İlginç Bilgiler 2

fells2

Banned
Katılım
3 Şub 2008
Mesajlar
8,906
Reaction score
0
Puanları
36
Konum
Turkey
Ispanak, vitamin ve diğer besin maddeleri bakımından oldukça zengin bir sebzedir. Yapısının büyük bir kısmını su oluşturur. Özellikle C vitamini diğer sebzelere oranla daha fazladır hatta limon, portakal gibi turunçgillere yakındır. Ispanak kalsiyum ve demir bakımından da zengindir.

Ancak ıspanağı diğer yeşil sebzelerden ayıran, demir bakımından aşırı bir zenginlik de söz konusu değildir. Eşit ağırlıklı bir hamburgerde de ıspanak kadar demir vardır. Ayrıca bir mineralin bir sebzede çok bulunması, yenilince doğrudan vücudumuza geçeceği ve vücudumuzu bu mineraller bakımından zenginleştirip kuvvetlendireceği anlamına gelmez.

Her ne kadar çizgi roman kahramanlarının en eskilerinden olan Temel Reis zorda kalınca, bir konserve kutusu açıp içindeki ıspanağı yiyince adaleleri, pazuları şişip insan üstü bir güce sahip oluyor gibi görünüyorsa da ıspanağın içindeki gerek kalsiyumun gerekse demirin insan vücudu tarafından emilmesi zordur. Bu nedenle ıspanaktaki demirin insana pek faydası yoktur.

Temel Reis'in neden başka bir sebze değil de ıspanağı tercih ettiği konusunda, teneke kutu içinde satılan ıspanağın reklamını yapması dışında iki görüş daha var. Birincisi, içindeki okzalik asilin verdiği ekşimsi tadı nedeniyle ıspanak yemeyi sevmeyen çocuklara bu yemeği sevdirmek. İkincisi ise ıspanakla demir, demirle kuvvet arasında ilişki kurarak demir eksikliğinin vücutta yarattığı zayıflık ve halsizliğin, ıspanak yemekle giderileceğine insanları inandırmaktır.

Demir eksikliğinin anemi denilen kansızlık hastalığı yarattığı doğrudur ama çok demir almanın da insanın kuvvetlenmesiyle fazla bir alakası yoktur. Vücudumuzun bir günlük demir ihtiyacını sadece ıspanaktan karşılayabilmek için yılda vücut ağırlığımızın iki misli kadar ıspanak yememiz gerekir ki bu da çok iyi bir fikir değildir.

Ispanaktaki okzalik asit aşırı alındığında, idrarda toplanarak böbreklerde taş oluşumuna sebep olabilir. Gelelim ıspanağın niçin yoğurtla yenildiğine. Gıdaların bileşimlerinde bulunan bazı maddeler, o gıdanın besin değerini azaltır. Örneğin ıspanakta bulunan okzalik asit, kalsiyumun vücut tarafından alınmasına mani olur.

Bu nedenle okzalik asitçe zengin olan gıdalarla yoğun olarak beslenildiğinde, vücudun kalsiyumu bol gıdalarla takviye edilmesi gerekir. Ispanak, semizotu, ebegümeci, pazı gibi gıdaların, kalsiyum zengini yoğurt ile yenilme alışkanlığının kökeni veya bilinçli olarak başlatılıp başlatılmadığı, insanların tat vermesi için mi yoksa sağlıklarını düşündükleri için mi bu alışkanlığı kazandıkları bilinmiyor ama kalsiyum eksikliğini gidermesi açısından yoğurt ilavesi son derecede yararlı ve sağlıklıdır.
 
Bayrak Nedir? Türk Bayrağın Tarihçesi !

Bayragin hangi devirde hangi millet tarafindan ilk defa kullanildigina dair kesin bir tarih gösterilemiyor.Çesitli kaynaklar ilk bayragn Yahudiler, Iranlilar, Misirlilar ve Çinliler tarafindan kullanilmis olmasi ihtimalini ileri sürmektedir.Fakat hicretten 2813 yil önce Misirlilarin kullandigina dair kesin kayitlar vardir.Iskenderin Dara ile olan savaslarinda da uzun gönderler üzerine büyük bayraklar bagladigida bilinmektedir.

Sekline ve anlamina gelince; bir millet veya cemiyetin sembolü olarak kullanilan dört köse düz yada çesitli renkler tasiyan, bazilarinda özel isaretler ve resimler bulunan bir bezdir.Önemi olan resmi bayraklarla askeri kitalarda kullanilanlarla ve gemilerin arka taraflarina çekilen bayrakalra Sancak denilir.

Bayrak kelimesinin asli mizrak anlamina gelen batrak sözünden gelmektedir.Zamanla T harfi düsmüs yerini Y harfi almistir.Eski Türkler savaslarda mizraklarinin ucuna kirmizi bir ipek kumas parçasi takarlardi bunlara Kutas denirdi, mizraklara kumas yerine yaban öküzü kuyrugu takarlardi ki bunlara da Yak denirdi.


Çesitli Türk topluluklari arasindaki bu deyimler daha sonradan Selçuk ve Osmanli Türkleri arasinda bayraklarin biçimlerine göre ayri ayri adlar almistir.At kuyrugundan olanlar Tug, kumastan olanlar Bayrak, ince uzun olanlara Yalav bayraklarin tepesine takilan kuyruklara Perçem veya Beçkem, alemlerede tanuk denilmistir.

Araplarin kullandigi bayrakalrin küçüklerine liva büyüklerine urayet denilmektedir.Türk topluluklarinda Ilhanlilarin kullandigi bayragin rengi beyazdir.Selçuk Türkleri hem siyah hemde beyaz bayrak kullanmislardir.Selçuklular çifte bayrak, Iranlilar günesli ve arslanli, Timur da ejderli bayraklar kullanmislardir.

Osmanlilardan zamanimiza kadar kullanilan bayraklara gelince; Osman gazinin kurdugu büyük beylik toprak kazançlariyla hizla büyüyüp gelistigi devrede devleti temsil eden tek renkli ve tek sekilli bir bayrak yoktu.Anadolu Selçuklu hükümdari Giyasettin Mesut tarafindan osman gaziye egemenlik alameti olarak gönderilenler arasinda bir de beyaz bayrak vardir.Türk akinlarinda ordunun basinda bu bayrak dalgalanmistir.Bu tarihten önce yani beyaz bayrak gönderilmeden Osman gazi savas bayragi olarak kirmizi bayragi seçmistir.Osman gazinin kirmiziya karsi özel bir alkasi oldugu bilinmektedir.Bu yüzden kirmizi çuhadan serpus giymistir.Asiret halki da kirmizi rengi pek sevdiklerinden kirmizi keçeden yapilmis küahlar giymislerdir.

Osman gaziye emaret verilmesinden sonrada kirmizinin yerini beyaz bayrak almistir.Takii XV.y.y la kadar bu tarihten sonra Osmanlilarin beyaz bayrak yerine kirmizi bayrakda kullandiklari anlasiliyor.Bu devirlerde bayrak yine tek renk ve tek sekilde degildir.Devletin çesitli askeri ve sosyal kademelerinde türlü renk ve sekillerde bayraklar kullanilmistir.Bunlar hükümdarlara, kapikulu ocaklarina, devlet büyüklerine, beylerbeyi, sancak beylerine mahsus türlü renk ve sekilde bayraklardir.

yeniçeri ocaginin çesitli ortalarininda özel bayragi vardir.Bunlarin sekilleri ve renkleri ayri ayridir.Üzerlerine Çapa, balik, anahtar, tavsan v.s. gibi her ortamin alameti bulunurdu.Topçu, humbaraci, lagamci gibi askeri örgütlerde bayraklari üzerine kendi alametleri olan top, humbara resimleri koyarlardi.


XVI. y.y.da yeniçeriler ve sipahiler ayri ayri renk ve sekillerde bayraklar kullanmislardir.Yeniçeriler ak, sipahi bölükleri kirmizi, silahtar bölükleri sari, orta ve asagi bölüklerde alaca bayrak kullanmislardir.Bu bayrak renkleri Kanuni Sulta Süleyman devrsnde yediye kadar çikmistir.Bu konuda yazilan bir eserde su bilgiler yer almaktadir."Kanuni Süleyman zamaninda veziriazam fenk Ibrahim Pasa nemceye karsi savasa memur edildigi zaman Türk imparotorlugunun bayraklarinin adedi artirilmistir.O vakte kadar ancak dört çesit bayrak bulunuyordu.Bunlardan birisi beyaz ikisi yesil idi üzerlerine altin sirma ile kuran islenmisti.Buna üç bayrak daha ilave edildi.Hasanbey zadenin rivayetine görede bayraklardaki yildiz adedi yedi idi.Birisi beyaz, birisi yesil üçüncüsü sariydi diger dört adetten ikisi kirmizi ikisi de alaca renkli idi". Eser sahibinin verdigi bu bilgiler Osmanli kaynaklarindaki kayitlara uymaktadir.Yalniz yesil renk denizciler tarafindan kullanilmis ve gazilik alameti sayilmistir.Hükümdarlarin kullandigi beyaz bayragi devletin timsali sayabiliriz.


buggünkü kirmizi bes köseli ayyildizli bayraga dogru ilk adim ikinci Mahmut zamaninda atilmistir.Ayla beraber yildiz seklinin kullanilmasi ise XVIII. y.y sonlarinda ve III. Selim devrinde görülür.Yalniz o zaman ki yildiz sekli 8 kolludur kol adedi sekizden bese Abdülmecit zamaninda indirilmistir.Böylece XIX. y.y.'in ilk yarisindan itibaren bugünkü sekli ile ay yildizli bayrak Osmanlilarin devleti temsil eden resmi ve milli bayragi oldu.Ayrica padisahlara mahsus olan bayraklarin üzerlerinde tugra gibi özel isaretler vardi.

1922 yilinda saltanatin kaldirilmasi üzerine günesli ve tugrali bu özel bayraklar yerine hilafete mahsus yesil zemin ortasinda sekiz suali beyaz ayyildizli bir sancak kabul edildi.Hlafetinde kaldirilmasiyla Cumhuriyet hükümetince 1925 yilinda bir bayrak talimatnamesi yapildi.Böylece milli bayrakla savas ve ticaret gemilerine mahsus bayraklarin sekli tesbit edilmistir.

Sonradan milli bayraga ve bunun sekline daha kesin ve resmi mahiyet verilmek üzere B.M.M' since 29 Mayis 1936 tarihinde bir kanu kabul edildi.1937 yilinda da bu kanunun uygulama seklini tesbit eden Türk bayragi nizamnamesi nesredildi ve böylece bugünkü ayyildizli bayragimiz kesin seklini almis oldu.
 
Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.

Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60 Hz.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse ‘Volt’ ta odur. ‘Amper’ de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.

Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriği-mizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre l ila 5 miliamper akımın vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.

Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
 
Tekerleklerin Terse Dönmesi

Bunun için önce şunu bilmemiz lazım. Filim kamerası ile fotoğraf makinesi arasında teknik açıdan büyük bir fark yoktur. Fotoğraf makinesinde her deklanşöre basışta film karesine bir görüntü kaydedilir, film kamerasında ise akan film üzerinde saniyede 24 görüntü karesi kaydedilir. Bunu aynı hızda perdeye yansıtırsanız gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük farkları algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür.

Şimdi gelelim filmlerdeki tekerlekler meselesine. Kovboy filmlerindeki at arabalarının veya trenlerin tekerlekleri aracın hareketi ile ileriye doğru dönmeye başlar. Aracın hızı arttıkça perdede görüntüdeki tekerleğin dönüş hızı gittikçe yavaşlar, bir an durma noktasına gelir ve sonra araç ileri doğru gitmesine rağmen tekerlekler tersine dönmeye başlarlar, daha doğrusu gözümüze öyle görünürler.

Tekerlekleri saniyede 24 defa dönen ve hızla giden bir at arabasını düşünelim. Bunu saniyede 24 kare çeken bir kamera ile görüntülersek her kare tekerleğin aynı pozisyonunu aynı noktada görüntüleyeceği için gözümüz tekerleği duruyormuş gibi algılar.

Tekerleklerin dönüş hızına bağlı olarak filmin her karesi tekerleğin tam tur atmamış halini görüntülerse bu sefer de tekerlekler geri dönüyormuş gibi görünürler. Gerek at arabaları ve gerekse trenlerde tekerleğin merkezi ile çevresi arasında bağlayıcı elemanlar olduğundan bunların pozisyonları ve sayıları daha değişik dönüş hızlarında da benzer görüntüyü vererek gözü iyice yanıltır. Bu tekerlekler düz daire şeklinde bir kapakla kapatılmış olsalar bu görüntü yanılgısı olmayabilir.

Sinema konusunda en çok merak edilenlerden biri de sessiz sinema zamanındaki eski filmlerde insanların niçin hızlı hareket ettikleridir. Aslında bunun iki nedeni vardır. Birincisi ilk filmlerin saniyede 16 görüntü geçecek şekilde çekilmesidir. Bunlar günümüzün saniyede 24 görüntü veren makinelerinde oynatıldığı zaman hareketler neredeyse yüzde elli hızlanmaktadır.

Diğer sebep ise eski filmlerin çoğunluğunu oluşturan komedilerin bu şekilde gösterilmesinin filmi daha gülünç kılmasıdır. Bu nedenle o zamanlarda, yani 1915 yılı civarında bile bazı komedi filmleri düşük hızda çekilir, saniyede 16 görüntü hızıyla oynatılarak karakterlerin daha komik görüntü vermeleri sağlanırdı. Günümüzdeki filmlerde bile bazen karakterler hızlı hareket ettirilerek komedi, yavaş hareket ettirilerek romantizm veya daha fazla şiddet etkisi yaratma yollarına başvuruluyor.
 
Ölüm Hakkında İlginç Bilgiler...

LifeSpan.jpg

Amerikan Discover dergisi ölüm ile ilginç bilgiler yayınladı. İşte ölüm hakkındaki bu ilginç bilgiler.

İlk ölüleri toprağa gömme işlemi, İspanya nın Atapuerca bölgesinde 350 bin yıl öncesine kadar dayanıyor.

Bütün ölümlerin temelinde oksijen eksikliği yatar.

Ölümün ilk üç gününde enzimler yemeğe başladığınız gibi sindirilmeye devam ediyor. Parçalanan hücreler bağırsaklarda yaşayan bakterilerin yemeği oluyor.

ABD de gömülen cesetler, toprağa her yıl ortalama 3 milyon litre sıvı bırakıyor.

Bİr İsveç şirketi, cesetleri çeşitli kimyasal maddelerle donduruyor. Ceset, bir tüpün içinde 6 ila 12 ay arasında ayrışıyor ve tamamen yok oluyor. Böylece çevreye zarar verilmediğini iddia eden şirket, buna ekolojik defin diyor.

Hindİstan daki Zerdüştler, cesetleri akbabaların yemesi için açık alana atıyor.

İngiliz Kraliçesi Victoria nın kocası Prens Albert, bornozu ve elinin alçısıyla gömülmek için ısrar etmişti.

Madagaskar da aileler akrabalarının kemiklerini çıkarıp törenle köyün etrafında dolaştırıyor. Daha sonra da kemikler yeni bir kefene koyulup yeniden gömülüyor. Eski kefen, yeni evlenene veriliyor veya çocuğu olmayanların yataklarına seriliyor.

19 uncu yüzyılda Mısır da demiryolu inşaatı yapan şirket, mumyaları lokomotiflere yakıt olarak kullandı. Böyle büyük tasaruf yaptılar.

İngİlİz filozof Francis Bacon, tavuğu dondurmak istedi. Tavuğun içini karla dolduran Bacon, soğuktan hastalığa yakalandı. 1926 yılında da zatürreeden hayatını kaybetti.

Embriyonik gelişim döneminde organların oluşumunda bazı hücreler intihar ediyor. Eğer bazı hücreler ölmeseydi, ördekler gibi taraklı ayaklarla doğardık.

1907 yılında Massachussettsli bir doktor, özel bir ölüm döşeği tasarladı. Sonra da insan vücudunun ölüm anında 21 gram kaybettiğini rapor etti. Bu nedenle ruhun 21 gram tuttuğu varsayılıyor.

ABD de insanların yüzde 80 i hastanede ölüyor.

ABD nin New York kentinde cinayet kurbanından çok intihar eden insan var.

İnsanlığın başlangıçından beri 100 milyar insanın öldüğü sanılıyor.
 
Alkol Testleri

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak, soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım, şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.

Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.

Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.

Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75X0,7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti aşar.

Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur, çünkü hesaba göre kanında 40( (60x0,6)= 1.1 gr/litre alkol çıkar.

İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
 
Kediler ve Batıl İnançlar

Kediler gizem dolu yaratıklar oldukları için mi yoksa insanoğlunun varoluşundan beri metafizik önemli olduğu için mi bilemiyoruz, ama kediler batıl inançların içinde kendilerine pek de büyük bir yer edinmişlerdir. Bu şöhrete katkıda bulunan kedilerle ilgili bazı batıl inançları duymak ister misiniz?

• Yüzünü patileri ile temizleyen kedi, yağmurun habercisidir. Başka bir inanca göre ise beklenen sevgilinin yakın zamanda geleceğine yorumlanır.

• Mitoloji’de de kedilerin üstün güçleri olduğu düşünülür. İnsanlara kızan tanrıların yeryüzüne gönderdikleri yıldırımlar kedi görünümdedir. Köpekler ise Mitoloji’de rüzgarla özdeşleştirilmiştir. Belki de bu yüzden İngilizce’deki “şakır şakır yağmur yağıyor” anlamında kullanılan “gökten kedi köpek yağıyor” atasözünün kökeninde bu mitolojik inanç vardır.

Eskiden denizciler büyük bir yolculuğa çıkmadan önce güverteye kedi getirirlermiş. Eğer kedi uslu durursa yolculuğu iyi, eğer uzun uzun miyavlarsa yolculuğun çetin geçeceğine inanırlarmış.

• Rüyada kedi görmekle de ilgili onlarca farklı yorum bulunur. Hıristiyan inancında –belki de Ortaçağ’ın etkisi ile- kedi görmek hayra alamet sayılmasa da, Hıristiyanlık öncesi kültürlerden kalma inançlarda ise rüyada kedi görmek iyi anlamdadır. Eğer rüyada üç renkli kedi görülürse aşkta şans, tekir görülürse işte şans, siyah beyaz kedi görülürse bebek sahibi olmak şeklinde yorumlanır. Eski Romalılar ise Eski Mısır’ın kedi kültürünü kendi kültürlerine taşımışlar ve rüyasında kedi tarafından tırmalanan bir kişinin başına kötü şeyler geleceğine inanmışlardır.

• Amerika’ya Hollanda’dan göçenlerin bir kısmı eğer bebek istiyorlarsa bir beşiğe kedi bırakırlarmış.

• İskandinavyalılar ise kedinin bolluk ve bereketi temsil ettiğini düşünürler.

• Hindulara göre kedi, çocukluğun simgesidir.

• Orta Avrupa’da kediye tekme atanın romatizma olacağına, kediyi öldüren çiftçinin hasatının bereketsiz olacağına inanılır.

• İngiltere’de ilköğrenim gören çocuklar arasında hala beyaz kedilerle ilgili bir batıl inanç varlığını sürdürür. Beyaz bir kedi gören öğrenci o günün kötü gideceğini düşünür ve kötü gidişatı tersine çevirmesi için sırtını dönüp çapraz işareti yapması gerekir. Ama İngilizler arasında kedilerin şans getirdiğine inananlar da vardır. Bunların başında 1640 İngiliz Devrimi’nin lideri Cromwell tarafından idam ettirilen I. Charles gelir. Siyah kedisinin uğur getirdiğine inanan I. Charles kedisini kaybettiği gün tutuklanmıştır.

• Japonlar ise kedilerin öldükten sonra yüce bir ruha dönüştüklerine inanırlar. Hatta yaşayan kedilerin de dilerlerse bir kişinin ruhuna rahatlıkla geçebileceğini düşünürler.

Bize sorarsanız, bizim de kedilerle ilgili batıl bir inancımız var. Sabah kalktığımızda devrilmiş yemek veya su kabı ya da kabından dışarı fırlamış kedi kumları görürsek biz bunun epeyce uzun sürecek bir temizliğin başlayacağına yorumluyoruz.
 
Yalan Makinası Nasıl Çalışır?

Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinasına bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır.
Tolygraph' denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın;

• Nefes alış hızı.
• Nabzı.
• Kan basıncı (tansiyonu).
• Terleme miktarı

kayda alınır. Bazı yalan makinalarında kol ve bacak hareketleri de kaydedilir. Yalan makinası testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir.

Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylendiğini derhal anlayabilir.

Her şeye rağmen, insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan söylerken farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.
 
İşe Yaramayan Düğmeler ?

Erkek ceketlerinin kollarında bol miktarda küçük düğmeler vardır. Bu düğmeler ön düğmelerle aynı renkte ama daha küçüktürler. Yani ceketin düğmelerinden biri kopup kaybolduğunda yerine bunları kullanamazsınız. Esas düğmelerden bir tane de yedek vermeyi çok gören imalatçılar işlevi olmayan bu düğmeleri kollara sıra sıra dizmeyi pek severler.

Ceket kollarındaki bu işe yaramayan düğmeler eski kullanım şeklinden kalmadır. O zamanlar insanlar günümüzde gömleklerde olduğu gibi ceket kollarının bileklerini sıkı sıkıya kapatmalarını istiyorlardı. Bu nedenle ceket kollan bol düğmeli yapılıyor, giyip çıkartılırken düğmeler çözülüp ilikleniyordu. Artık ceket kollan iliklenmiyor ama moda ne kadar değişirse değişsin ceket kollarındaki düğmeler yerlerini koruyorlar.

Pardösü ve paltoların arkalarında, bel hizasında bulunan ve bir işlevi olmayan düğmeler de insanların atla seyahat ettiği zamanlardan kalmadır. Giysinin arka yırtmacı üzerinde ve daha aşağıda bulunan düğmeler, insanlar yürürken veya ata binerlerken rahat hareket edebilmeleri için yırtmacı açıp kapamaları amacıyla konulurdu. Günümüzde bu düğmeler de yırtmaç olsun olmasın birer süs olarak palto ve pardösülerde yer alıyorlar.
 
Uyanık Kalmanın Sınırı

Bunun deneyle ispatlanmış cevabı 264 saat, yani yaklaşık 11 gündür. Randy Gardner isimli 17 yaşındaki bir lise öğrencisi 1965 yılında, bir bilim fuarında bu kadar süre uyanık kalarak rekor kırmıştır.

Dikkatli gözlem altında yapılan diğer deneylerde insanların 8 ila 10 gün uyumadan durabildikleri ve bu sürede zihin, güdü ve anlayış seviyelerinde gittikçe ilerleyen bir konsantrasyon eksikliği dışında tıbbi, fiziksel ve psikolojik olarak ciddi sorunlarla karşılaşmadıkları gözlemlenmiştir.

Şüphesiz bu deneylerden önce deneklerin ne kadar bir süreyle derin uyku hali yaşadıkları bilinmemektedir. Ancak cephede ateş altında olan askerlerin ve tıbbi müdahale uygulanmış bazı akıl hastalarının da 4 gün süreyle problemsiz olarak rahatlıkla uykusuz kalabildikleri tespit edilmiştir.

Tabii burada uykunun tarifinin doğru yapılması gerekiyor. Yukarıda bahsedilen deneylerde görülen konsantrasyon eksiklikleri sırasında insan tam uyanık sayılabilir mi?

Yorgun bir şekilde araba kullananlar bilirler, insan bir süre sonra yolları nasıl geçtiğini ve oraya nasıl geldiğini hatırlayamaz. Benzeri durum İkinci Dünya Savaşı'nda görev sonrası dönüş yolundaki İngiliz pilotlarında da görülmüş. Yorgun pilotların sebepsiz yere uçaklarıyla yere çakılmaları üzerine yapılan araştırmalarda fiziken uyanık oldukları ama vücut fonksiyonlarına kumanda bakımından tam uyanık sayılamayacakları tespit edilmiştir.

Fareler üzerinde yapılan deneylerde ise, zorla uykusuz bırakılan farelerin iki hafta sonra Öldükleri görülmüş. Ölüm sebebi olarak belirli bir neden bulunamamasına rağmen genel olarak metabolizmanın bozulmasından kaynaklandığı kabul ediliyor.

İnsanlar üzerinde yapılan deneyler normal hayatlarında uyku problemi olmayanları kapsıyor. Bir de istedikleri halde uyuyamayanlar var yani bir hastalık olarak uykusuzluk çekenler.

Yine Fransa'da yapılan bir deneyde, bu hastalıktan muzdarip 27 yaşındaki bir erkeğin aylar boyunca hiç uyumadan yaşadığı ve bu sürede hiç uykusunun gelmediği gibi ruh hali ve hafızasında da herhangi bir sorun olmadığı gözlemlenmiş. Ancak her akşam 9-11 saatleri arasında 20-60 dakika süreyle gözlerinde görüş bozukluğu, el ve ayak parmaklarında ağrı ve uyuşma meydana geliyormuş.

Tekrar başlangıca, 'insan ne kadar uyanık kalabilir' sorusuna döndüğümüzde, görüldüğü gibi net ve tatminkar bir cevap henüz bulunabilmiş değil. Bu arada ABD Savunma Bakanlığı karacı, denizci ve havacıları, hiçbir fonksiyonel eksiklik göstermeden uzun süre uyanık tutabilecek araştırma projeleri için bütçesinden para bile ayırmış.

Fare deneylerinden elde edilen sonuç da konuya bir açıklık getiremiyor çünkü dünyada henüz uykusuzluktan kimse ölmemiş. Tabii uykusuzluğun yol açtığı kazaları saymazsak.
 
İstatistiksel nasihatlar

Aman dikkatli olalım. İstatistiksel bilgilerden derlenmiş bu nasihatlere uyalım.


1.Elinde bıçak, makas varken koşma. Düşersin, olmadık bir yerine batar.

2.Kalın yüzük, kalın zincirli kolye takma. Merdiven inerken tırabzana, alacağın arabanın motoruna bakarken pervaneye takılırsa parmağın kopar, boynun kırılır.

3.Şeytan vardır ve onun işi gerçekten ateşli silah doldurmaktır. Oynama, patlar.

4.Senin olmayan köpeği sevme. En hafifinden burnunu ısırır, aylarca aynaya bakamazsın.

5.Ateş yakarken kolonya, tiner, benzin, mazot kullanma. Yanarsın.

6.Yazın araç sürerken kolunu dışarı sarkıtma. Çarparlar, kolundan olursun.

7.Kalabalık yerlere girdiğinde önce çıkışları kontrol et. Panik yaşanırsa kaçamazsın.

8.Elektrik kablosu sıyırırken ucunun prize takılı olmadığından emin ol.. Yetkisiz ve bilgisiz şekilde elektrikle uğraşan aptallar fazla yaşamaz.

9.Yol kenarında yürürken çocuğunu trafiğin olmadığı tarafta yürüt. Allah korusun.

10.Yeni doldurduğun akvaryumun önünde ilk birkaç gün oturma. Denenmemiştir, patlarsa kurtulamayabilirsin.

11.Arabanda elinin altında bir çakı bulundur. Tanrı korusun bir kazadan sonra emniyet kemerini kesmek için. (Genellikle kilitlenirler)

12.İlaç aldığında aspirin bile olsa komplikasyonlarını okumadan içme. En hafifinden kaşınırsın.

13.Otobüsün en ön koltuğuna oturma. Bu koltukların kazalarda, istatistiksel sabıkası vardır.

14.Deprem olduğunda sağa sola koşturma. En yakınındaki sabit bir yükseltinin yanına yat.

15.Cep telefonun şarjdayken uzun konuşma. Bataryan patlar. Tek kulakla kalıverirsin.

16.Gazoz açarken işi ciddiye al. Şişenin ucu kopar ve bileğini kesebilir.

17.Camdan sarkma. Vücudunun en ağır organı kafandır. Ağırlık dengen bozulur, düşersin.

18.Yatarken bir şey yeme boğazına kaçar. Ölürsün.

19.Deodorant sıkarken sigaranı ağzından çıkar, küllüğe koy. Tutuşursun. İyisi mi sen sigarayı temelli bırak.

20.Asansör kapısını açınca içinde kabin olduğunu gör, sonra bin. Düşersin. (Asansördeki aynaların iki görevinden en önemlisi budur. Kendini aynada
görünce binersin)

21.Çamaşır suyuyla yeni temizlenmiş tuvalette uzun oturma. Zehirlenirsin.

22.Banyoda şofbenin gaz sızıntısından değil, yanan alevin banyodaki oksijeni bitirmesi nedeniyle zehirlenirsin. Dikkat et.

23.Kavga eden çocukları ayırmaya kalkma. Hukuk diliyle bu şekilde cüzdan çaldırmanın adı "Tantana" dır. Parasız kalırsın.

24.Böbrek yerken yutacağın kadar küçük kes. Ortadaki sinir nedeniyle yarısı boğazında yarısı ağzında kalır. Boğulursun.

25.Uçak seyahatlerinde emanet paket taşıma. DGM'de yargılanırsın.

26.Araç aldığında ruhsatın üzerinde adını görmeden parayı verme. Çok ağlarsın.

27.Trafikte her sinirlendiğinde arabadan inme. Ateş ederler, vurulursun.
 
Pantolon Kelimesi Nereden Geliyor?

Pantolon, genellikle belden ayak bileğine kadar uzanan ve her bacağı ayrı ayrı saran, iki parçadan oluşan bir giysidir. Pantolonların boyları uzun veya kısa, bacaklara yapışık veya bol, paçaları dar, geniş, kıvrık veya düz olabilir. Moda pantolonların biçimine büyük değişiklikler getirememiştir. Biçimi ne olursa olsun giyimin başlıca unsurlardan biri olan pantolon daima aynı parçalardan meydana gelir.

Pantolon ismi bir Hıristiyan azizi olan Pantaleone'den gelir. Ruhani kişiliği ile tanınan Aziz Pantaleone üçüncü yüzyılın sonlarında yaşamış ve 303 yılında Roma imparatoru Diocletion tarafından başı kesilerek öldürülmüş bir din adamı, fizikçi ve saray hekimidir. Hekimlerin pirlerinden biri sayılır. Öldükten sonra da Venedik'in baş azizi olarak kabul edilmiştir.

Pantaleone belki de ismi bir giysiye verilerek şereflendirilen yegane azizdir. İsmi 'tamamıyla aslan' anlamına gelir (pan = tamamıyla, leon = aslan). Aziz Pantaleone'nin ismi zaman içinde, İtalyan halk hikayelerinde, izahı güç bir şekilde, aziz karakterine tamamen zıt, komik bir soytarının ismi olarak yerleşip kalmıştır.

Pantolon isminin asıl yaygınlaşmasına sebep olan, İtalyan komedi sanatında 16. yüzyılda ortaya çıkmış olan bu komik kişiliktir. Bu kişi dar paçalı bir pantolon ve sürekli terlik giyen, paranın kölesi olmuş, hizmetçilerini aç bırakan, çevresi tarafından alaya alınan, kadınlarla flört etmeye çalışan, esmer, zayıf, asık suratlı ve keçi sakallı, bunak bir ihtiyardır.

Bu komedi karakteri gezici tiyatrolar tarafından Fransa ve İngiltere'ye taşındı. Her zaman abartılmış pantolonlar giyen biri olarak Fransa'da 'pantolon', İngiltere'de 'pantaloon' adı ile tanındı. Shakespeare'in ona eserlerinde yer vermesi popülaritesini arttırdı.

Pantolon 18. yüzyılda, o zamana kadar giyilen, diz boyuna uzanan giysilerin stilize edilmiş bir biçimi olarak Amerika kıyılarına ulaştı. İsmi de kısaltılarak 'pants' oldu.
 
Sayıları çevirin..

Tubitak onlarca hanelı olan sayıların karsılıklarının ne oldugunu yazan bır program yapmıs.Sız onlarca hanelerı rakamı gırıyorsunuz o sıze yazdıgınız rakamların ne oldugunu yazı ıle yazıyor.

BURDAN
 
İngiltere'de trafik niçin soldan akar?

Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu, yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için, yolun solundan, duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarım emniyete alır, sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat, ilk defa 1300 yıllarında, papanın Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için, yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında, sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun kontrolünü zorlaştırıyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında, ihtilalin liderlerinden Maximilien Ro-bespierre, büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye, Parislilerden yollann sağından gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon, ordularındaki ikmal arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya, Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde, trafik akışını sağ şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki, artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun, trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan, karşıdan karşıya geçmeden önce, siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
 
Konuşurken Kullanılan eee

Bu soru, 'insanlar konuşurlarken niçin laflarının arasında bazı sesler çıkartırlar' ve 'ağır ağır konuşan insanlar laflarının arasında niçin -ııı-, -eee- derler' şeklinde ikiye ayrılabilir.

Birinci sorunun cevabı, sırasını yani sözü karşısındakine kaptırmamak veya sözlerinin bittiği görüntüsünü vermek istememek olabilir. İnsanlar karşılıklı konuşurlarken birbirlerini dinler gibi görünürler ama o sırada kafalarında söyleyeceklerini tasarlarlar. Onları bir an önce ifade edebilmek için sabırsızlanırlar. Karşısındakinin konuşmasını kesmeyecek olgunluktaysalar bir anlık susmasından istifade ederek söze girerler.

İnsanlar seslerinin kesildiği bir anlık soluklanma sırasında karşılarındaki sözlerinin bittiğini sanmasın diye bu boşlukları 'ııı', 'eee' diye sesler çıkararak doldururlar. Böylece karşıya devam edeceklerinin mesajını verirler. Yani oturduğu koltuğu kaptırmamak için üstünden kalkmamak gibi bir şey.

Bu genellikle yavaş tempoda konuşanların başvurdukları bir taktiktir ama zamanla alışkanlık haline gelir, 'ııı'sız, 'eee'siz konuşamazlar, kendileri de bundan rahatsız olmazlar.

İnsanlar sözleri kesilmesin diye başka anlamsız kelime ve cümleler de kullanırlar, taktikler uygularlar. Örneğin konuşmasına 'çok ilginçtir ki' şeklinde başlayan biri anlatacaklarının çok ilginç olacağını baştan belirterek, sonuna kadar dinlemesi için karşısındakini etkilemeye çalışır. Genellikle de sözlerinden ilginç bir şey çıkmaz.

Konuşma arası boşlukların niçin 'zzz' veya 'uuu' gibi seslerle değil de 'm' ve 'eee' gibi seslerle doldurulduğu sorusunun cevabı ise fonetik biliminin sahasına giriyor, 'ııı', leee' sesleri sesli harflerden oluştukları için istenildiği kadar uzatılabilirler, dudağı, dili ve dişleri oynatmadan rahatça çıkarılabilirler. Herhangi bir kelimenin ilk harfiymiş gibi yanlış anlamaya sebep vermezler. Ağız söyleyeceği ilk kelimeye hazır şekilde en uygun konumunu muhafaza eder.

Konuşma boşluklarında çıkarılan sesler kültürlere göre de farklılık gösterirler. Çoğunluk 'm', 'eee' derken İngilizce konuşanlar 'um', 'er', Çinliler ise 'zhege, zhege' diyorlar.
 
muhasebeci mazeretleri

Muhasebeci Mazeretleri

Herhangi bir muhasebeciden alacağınızı almak için konuştuğunuzda, büyük ihtimalle para yerine “söz” alırsınız. Ee, söz vermek para vermekten kolay tabii. (Yoksa tam tersi miydi?)

Bir de muhasebecide her zaman para olmaz, ama mutlaka bolca mazeret bulunur. Muhasebecilerle alışverişiniz varsa ve “Şu bizim para ne oldu acaba?” diye bir sorunuz varsa, muhtemelen aşağıdaki cevaplardan birini alırsınız:

- Şey abicim, ben seni yarım saat sonra arayım olur mu? Hürmetler abicim. (Yarım saat biz dünyalılar için 30 dakika, yani 1800 saniye anlamına gelirken, muhasebeciler galaksisinde sonsuz bir zaman dilimine tekabül eder. Yaklaşık bir-iki hafta sürer ve hep unutkanlık yapar.)

- Abicim ben bir Hüsmen beyle görüşüyüm, ona bir sorayım. Size döneyim sonra. Hürmetler abicim. (Hüsmen beyle görüşülebilir ama sizin mevzunuz unutulabilir. Hüsmen beye sorulur. Hüsmen bey arkasını döner ve düşüncelere dalar. Ve bu, “ Hüsmen Bey Düşünüyor” adlı ilk uzun metraj belgesel filmin çekilmesine vesile olur. Hüsmen bey olayı bir çırpıda cevaplandırıp, “ödeyin adamın alacağını, ter kurutmak bize yakışır mı?” deyip, yeni bir emek kıssasına konu olur. Fakat muhasebeci, “şaka yapıyor canım” diyerek ciddiye almaz. Tut ki ciddiye aldı. Size dönecem demişti ya, bir dönmeye başlar, dönüş o dönüş. Muhasebeciler için dönüş yasası çıktığından beri böyle.)

- Abi valla daha biz eve para götürmedik! (Böyle diyerek sizi paragöz bir mahluka indirgeyip telefonu kapatırlar. Doğrudur, parayı eve götürmek yerine visa'yla alışveriş yapıp, daha sonra bankaya ödeme yapılmaktadır.)

- Abi ödeme konusunda üzgünüm. Önümüzdeki Perşembe belki... (Bu durumda Perşembe günü ödeme olmazsa, yarın olur dersiniz ama olmaz. Hafta sonu da sizden kazanılır. Pazartesi, Salı, Çarşamba muhasebeci için takvimde yoktur. Bir dahaki Perşembeye kalırsınız.)

- Abi kasa müsait değil. Olunca ilk önce siz aklımdasınız.

- Abi kasaya bakayım, müsaitse hemen öderim. (Muhasebeci kasaya döner, müsait misin? diye sorar, kasa ne hikmetse sessiz sessiz oturmaktadır. Bir kere daha sormayı düşünür fakat üstelemez. Bellidir işte, koskoca kasa cevap dahi verecek durumda değilse bu nedir? Muhasebeciden “müsait değil abi , kusura bakma” cevabı işitilir. Fakat aynı kasa, biraz sonra “müsaitseniz Hüsmen bey size gelecek” lafını duydu mu, ne demek efendim, buyrun gelin poziyonunu alır.)

- Abicim , Henri'yi bankaya gönderdik, birazdan para yatmış olur. Ama Henri İstanbul'u iyi bilmiyor, biraz da Türkçesi yok. Zaten parayı almayı da unutmuş, cebi de şarjda kalmı ş, yani birazdan yatar ama yine de haberleşelim abi. Henri kim mi abi, aşkolsun! Henri yahu, Mandıralı Henri!..

- Abicim sizin bu paranız çok. Biz bunu böldük, bir kısmını size ödeyeceğiz ama buraya gelmeniz lazım. Gelemezseniz daha iyi olur. Zaten size niye para veriliyo anlamıyorum. Bu paranın onda birine bu işi bizim emmioğlu da yapabilir, ama neyse. Alo abi, bi an sesiniz gelmeyince bağlanmadı sanmıştım. Kendi kendime konuşuyordum şakacıktan. Abi ben size dönecektim ya abi! Diyorum ki, ödemeyi size sucuk olarak mı yapalım, yoksa ceviz olarak mı? İsterseniz cevizli sucuk olarak da yapabiliriz. Bizim oranın cevizli sucuğu meşhurdur abi .

- Alo yoklar abicim, bir notunuz varsa alıyım.

- Şu an müsait değil abi. O sizi sonra arayacakmış.

- Abi ya, sen bu parayı bizden alınca ne yapacan, yiyecen filan di mi? Abi bizde dursun. Hiç olmazsa birikir.

- Abi yeni bir bilgisayar programına geçtik de senin ismin yok. Onun için ödeme yapamayacağız. Abi seni tanıyoruz ama... program bu, bizim elimizden bi şey gelmez.

- Abi sana verdiğimiz parayla iki kişiye ödeme yapabiliyorduk, şimdi sana versek bi kişi sevinecek, onlara versek iki kişi dedik, onlara verdik. Sen de sevaba girdin böylece. İyi yapmış mıyız abi? Yok arkadaşımız değil onlar. Öyle sokaktan geçiyorlardı.

- Abi aşk olsun! Para için bizim kalbimizi mi kırıyorsun? Para dediğin nedir abi. Elinin kiri. Bırak abi bu dünya işlerini. Paraya çok düşüyon sen abi. İyi olmaz sonra, zarar görürsün!

Neyse, muhasebeci mazeretleri yazmakla bitmez. En iyisi Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin diyelim, para yerine bol keseden “söz” veren, mazeret döktüren muhasebeciler için de dua edelim.
 
Trafİk IŞiklari

TRAFİK IŞIKLARI

Her konuda olduğu gibi, trafik ışıklarını da kendimize göre yorumlamayı başardık. Bakın trafik ışıkları bizde ne anlama geliyormuş:

Taşıtlar için...

Yeşil ışık: Yarış devam ediyor, az kaldı geçeceksin.

Yeşilden sarıya dönen ışık: Çok yavaş gidiyorsun gaza bassana!

Kırmızıdan sarıya dönen ışık: Eğer 1/8 saniye içinde kornaya basmazsan yeşil ışık yanmayacak.

Kırmızı ışık: İlk 4 araba geçebilir, diğerleri dinlensin.

Yayalar için...

Yeşil ışık: Onündeki alan artık senin, piknik sepetini al!

Kırmızı ışık: Hadi bakalım, o araba mı hızlı sen mi? Koş!
 
IQ ve EQ arasındaki farklar nelerdir?

IQ (intelligence quotient) kısaca zeka katsayısı, EQ (emotional quotient) duygusal katsayı olarak değerlendirilmektedir. Yıllardır insanın işlevselliğinin ve başarısının IQ ile doğru orantılı olduğu bilinmekteydi. Son zamanlarda artık duygusal zeka yani EQ nun da başarıda önemli rolü olduğu düşünülmektedir. IQ daha çok kişinin zeka katsayısını vermekte ve zeka fonksiyonlarını değerlendirmektedir. EQ ise kişinin duygusal sentez , tespit ve fonksiyonlarını bize bildirmektedir.

IQ Başarıda yeterli midir?

IQ bazı işlerde başarıda yeterlidir. Örneğin zeka katsayısı iyi olan bir kişi iyi bir fizikçi olabilir ve hatta bir çok buluşa imza atabilir. Kişinin seçeceği mesleğe göre IQ ve EQ katsayıları önem kazanmaktadır. Buna paralel olarak eğer insanlarla iç içe olan bir meslek ile uğraşmak ve başarılı olmak istiyor iseniz o zaman başarılı olmanız için IQ yetmeyecektir aynı zamanda iyi bir EQ katsayısına da sahip olmak zorundasınız. Örneğin bir şirkette ideal bir yönetici olmak için EQ katsayısınında yeterli seviyede olması gerekir.

EQ da cinsiyet ayrımı var mıdır?

EQ da cinsiyet şu ana kadar ki bilinenler itibariyle yoktur. EQ nun yüksek olması demek duygusal olmak demek değildir. Bayanların daha duygusal olduğu bilinir. Bu EQ larının da yüksek olduğu anlamına gelmez. EQ ; karşısındaki insanın duygularını hesaba katabilme, duygulara yön verebilme, duyguları anlayabilme ve ifade edebilme, günlük hayat akışı içerisinde kendisinin ve etrafındaki kişilerin duygularını hesaba katarak kararlar alma, iyi bir iletişim ve etkileşim becerisi olarak özetleyebiliriz.

EQ nasıl artırılır ?

EQ nun artırılması elbette ki doğuştan gelen yeteneklere bağlıdır. Yani doğuştan gelen zemin müsait ise o zaman çok kolay bir şekilde EQ artırılabilecektir. Özellikle aile ortamı ve anne babanın kişilik özellikleri de EQ gelişiminde önemlidir. Anne babanın duygu ifadesi, aile içerisindeki iletişim becerileri , anne babanın empati yeteneği, kelime hazinesi ve bu kelimelerdeki duygusal nitelik, anne babanın çocuğu yanında olayları değerlendirme ve duygusal tepki şekli duygusal zekada önemli role sahiptir.

IQ ve EQ arasında kardeşler arası fark var mıdır?

Bu konuda kardeşler arası fark değerlendirildiğinde şunlar söylenebilir. EQ da doğuştan gelen özellikler önemli bir yere sahiptir yani bir çocuğun duygusal zekası doğuştan iyi ise onun ilk veya son çocuk olması önemli değildir. Ama küçük kardeşler büyüklere göre bu konuda daha avantajlıdır diyebiliriz. Bunun nedeni ise küçük kardeşlerin büyüklere göre daha çok iletişim ve etkileşim şansına sahip olmalarıdır.
 
Yapıştırıcının Hikayesi...

YAPIŞTIRICI'nın milattan önceye uzanan öyküsü...!


Farklı ya da aynı türdeki maddeleri belli yüzeyler boyunca birbirine bireştiren ve bir arada tutan maddelere yapıştırıcı denir. Çeşitli maddelerin yapıştırıcı olarak kullanıldığına dair ilk kanıtlar için günümüzden altı bin yıl öncesine dönmemiz gerekiyor. Ölülerini pişirilmiş kilden yapılma büyük küplere konularak gömüldüğü tarih öncesi topluluklarda, kazara kırılmış kapların, çeşitli ağaçlardan elde edilen reçinelerle onarıldığı, arkeologların bulguları arasında yer alıyor. Bu da ilk yapıştırıcıların ağaç reçinesi olduğunu gösteriyor bir bakıma. Bilim adamlarının bu alandaki bir başka bulgusu da, Babilli heykeltraşların yaptıkları büstlerin göz çukurlarını boş bıraktıkları ve bu boşluklara, fildişinden ayrıca yonttukları gözbebeklerini katrana benzer bir tür yapıştırıcıyla yapıştırdıklarıdır.

Yapıştırıcı maddelerle ilgili ilk yazılı kayıtlarsa MÖ 2000'li yıllara ait, hayvansal yapıştırıcıların hazırlanışıyla ilgili olan yazılı kayıtlardı. Roma dönemine ait, MÖ 1500-1000 yıllarına tarihlenen kimi kayıtlardaysa, yapıştırıcı maddenin hazırlanışından çok, yapıştırma yöntemleri üzerinde durulurken, aynı döneme bazı duvar resimlerinde de ağaç yapıştırmaya yönelik tekniklerin uygulanışı ayrıntılı bir biçimde resmediliyor. Araştırmaların ortaya koyduğu bir başka gerçek de benzer tekniklerin ve hayvansal yapıştırıcıların, aynı dönemde eski Mısır'da özellikle kral tabutlarının hazırlanışı sırasında kullanılıyor olduğu.

MS 500'lü yıllarda, ahşap işleme sanatının ve ağaç kakmacılığının iyi örneklerinin veren Roma ve Yunanlılarda yapıştırıcıların ve yapıştırma tekniklerinin ilerlediğini görüyoruz. Dönemin ustaları, o güne değin bilinen yapıştırıcıların yanı sıra balık yağından yumurta akına; kan, kemik ya da deriden süt, peynir ya da çeşitli tahıllara hatta çeşitli sebzelere kadar pekçok bitkisel ve hayvansal maddeyi kullanarak yapıştırıcı elde etmişlerdi. Hatta ilk kez katran ve balmumu kullanarak gemilerde sızdırmazlığı (su yalıtımını) sağlayanlar da Romalılardı.

Yapılarda ahşap malzemenin ağırlıklı olarak kullanılmaya başlandığı 16. yüzyıla kadar bu alanda önemli bir gelişmeye rastlamıyoruz. Bu dönemde yaşamış ünlü bir keman yapımcısı (ustası) olan İtalyan Antonio Stradivari'nin kemanlarını yaparken kullandığı ve formülünü gizli tutuğu yapıştırıcısının gizemiyse bugün bile çözülebilmiş değil.

18 yüzyıla gelindiğinde, yapıştırıcıların önemli bir enüstriyel ürün haline geldiğini görüyoruz. Hammadde olarak hayvan derisini kullanan ilk yapıştırıcı fabrikası da yüzyılın başlarında, Hollanda da açılmış.

Bu alandaki ilk patentse 1750'li yıllarda İngiltere'de balık tutkalı üreten bir firmaya verilmiş. Bunu bitkisel kauçukdan kemiğe, nişastadan süte kadar farklı hammaddelerden elde edilen yapıştırıcılar için alınan patentler izlemiş. 1900'lere gelindiğinde özellikle sanayileşmiş ülkelerde açılan pek çok fabrika üretime geçmiş.

Endüstri Devrimiyle birlikte, teknolojideki hızlı gelişmenin etkisiyle, daha önceleri eldesi güç olan ya da olanaklı olmayan maddelerin, kolay ve ucuz üretimi söz konusu oldu. Bu da pek çok yeni türde yapıştırıcının ortaya çıkmasını sağladı. İlk plastik polimerler de bu dönemde üretildi. Bu aslında bir bakıma plastik çağının da başlangıcıydı ve bu ilk plastik tabanlı yapıştırıcılar termoplastik denen, ısıdan etkilenen plastiklerden üretiliyordu.

Günümüzdeyse hemen her tür katı maddeyi birbirine yapıştırabilecek özellikte bir yapıştırıcı bulmamız olası. Çünkü bu alandaki araştırma ve geliştirme çalışmalarına ayrılan kaynak inanılamayacak kadar büyük
 
Patlamış mısır nasıl patlıyor?

Patlamış mısırın hikayesi beş bin yıl evveline, Amerika kıtasına kadar uzanıyor. Amerika yerlileri gıda için kullanılacak mısır ile içi daha sulu olan patlayabilir mısırların arasındaki farkı biliyorlardı.

Kolomb kıtaya ayak bastığında yerlilerin mısır kültürünü gördü, ama asıl ilgi 1510'lu yıllarda Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmiş patlamış mısırları yediklerini görmesi ile başladı. Üstelik yerliler mısırı bir çeşit şişe geçirerek, tekrar tekrar ısıtarak veya kızgın kuma gömerek değişik şekillerde patlatarak yiyorlardı.
Amerika kıtasının keşfinden sonra Avrupa'ya getirilen ürünlerin içinde en ünlüleri patlamış mısır ve tütündü. Birincisine çok fazla yağ ve tuz ilave etmezseniz, kesinlikle ikincisinden daha sağlıklıdır. Ancak tüm mısır taneleri patlamaz. Patlayan mısırın gizemini yaratan iki faktör vardır: Mısır tanesinin içinin çok güzel bir ısı geçiş özelliği ve müthiş bir mekanik mukavemete, yani sağlamlığa sahip kabuğu.

Mısıra dikkatli bakıldığında, etrafında kalın ve su geçirmez bir kabuk olduğu görülür. Bunun altında iki tabaka daha vardır. Tanenin bu iç kısımlarındaki moleküllerin sıralanış biçimi, normal mısır tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede ısı normal tanelere oranla neredeyse iki misli hızla içine yayılabilir.
Kalın kabuk ısıtıldığında, tanenin içi de süratle ısınır ve içindeki su, basınçlı bir su buharı oluşturur. Isınma süresince gittikçe artan bu basınç, sonunda kalın kabuğun adeta infilak ederek yırtılmasına yol açar. Tane ilk boyutundan yaklaşık 30 misli büyür, içi dışına gelir, yani tanenin içindeki yumuşak kısım dışarı çıkarak yenilebilir kısmı oluşturur. Bu özelliği tabiatta başka hiçbir şeyde göremezsiniz. Belki biraz ekmeğin oluşumunu buna benzetebiliriz.

Bir mısır tanesinin ideal bir şekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oranında su olması gerekir. Bunun altındaki oranlarda yine patlar ama kısmen açılır, istenen sonuç alınamaz. Mısırın içersindeki su oranını artırmak için, kapalı bir ortamda üzerine su serpiştirilmesi ve beklemeye bırakılmasının faydalı olacağı söylenir ama bu işlem mısırın içindeki su oranını en fazla yüzde l arttırır. Bir mısırı iğneyle delerseniz, bir fırında veya güneş altında bekletirseniz, 150 derecenin altında ısıtırsanız, yukarıda bahsedilen suyun buharlaşması, basınç ve infilakın hiçbiri gerçekleşmez.
 
Geri
Üst