sherif
HACKHELL İN SHERİFİ
- Katılım
- 8 Kas 2005
- Mesajlar
- 1,033
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
İbadette Maddi Menfeat Düşünülmez
İbadetin ruhu, ihlastır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir fayda ve hikmet ibadete illet (gerçek sebep) gösterilirse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız tercih vesilesi olabilirler; illet olamazlar. Meselâ, beş vakitte namaz kılan adam Allah'ın emrini yerine getirmek ve bu suretle uhrevî mesuliyetten kurtulmak maksat ve düşüncesiyle değil de namazın vücut üzerinde güzel bir jimnastik tesiri meydâna getirdiğine kanaati olduğu için kılarsa namaz sahih olmaz. O bir beden eğitimi olur.
Akıl ve hikmetin icabı da budur. Meselâ hürmetkar bir vaziyet almasını emrettiğiniz hizmetçileriniz, bunu emrinize itaatten değil de kendi vücuduna f ayda verecek bir çeşit idman maksadiyle yaptığını ve bir hizmet için bir yere gönderdiğiniz vakitte söylediğiniz işi görüp geldikten sonra, oraya kendisini sizin emrinizden dolayı değil de sırf bir gezinti yapmak düşüncesiyle gittiğini söylese size karşı vazifesini yerine getirmiş sayılır mı? Hatta o terbiyesiz herifi kapınızda tutar mısınız? Hizmetçileriniz, emriniz altındaki kimselerin böyle hallerine dikkat ettiğiniz gibi, akrabanız olan dostlarınız bile size karşı tavır ve hareketlerinde, hatırınızı saymak veyahut kendi menfaatlerini kollamak maksatlarından hangisinin tesir icra ettiğini nazar-ı dikkate alır dostluklarındaki ciddiyet ve samimiyeti ayarlarken en büyük ehemmiyeti bu manevî noktalara atfedersiniz.
İşte bu gibi mâkûl sebeplere binaen İslâm dininde niyetin büyük bir yeri vardır. İnsan bir iş yapacak ve bu işte kulun Rabb'ine karşı dinî bir vazifeyi yerine getirmesi mahiyetinde bulunacaksa, mutlaka o işin Allah rızası için yapılmış olması gerekir, öyle ya, bakalım; yaptığımız bir işte Allah'ın emrini mi düşündük, yoksa kendi istifademizi mi? Kendi menfaatimizi düşündük de yaptıksâ, bizim için gizli ve açık bir ihtiyacın tatmininden ibaret olan o işi artık bir dinî iş saymak, yani Allah'a mâl etmek mümkün olmaz. Hatta eğer Cehennem'den kurtulmak ve Cennet'e girmek gibi menfaati kula ait olan uhrevî maksatlar dinî vazifelerin gayelerinden olarak gösterilmeseydi adı geçeri vazifelerin yerine getirilmesinde o gibi uhrevî menfaatler nazarı itibara almak da caiz ve uygun görülmeyecek, sırf Allah rızasına uyulması, emir ve yasaklara göre hareket esasına dayandırılması lâzım gelirdi. Bununla beraber ileri gelen mü'minlerin nazarında dinî hükümlere gaye olmak için, uhrevî maksatlar bile çeşitli derecelere ayrılır.
İbadeti, âdetten ayırmak için dünya ve ahiret menfaatleri kâfî ve mâkûl birer ölçü teşkil eder. İlâhî ve uhrevî bir maksatla yapılan şeyler ibadet, dünyevî bir menfaat elde etmek için yapılan şeyler de âdet veya işin gerektiği çeşitten olur.
İnsanın; dine, ahirete ait vazifelerine varıncaya kadar her işinde maddî menfaatler aramaya alıştırılması, herşeye tercih ederek kendine bencillik ve menfaatperestlik hissini telkin eylemektir. Halbuki din, insanların yaratılışında, hiçbir tavsiyeye muhtaç olmadan esasen mevcut olan bu türlü hisleri değiştirerek maddiyattan fedakârlığa alıştıracak ve yüceliği ilerletmeye hizmet edecektir.
Dinî hükümlerin dünyevî gayelere dayandırılması uygun olamayacağı, akıl yönünden idrak ve takdir edilebilecek bir hâl olduğu gibi, naklî deliller de pek açık bir surette bunu bildirmektedir. Allahu Teâlâ buyuruyor ki: "Kim ahiret sevabını isterse, onun sevabını arttırırız. Kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz; fakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur" (Şura ,20).
"Kim yaptığı işle dünya menfaatini isterse, dilediğimiz kimseye istediğimiz şeyi, dünyada peşin veririz, sonra da onu Cehennem'e koyarız; o, Cehennem'e kötülenmiş ve rahmetten kovulmuş bir halde ulaşır. Kim de mü'min olduğu halde ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbul olur." (İsra, 18-19).
"Kim dünya hayatını ve onun gösterişli zevklerini isterse, biz onlara, amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz. Bunlar o kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştur" (Hud, 15-16).
Hadis-i Şerifte: "Kıyamet günü olunca bir münâdi: 'Allah'tan başkasının nâm ve hesabına her kim her ne istediyse amelinin mükâfatını ondan istesin' diye nida eder."
Yine bir Hadis-i Şerifte: "Cenab-ı Hakk, ahiret niyeti üzerine dünyayı verir, fakat dünya niyeti üzerine ahireti vermez."
Buharî'de birinci hadis olarak zikredilen: "Ameller niyetlere göredir" hadîs-i şerifi ise pek meşhurdur.
Dinî hükümlerin içtimaî ve maddî faydalarını da düşünmek, bulmak, ayrıca maharetle âleme anlatmak İslamiyet'in ince hikmetlerini tanıtmak ilim adamlarımızın üzerine düşen bir vazifedir. Ama bu husus müslümanlardan daha çok yabancılara bir müdafaa silahı olarak ortaya konulmak gerekir. Gerçi dünyâya ait olan bu menfaat ve güzellikleri müslümanların da bilmesi çok faydalı olur. Ancak meselenin yalnız "Bilmek" mertebesinde kalınması gerekir. Dinî vazifelerin fiiliyat ve icraatını, onların üzerine kurmak, sırf o faydalar için yapmak derecesine gelince bu durum yukarıda arzedildigi gibi adı geçen fiilleri bozar. Demek ki, dinî vazifelerden her birinin dünyaya ait ne kadar sebep ve hikmeti bulunursa bulunsun, gene yerine getirilmesinde gözetilecek esas ve gaye Allah'ın emrine itaat ve uhrevî mesuliyetten korkmak gibi dünyevî olmayan şeylerden ibaret olacaktır. Nihayet dünyevî gayeler, esasın daha altında, ikinci derecede ve dolayısı ile bir maksat halinde nazar-ı itibarâ alınabilir o kadar... (Şeyhü'l-İslâm Mustafa Sabri, Dini Müceddidler.)[/B]
"Safvet Senîh, ""İbadetin Getirdikleri"", Nil Yay., s.70-73"
İbadetin ruhu, ihlastır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir fayda ve hikmet ibadete illet (gerçek sebep) gösterilirse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız tercih vesilesi olabilirler; illet olamazlar. Meselâ, beş vakitte namaz kılan adam Allah'ın emrini yerine getirmek ve bu suretle uhrevî mesuliyetten kurtulmak maksat ve düşüncesiyle değil de namazın vücut üzerinde güzel bir jimnastik tesiri meydâna getirdiğine kanaati olduğu için kılarsa namaz sahih olmaz. O bir beden eğitimi olur.
Akıl ve hikmetin icabı da budur. Meselâ hürmetkar bir vaziyet almasını emrettiğiniz hizmetçileriniz, bunu emrinize itaatten değil de kendi vücuduna f ayda verecek bir çeşit idman maksadiyle yaptığını ve bir hizmet için bir yere gönderdiğiniz vakitte söylediğiniz işi görüp geldikten sonra, oraya kendisini sizin emrinizden dolayı değil de sırf bir gezinti yapmak düşüncesiyle gittiğini söylese size karşı vazifesini yerine getirmiş sayılır mı? Hatta o terbiyesiz herifi kapınızda tutar mısınız? Hizmetçileriniz, emriniz altındaki kimselerin böyle hallerine dikkat ettiğiniz gibi, akrabanız olan dostlarınız bile size karşı tavır ve hareketlerinde, hatırınızı saymak veyahut kendi menfaatlerini kollamak maksatlarından hangisinin tesir icra ettiğini nazar-ı dikkate alır dostluklarındaki ciddiyet ve samimiyeti ayarlarken en büyük ehemmiyeti bu manevî noktalara atfedersiniz.
İşte bu gibi mâkûl sebeplere binaen İslâm dininde niyetin büyük bir yeri vardır. İnsan bir iş yapacak ve bu işte kulun Rabb'ine karşı dinî bir vazifeyi yerine getirmesi mahiyetinde bulunacaksa, mutlaka o işin Allah rızası için yapılmış olması gerekir, öyle ya, bakalım; yaptığımız bir işte Allah'ın emrini mi düşündük, yoksa kendi istifademizi mi? Kendi menfaatimizi düşündük de yaptıksâ, bizim için gizli ve açık bir ihtiyacın tatmininden ibaret olan o işi artık bir dinî iş saymak, yani Allah'a mâl etmek mümkün olmaz. Hatta eğer Cehennem'den kurtulmak ve Cennet'e girmek gibi menfaati kula ait olan uhrevî maksatlar dinî vazifelerin gayelerinden olarak gösterilmeseydi adı geçeri vazifelerin yerine getirilmesinde o gibi uhrevî menfaatler nazarı itibara almak da caiz ve uygun görülmeyecek, sırf Allah rızasına uyulması, emir ve yasaklara göre hareket esasına dayandırılması lâzım gelirdi. Bununla beraber ileri gelen mü'minlerin nazarında dinî hükümlere gaye olmak için, uhrevî maksatlar bile çeşitli derecelere ayrılır.
İbadeti, âdetten ayırmak için dünya ve ahiret menfaatleri kâfî ve mâkûl birer ölçü teşkil eder. İlâhî ve uhrevî bir maksatla yapılan şeyler ibadet, dünyevî bir menfaat elde etmek için yapılan şeyler de âdet veya işin gerektiği çeşitten olur.
İnsanın; dine, ahirete ait vazifelerine varıncaya kadar her işinde maddî menfaatler aramaya alıştırılması, herşeye tercih ederek kendine bencillik ve menfaatperestlik hissini telkin eylemektir. Halbuki din, insanların yaratılışında, hiçbir tavsiyeye muhtaç olmadan esasen mevcut olan bu türlü hisleri değiştirerek maddiyattan fedakârlığa alıştıracak ve yüceliği ilerletmeye hizmet edecektir.
Dinî hükümlerin dünyevî gayelere dayandırılması uygun olamayacağı, akıl yönünden idrak ve takdir edilebilecek bir hâl olduğu gibi, naklî deliller de pek açık bir surette bunu bildirmektedir. Allahu Teâlâ buyuruyor ki: "Kim ahiret sevabını isterse, onun sevabını arttırırız. Kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz; fakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur" (Şura ,20).
"Kim yaptığı işle dünya menfaatini isterse, dilediğimiz kimseye istediğimiz şeyi, dünyada peşin veririz, sonra da onu Cehennem'e koyarız; o, Cehennem'e kötülenmiş ve rahmetten kovulmuş bir halde ulaşır. Kim de mü'min olduğu halde ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbul olur." (İsra, 18-19).
"Kim dünya hayatını ve onun gösterişli zevklerini isterse, biz onlara, amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz. Bunlar o kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştur" (Hud, 15-16).
Hadis-i Şerifte: "Kıyamet günü olunca bir münâdi: 'Allah'tan başkasının nâm ve hesabına her kim her ne istediyse amelinin mükâfatını ondan istesin' diye nida eder."
Yine bir Hadis-i Şerifte: "Cenab-ı Hakk, ahiret niyeti üzerine dünyayı verir, fakat dünya niyeti üzerine ahireti vermez."
Buharî'de birinci hadis olarak zikredilen: "Ameller niyetlere göredir" hadîs-i şerifi ise pek meşhurdur.
Dinî hükümlerin içtimaî ve maddî faydalarını da düşünmek, bulmak, ayrıca maharetle âleme anlatmak İslamiyet'in ince hikmetlerini tanıtmak ilim adamlarımızın üzerine düşen bir vazifedir. Ama bu husus müslümanlardan daha çok yabancılara bir müdafaa silahı olarak ortaya konulmak gerekir. Gerçi dünyâya ait olan bu menfaat ve güzellikleri müslümanların da bilmesi çok faydalı olur. Ancak meselenin yalnız "Bilmek" mertebesinde kalınması gerekir. Dinî vazifelerin fiiliyat ve icraatını, onların üzerine kurmak, sırf o faydalar için yapmak derecesine gelince bu durum yukarıda arzedildigi gibi adı geçen fiilleri bozar. Demek ki, dinî vazifelerden her birinin dünyaya ait ne kadar sebep ve hikmeti bulunursa bulunsun, gene yerine getirilmesinde gözetilecek esas ve gaye Allah'ın emrine itaat ve uhrevî mesuliyetten korkmak gibi dünyevî olmayan şeylerden ibaret olacaktır. Nihayet dünyevî gayeler, esasın daha altında, ikinci derecede ve dolayısı ile bir maksat halinde nazar-ı itibarâ alınabilir o kadar... (Şeyhü'l-İslâm Mustafa Sabri, Dini Müceddidler.)[/B]
"Safvet Senîh, ""İbadetin Getirdikleri"", Nil Yay., s.70-73"