin sinema dilini ve Leone’nin yönetmenlik stilini ödünç alarak yoluna devam etmesi bir tarafa dramatik yapısı da güçlü. Öyle ki ana çerçeve karşımıza bir sinefil filmi çıkarıyor çıkarmasına, ancak sınıfsal yozlaşma ile ilgili gidilmemiş noktalara gidildiğini de gözlemlememiz mümkün.
Zamansız bir vals ya da opera resitali
Bu da zaten ilişki filmlerinin içinde “Benim Adım Aşk”ın “Aşk Artık Burada Oturmuyor”dan (“We Don’t Live Here Anymore”, 2004) beri 2000’lerde üretilmiş en özgün dilli eser olmasına yol açıyor. Hatta belki Guadagnino’nun John Curran’ın Antonioni’den beslenen anlayışından daha ötede bir sinefil filmine imza attığı dahi söylenebilir. Her köşesinden bir gönderme fışkıran, zamansız bir vals gösterisi kıvamında adeta elimizdeki yapıt.
Her şeyin dar açı objektifle halledilmesi ve dünyanın 1.85:1 oranına sıkıştırılması da cabası. Bu durumun ‘eski dönemin jeneriklerini kullanma’ güdüsünün bir parçası olduğu da söylenebilir. Öyle ki ara yazılar ve dış mekanlar da devreye girdiğinde böylesi ‘bayağı’ (kitsch) gözüküyorlar. Ancak içerideki filmin yapısı, bunun tam da tersi istikamette akıyor.
Guadagnino’nun eser ile ilgili görüşlerini belirtirken pembe dizi estetiğine hafiften göz kırptığını söylemesi de bizi şaşkınlığa uğratmaz. ‘Benim Adım Aşk’ (I Am Love) adından başlayarak ‘sisteme karşı gerçek aşk’ tümcesine zeki anlam yüklenen bir yerde daha neler neler yoktur ki zaten!
Künye:
Benim Adım Aşk (Io Sono L’Amore / I Am Love)
Yönetmen: Luca Guadagnino
Oyuncular: Tilda Swinton, Edoardo Gabbriellini, Flavio Parenti, Gabriele Ferzetti, Marisa Berenson
Süre: 120 dk.
Yapım Yılı: 2009
Vizyon Tarihi: 14 Ocak 2010
KEREM AKÇA