Ülkücülüğün muhtevâ ile imtihanı...

türk ocağı

serdengeçti
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
1,813
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Taceddin Dergahı
Bir 12 Eylül yazısı…

Ülkücülüğün muhtevâ ile imtihanı…



Bir 12 Eylül’de daha yine bir 12 Eylül yazısıyla baş başayım.

Poloniıus: “Ne düşünüyorsunuz efendim?”

Hamet: “Kelimeler.. kelimeler.. kelimeler…”

Bu gecenin en şedît demlerinde benim aklımda bir kelime var:

Ülkücülük.. ülkücüler…

Yalnızca Ülkücüler üzerine yazmağa başlamak demek, âhir ömrü yazıyla geçirmek demek.. Artık hayatımızda dünler çoğalıyor, yarınlar azalıyor, buna tâkât kifâyet etmez gayrı…

Ya ülkücülük…

“That is just problem, to be or not to be…”

Olmak ve olmamak arasında kırk yıllık bir nefessizlik, kırk yıllık bir med cezir bu, kırk yıllık bir savrulma; oradan oraya…

Türkçülükten Türk milliyetçiliğine, devletçilikten sivil inisiyatife, Türk-İslâm sentezinden islâmcılığa, islâmcılıktan ulusalcılığa, liberallikten muhafazakârlığa kadar dönüp duran rengârenk, rengâhenk bir atlı karınca; atlı karıncada çocuklar gibi dönen, hep ülkücüler…

Konjonktürün ve devletîn âli menfaatlerinin(!) ve tabii bir nebze de olsa kendi küçük çaplı fikir sisteminin arasında, devletle bir dargın bir barışık bir hacıyatmaza dönüşmüş. Yangında ilk kurtarılacaklar listesinde her zaman, ihtiyaç halinde tedâvüle arz edilmek üzere...

1969 ve 12 Eylül 1980 arasındaki serencâmı şimdilik saklı tutarak, seferberlik hikâyeleriyle yeni nesilleri meşgûl etmeden, yazımızı biraz güncel tutmak maksâdıyla darbe sonrası ülkücü hareketin zaman zaman kendi külleri arasından doğuşu ve yine kendi küllerine defnine birkaç not düşelim…

Bir 12 Eylül hazânındaki yorgun akşamın ülkücülüğü, Rusların Azerbaycan’a girmesiyle birden yüksek bir aktüalite ile yorgunluğundan sıyrılarak ülkenin gündemine oturuyor, Gençlik Kültür Ocakları(Ülkü Ocakları)bütün büyük şehirlerde büyük çaplı eylemler ortaya koyuyor, 12 Eylül sonrasında ilk kez mikrofonlar ve kameralar Başbuğ Alparslan Türkeş’e uzanıyor, Batı medyası manşetlerine “Gray Walfs.. again” manşetleri oturuyor, tedâvüle giriyor, değeri yükseliyor ama ne oluyorsa oluyor ve anlamsız ya da çok anlamlı bir şekilde bahse konu trend âniden bir bariyere çarpmışcasına duruyor ve Ülkücülük bir kez daha “âli menfaatler”le “crash testi”nden geçemiyor, lâkin sigortadan hasar tazmin ediliyordu…

“Altı ay hazırlık, altı ay temizlik” ve “Ne mozayiği ulan!” celâllenmesiyle bir ânda hızlanan “devir daim motoru”yla bünyesine kan pompalanıp, hücreleri yenilenirken Ükücülüğün, sanki pompalanan kan miktarı bir tabip heyeti tarafından kontrol ediliyormuşcasına ve sanki bu heyetin hassas bir “timing”i varmışcasına mezkûr heyet, “Bünyeye bu kadar kan pompalanması kifâyet eder” raporu vermişcesine TBMM’de “sarı-kırmızı-yeşil fularlı” ve “Kürtçe yeminli” bir mizansene güven oyu veriliyordu. Üstelik bu kez Ülkücülüğün âdeta motorundan ferâgat edilecek raddede mühim bir “crahs testi”ydi bu. Motor ve diğer aksam arasındaki senkronizasyon problemi “kadı kızındaki kusur” olarak görülüyor ve “gidene dur denmez” denilerek aslında gitmeğe hiç de niyeti olmayanlara kapının yolu gösteriliyor, “Kapı açık, arkanı dönmeden çık” anlamına gelen, “Duyduğum kadarıyla arkadaşlar istifa edeceklermiş, hayırlısı olsun, siyasette olur böyle şeyler…” yorumu bizzat Alparslan Türkeş tarafından yapılıyordu medyaya; Muhsin Yazcıoğlu’nun görüşme taleplerine hiçbir şekilde cevap vermeden. Artık, gözetilecek iç denge yoktu, âli menfaatlerle çatışacak “marazî uzuvlar” kesilip atılmıştı; “bünyede bir metastas” artık mümkün değildi…

“Metastas”ın önüne geçilen bünye rahat bir siyaset etme biçimiyle hayatına devam ederken ve Başbuğ Alparslan Türkeş’in vefatıyla bitkisel hayata gireceği tahmin edilirken, Ülkücülük ve Ülkücüler tam tersine iktidarın bir ucundan tuttular. Başbuğ Alparslan Türkeş’in sağlığında iç bünyede bir anket yapılsa halef olarak ismi bile zikredilmeyecek olan, halef olarak esâmisi okunmayan ve hiç hesapta olmayan bir isim vefatın ardından Başbuğun koltuğuna oturuyor ve belki de koltuk aslında uzun yıllarca “tabii halef” olarak ismi anılan Muhsin Yazıcıoğlu’ndan korunmuş oluyordu. Reel halefin ismi Dr. Devlet Bahçeli’ydi, sürprizdi ama böyleydi.

TBMM’deki “sarı-kırmızı-yeşil fularlı” ve “Kürtçe yeminli” mizansene güvenoyu veren ülkücüler, güvenoyu verilen bu mizansenin Güneydoğu’daki terörüne çok sert bir muhalefet organize ediyordu. Ülkücülük tedâvüldeydi, yine değer kazanıyor ve bu sert muhalefetin neticesi Ülkücülerin iktidarın bir ucunu yakalamasıyla neticeleniyordu. 1999 Nisan’ında yüzde 18 ile tarihinin en yüksek oy oranına ulaşılıyordu, Dr. Devlet Bahçeli kurulacak hükümette Başbakan Yardımcısı olacaktı.

Ülkücülerin koalisyon ortağı Bülent-Rahşan Ecevit ve Mesut Yılmaz’dı. Rahşan Ecevit’in ağza alınmayacak hakâretleri cevapsız bırakılıyor, TBMM’nin açılış oturumunda başörtülü ülkücü milletvekile Nesrin Hanım başındaki başörtüsünü çıkarıyor, gariplikler zincirinin ilk halkaları birbirine eklemlenmeğe başlıyordu.

Bu hükümetin sicilinin belki de en önemli zabtı terör örgütünün liderinin Türkiye’nin ve tabii hükümetin avuçlarına bir el bombası gibi “teslim edilişi”ydi. O kadar sürpriz bir gelişmeydi ki, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, birkaç yıl sonra, “Apo’yu bize niye teslim ettiler anlayamadım!” diyecekti. O avuçlardan birisi ülkücülerin avuçlarıydı, her birisi “bir bardak suyun içinde boğmayı” isteyecekleri birinin hayatını kurtarmak zorunda bırakılıyordu. Nitekim, “TBMM’de Apo’yu asacak 128 tane ip var” açıklaması bu hissiyâtın tezâhürü ve beyânı olarak yer aldı basında. Seçim konuşmalarının en önemli iki argümanı, “başörtüsünü biz çözeriz” ve “ürkek değil erkek” vurgusuydu.

Ülkücülük aktüalitesinin zirvesindeydi.

Ne olduysa oldu ve gerçekten de “başörtüsünü çözdü” ülkücüler. Nesrin Hanım TBMM’nin daha ilk oturumunda başörtüsünü çıkartarak, başörtüsü sorununu çözdü.



Ne olduysa oldu ve “idam cezâsı” kaldırıldı. Evet, ülkücüler “hayır” oyu kullandılar idam cezasının kaldırılması oylamasında, lâkin Apo’nun idam cezasını imkânsız hâle getirmek demek olan Anayasa değişikliğini bir “erken seçim gerekçesi” olarak da telâkkî etmediler, o kadar da önemsemediler, oylamada kullandıkları “hayır” oylarının bu meseledeki mesuliyetlerini ortadan kaldırdığına kâni oldular/iknâ edildiler, parlamenterlik hayatlarına devam ettiler. Erken seçim gerekçeleri yüksek rakımlı bir yaylada daha sonra gündemlerine geldi, demek ki kendilerine göre idam cezasının kaldırılmasından daha önemli ve hayatî bir gerekçeydi yeni gerekçeleri!..

“Crash testi”nden yine Ülkücülük ve Ülkücüler hasarlı çıktı… Suçlu 8/8 suçluydu, ama suçlunun kim olduğu artık tarihin konusuydu… Yıllar sonra Erbakan’ı 28 Şubat’ta istifa etmemekle “haklı olarak” suçlayacak olan Ülkücüler, o gün “sine-i millete dönemediler”, erken seçim kararı için parlamentoyu zorlamayı akıllarına bile getirmediler.

Ülkücülük ve ülkücüler bu “Crash testi”inden sonra nekâhet dönemi yaşadı, bir sessizlik hâkimdi, yüksek rakımlı bir yaylada start verilen erken seçimin neticeleri sessizliği derinleştirdi... Ülkücülerin baraja gömülen “politik strateji”leri ilkeli bir istifayla neticelenecek gibiyken ne olduysa oldu, teknik direktör görevinin başında kaldı, “Futbolda böyle şeyler olur, önümüzdeki maçlara bakacağız”dedi, iknâ olmuştu/iknâ etti!..

Ülkücülük ve Ülkücüler bu savrulmaların arasında “geçinip giderken”, Türkiye de bir yandan sekiz yıllık AKP iktidârını içselleştirdi. “Stockholm Sendromu”na benzer bir münâsebet peydâh oldu halk ile AKP iktidarı arasında.

“Kast vardır kastlar içre…”

Bir yandan güce doymayan AKP iktidarı yargıdaki kastı kırmaya kararlı bir şekilde adım adım ilerlerken, diğer yandan “gülümseyen cemaat” de kendi kastını dantel dantel örüyor. İki kast ne vakit çarpışır, şimdilik bilmez, lakin AKP iktidârının altında ezilen muhalefetin bir unsuru olan Ülkücülük ve Ülkücüler bu arada referandum tartışmalarında “arastanın tam da ortasına” düştüler/düşürüldüler.

Arastanın bir yakasında “hayır” dükkânları açıldı, diğer yakasında “evet” dükkânları.

Referandumdaki “Hayır” cephesinin acar Ülkücülerinin “ülke bölünecek” tehdidi üzerinden edindikleri pozüsyon yine bir “tedâvül” pozüyonu. Piyasalar yine yükseliyor, Ülkücülük yine “trendy” durumda.

İktidarın ve medyanın “Ülkücü kardeşlerimiz meğer ne çok çileler çekmişler, öyleyse referandumda evet” komplimanından, işmarından, göz kırpmasından en fazla etkilenen ve bu komplimanın yakışıklı jönü Başbakanın “gazozu”ndan içen ise Ülkücülerin B şubesi konumundaki BBP.

Referandum sürecinde pek “mübalaalı” bir “taraftarlık” sergileyen ve sırtındaki BBP “üniforması”nı çıkartarak neredeyse resmî AKP “üniforması giyecek kadar, AKP örgütüyle birlikte “esnaf ziyaretleri” yapacak kadar, AKP örgütlerini bile şaşırtacak kadar, bizzat Parti Genel Sekreterinin ağzından “Hükümet sözcüsü” gibi “Hükümete kanun teklifi getirdiler de hükümet dikkate almadı mı?” diye muhalefeti suçlayacak kadar, iktidar partisi adına mitingler yapacak kadar “AKP’nin müstemlekesi” hâline gelen BBP. Herkes rahat mı? Vaziyet “iyi götürülüyor” değil mi?” Mevcut durumdan herkes memnun değil mi? Suyu bulandırmaya gerek yok değil mi? Çıplak kralın üzerine mütemâdiyen şal örtmek daha kolay(ve onurlu) değil mi? İstediğiniz kadar örtün, kralın içinde röntgen lâmbası yanıyor, her hâl ü kârda içini gösteriyor, kral transparan, farkında değilsiniz değil mi?

Bu kadar da “mozaik” olmak düşündürücü değil mi?

“Ne mozayiği ulan!” diyecek kimse yok mu?

Neden müşterek bir mefkûrenin, dünya görüşünün, idealin dâvâ adamları, yani ülkücüler bu denli önemli ve hayatî meselelerde, her “yol ayrımı”nda bu kadar uzak mesafelerde ayrı uçlara savruluyorlar ve neden ve nasıl tercihlerinde bu kadar farklılaşabiliyorlar?

Neden ve nasıl?

Uzun yıllar bir arada yaşayan arkadaş grupları arasında ya da Texas ya da Çarşı tribünlerinde bile oluşan tavır birliği neden ülkücüler arasında yok?

Ülkücülük târifleri mi acaba bu “tavır zenginliği”(!)nin sebebi?

Malzeme aynı, neden lezzetler bu kadar farklı?

Bunun üzerinde durmak gerekmiyor mu?

Târiflere bir göz atalım…

“Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistlik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir.

Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı.

İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan toplulukların kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir. Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir?

Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri gitmiş varlığı hâline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurulmuş, refahlı bir toplum hâline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir.”

(AlparslanTürkeş)



“İç Türklere rağmen Milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”

“Ülkücünün, ülküsü ile münasebeti, hakiki bir aşkta sevenle sevgilinin münasebetine benzer. Hep verir, hiç almaz. Sevgili nazlıdır, sitemi eksik etmez, incinmeğe de hiç gelemez. Diğer sahalarda umumiyetle dikkatsiz hareket eden Ülkücü, sevgili bahis konusu oldu mu baştan başa haysiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara pek aldırmaz ama, ülküsüne yan gözle bakanlara tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez, mükafat istemez, bir garip kişidir... Ülküsüne hizmet edenlere son derece hürmetkardır.

Gerçek aşıklar gibidir; kıskanmaz. Sevgilisinin sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu yegane süsüdür. Ülkücünün en çok dinlediği "nasihat" tır. "Yapma " derler, " hayatını heba etme" derler, "gününü gün et" derler. O kadar çok sey söylerler ki, hiç bitmez. O hepsini dinler, ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği
gibiyaşar.

(Gâlip Erdem)

“Ülkücü egosunu yenen idealisttir, İman, aşk, aksiyon ve karakter adamıdır…

Kendini Allah ve Resulü'nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini, din ve devleti, müllk ve milleti için fedaya hazır, şanlı, mukaddes, ay yıldızlı bayrağın gölgesinde döğüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsüne fani olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu, Allah ve Resulü'nün hizmetine sunulmuş ve küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen kadrolardır. Bunlar Mümin'lere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil Allah’ın İslam alemine ihsanıdır.”



(S. Ahmed Arvasi)

“Ülkücü, Hz.Ebubekir gibi sâdık, Hz.Ömer gibi adâletli, Hz. Osman gibi ahlâk sâhibi ve Hz.Ali gibi ilim sahibi ve cesur olmalıdır”

(Muhsin Yazıcıoğlu)

Yukarıda dört önemli ismin ülkücülük târiflerini iktibas ettik. Bunların hâricinde, Dündar Taşer, Nevzat Köseoğlu, Ayvaz Gökdemir, Nuri Gürgür, Sadi Somuncuoğlu, Necmeddin Hacıeminoğlu, Taha Akyol, Mustafa Çalık, Lütfü Şehsuvaroğlu ve başka isimler de konu üzerinde yazmışlar. Ortak noktaları Ülkücülüğe dair bâzı kavramlar üzerinde yoğunlaşmaları; fedâkârlık, hasbîlik, aşk, sevgi, cefâkârlık, sabır, tahammül, disiplin, fazilet, dürüstlük, bilgi, çalışkanlık, mücâdele adamı, nefsini yenen insan, geleceğin teminâtı, ipeğe sarılmış çelik, çağın alpereni, ilim, irfan, eylem adamı, geçmiş ve gelecek arasında köprü, kendini bilen insan.. uzayan giden kavramlar ve vasıflar…

Ülkücünün sâhip olması gereken ve açıkçası realiteden oldukça kopuk ve uzak “olağanüstü” bir varlığa işâret eden sıfat yüklemeleriyle dolu bahse konu yazılar.

Bu yazıları okuyunca, “seçilmiş insanlar” topluluğunda yaşadığınız gibi bir hissin içine düşüyorsunuz; seçilmiş ve olağanüstü insanlardan oluşmuş bir topluluk bu…

Bir “Matrix ordusu” âdetâ…

Bu yazılı birikim ise bir “eğitim” değil, bir “kültür” değil, sanki bir “illüzyon”, sanki bir “şartlandırma”:

“Fakında değilsiniz, ama siz bu’sunuz…”.

Peki gerçek nedir?

Gerçek da bu kadar efsunlu mudur?

Ülkücüler bu kadar efsunlu, gerçeküstü insanlar mıdır?

Hayır değiller. Gerçek bu değildir.

Bunun sağlamasını yüzlerce sosyolojik veriyle yapabiliriz. Bizzat bu “yüklemeleri” yapanların önemli bir kısmı üzerinden bile yapabiliriz ki, niyetimiz bu değil…

Ülkücüler, herkes gibi günahları, sevapları, zaafları, yanlışları, hataları, saçmalıkları, absürtlükleri, iyilikleri, güzellikleri, kötülükleri ve insana dâir ne varsa bünyelerinde, karakterlerinde taşıyan insanlardır.

“Sokaktaki adam”dan nasıl ve nerede farklılaşırlar?

Sanrım, “Sokaktaki adam”dan belki biraz daha risk almayı bilen/seven insanlar olarak farklılaşıyorlar ve taşın altına uzattıkları elleriyle... Ve belki, kendisini vatanın ve milletin biraz daha fazla “sahibi gibi” hissetmeleriyle…

Peki ya Ülkücülük?

Yine târiflere dönelim.

Alparslan Türkeş, ülkücü hareketin lideri ve belki de haklı olarak “özelde” ülkücülük kavramının te’lif hakkının sahibi. Ortaya koyduğu ülkücülük târifi belki zamanın ihtiyaçlarını karşıladı, ama târifin vasatlığını ortadan kaldırmıyor bu durum. Vurgu yoğunlukla lûgat anlamına. Yani idealizme. Ortalama her lûgatte karşılık bulan bir târif bu. Ülkücü kendini, milletinin huzuruna, refahına, gelişmişliğine adayan insan. Aslında geniş bir scala.

Gâlip Erdem, ülkücülüğü yaşadığı gibi anlıyor ve anlatıyor, bizzat şâhidi olduğumuz bir fedâkarlıkla yaşadığı gibi… Sevgiye ve fedâkârlığa yüklüyor ülkücülüğü…

S. Ahmed Arvâsî, kâmil bir mü’minin tüm vasıflarını mezcediyor ülkücülükle.



Muhsin Yazıcıoğlu, Bizim Ocak Dergisi’ne verdiği bir mülâkatta, ““Ülkücü, Hz.Ebubekir gibi sâdık, Hz.Ömer gibi adâletli, Hz. Osman gibi ahlâk sâhibi ve Hz.Ali gibi ilim sahibi ve cesur olmalıdır…” diyerek bir ser-levhaya yazıyor ülkücülüğü…

Bu kadar idealize edilmiş bir ülkücülüğün bünyede insan tipi olarak bir karşılığı var mıydı? Hatta böyle bir idealize topluma lider var mıydı? Ve yine hatta bizzat târifteki bir insan tipi “asr-ı saadetin” ortalama insan tipi miydi? Eğer öyle ise, Hz. Osman’ın şehâdeti hâdisesi evvelinde Hz. Aişe’nin bütün dâvetlere rağmen “çadırından çıkmaması”nın, Fedek hurmalığı yüzünden Hz. Fâtıma ile Ebûbekir’in arasındaki “kırgınlığın” izahını nasıl yapacağız?. “Harura Savaşı”nı nasıl anlatacağız? Ve benzerî yüzlerce hâdiseyi?

Milletini en az ülkücüler kadar çok seven, milletinin refahını, huzurunu, yükselmesini en az ülkücüler kadar isteyen ve “siyâsî anlamda” ülkücü olmayan insanları hangi kategoride telâkkî edeceğiz? Bu insanlar da ülkücü olabilirler mi? Eğer ülkücü olabiliyorlar ise siyâsî anlamda ülkücülerin farkını nasıl tefrik edeceğiz?

Burada sap ile saman birbirine karışıyor.

Suat Başaran bu hususta yazıyor bir zamandır. Bu konuda düşünmeye dâvet ediyor.

“Ülkücülük bir ‘siyasi öğreti’ midir, ‘ahlâki öğreti’ mi?

Yoksa ikisinin toplamı mı?” diye soruyor.

Ve ülkücülüğün zemininden kaydırıldığını söylüyor.

Ülkücülüğün zemini nedir?

Zemin ahlâk zemini ise eğer, ülkücülüğe yapılan atıfların tamamı kâmil bir müslümanın sâhip olması gereken vasıflardır ve bu bütün kaynaklarda yazılmış, tevsik edilmiştir bu.

Zemin siyâset ise eğer, siyâset tabiatı icâbı içinde nefis, hile, desise, yalan, dolan hırs barındırır. Ülkücülerin iç siyâsî rekâbette nasıl da “acımasız” olduğu bir vâkıa iken, bahse konu vasıflarla bir arada nasıl duracak ve bu ülkücülüğün muhatabını nerede bulacağız?

Siyâsetin ne kadar vefâsız bir zemin olduğunu hepimiz bilirken ve “vefâsı olmayanın imanı olmaz” derken bizler, hem vefâlı ve hem de siyâseten nasıl ülkücü olacağız?

Ve belki de en önemli suallerden birisi, siyâseten ülkücülerin yapısı neresidir?

Bu kadar genel anlamlar, genel vasıflar yüklenen ülkücülük, özel olarak hangi siyâsî çatının altında bulunabilir, hangi çatı tarafından temsil edilirler?

MHP, ülkücülerin resmî ve çıkış itibariyle orijinal çatısı ise, 12 eylül ile şimdiye kadar hesaplaşmayı aklının ucundan bile geçirmemiş olmasını nasıl izah edeceğiz. MHP içindeki ülkücü tasfiyesini nasıl izah edeceğiz? MHP’nin siyâsî bir teşekkül olarak devletle arasındaki “münâsebet”i nasıl izah edeceğiz? Devleti bir “kutsal bâkire” gibi telâkkî etmesini nasıl izah edeceğiz? MHP’nin bu “kutsal bâkire”sinin “oynaşları” ayyuka çıkmış iken, buna rıza gösteren bir “ülkücülük” mümkün mü? Üstelik “devlet”in oynaşlarıyla “aşna fişnesi”ne MHP’nin bizzat devlet eliyle finansör olduğu son günlerde kahvede, mevlûtte, berberde ve düğünlerde bile konuşulur hâle gelmesini ülkücülüğün neresine oturtacağız? Mesut Barzani’ye hükümetleri döneminde silah, mühimmat, araç, gereç, yiyecek, giyecek ve 8 milyon Dolar nakit yardımı kararına en azından “şerh düşmeyen” bir ülkücülüğü nasıl okuyacağız?

Sorular çok. Cevapları muallâk ve sübjektif. Tıpkı ülkücülüğün târifleri gibi..

Bütün tariflerin ortak noktası; amansız sübjektivitesi.

Aslında ortada ayağı yere basan bir dünya görüşü yok, ideoloji yok, sahih bir devlet telâkkîsi yok. Bir medeniyet tasavvuru olarak da takdim edilen ülkücülüğün hiçbir târifinde sanat görüşü yok. Ekonomik görüşü yok(karma ekonomi tercihi hîriç). Kırık yıl evvelinin târifleri ile idare ediyor, hâlâ dedelerinin margarinini kullanıyor ülkücüler. Güncelleme gayreti yok, konjonktür hazretleri buyuruyor, ülkücüler “emir” telâkkî ediyor…

Ortada dört başı mâmur bir fikir sistemi olmadığı için, her ülkücü kendi bacağından asılıyor ve her ülkücü ya da her ülkücü grup kendi tavrını kendisi oluşturuyor. Homojen bir ülkücülükten eser yok. Nereye çekersen oraya gidecek kadar elâstikî. Hamur oyunu gibi, isteyen istediği şekli veriyor. Dolayısıyla her türlü operasyona, şekillendirmeye, manipülasyona, ajitasyona açık. Referandum tartışmalarında ve açılım tartışmalarında en bâriz şekliyle bunu müşahade ediyoruz. Ülkücüler, eski ülkücüler, başka siyâsî yapılardaki ülkücüler, apoltik ülkücüler, cezâevi ülkücüleri, devlet tarafına düşen ülkücüler, millet tarafına düşen ülkücüler, nizâm-ı alem ülkücüleri, alperen ülkücüler, MHP’li ülkücüler, BBP’li ülkücüler, vakıflara çekilmiş ülkücüler…

Ülkücüler.. Ülkücüler…

Arap aşı gibi. İçinde ne istersen var. Her yörenin yemeği.

’80 öncesi ülkücülük, ’80 sonrası ülkücülük, biz ülkücülüğün gerçek adresiyiz, asıl ülkücü biziz, siz ülkücülüğün ruhundan uzaklaştınız, ‘92 ruhu…

Galiba yine sâdeleştirmek gerekiyor. Tüm esâtirinden sıyırıp, tüm efsunlarından soyup, tüm efsânelerinden azat edip, insan üstü vasıflardan soyutlayıp bir târif yapmak gerekiyor.

Kolay değil, ama gerekiyor. Açıkçası ideolojik bir târif için tâkâtim yok. Kaldı ki, bu minvalde yapılacak târiflerin hepsi, “millet sevgisi ve kendini milletine adayan” insan tiplemesine mahkûm. Bu mahkûmiyet aynı zamanda kendisini milletine adayan ama siyâsî anlamda ülkücü olmayanların da dairenin içine alınmasına mahkûm. Böyle olunca ülkücülüğün bize dair “tasarruf hakkı” elimizden kayıyor.

Aktif siyâsî hayatın dışında kalmış ülkücüler için mesele yok, onlar rahatlıkla “ben ülkücüyüm” diyorlar, mâzinin hâtıralarına sâhip çıkıyorlar, dostluklarını devâm ettiriyorlar, meselelerle bire bir yüz yüze gelmiyorlar.

Problem aktif siyâsî hayata devam edenler için. Onlar kendilerini nasıl tanımlayacaklar? Ülkücüyüz deseler, dışarıda kalan büyük kitleler ile nasıl ve hangi siyâsî dil ile iletişim kuracaklar? Ülkücüyüz demeseler, bu sefer “iç bünyede” ve “rakip ülkücü” kurumlar nezdinde düşecekleri durum, “işte gördünüz mü, biz demiştik bunlar ülkücü değil” durumu.

Bu durumu en yoğun yaşayan BBP, halen de “ülkücülük” tercihinde derin açmazları barındırıyor. “Millî Mutabakat Metni” ile ülkücü mâzisine sahip çıkacağını, lakin ülkücülüğü bünyeye dâhil olan diğer unsurlara dayatmayacağını vaz ederek bu açmazı kuruluş dönemi itibariyle aşmış, ama yıllar içinde konjonktürel olarak ülkücülük zeminine geri dönmüştür. Zaman zaman bu alanda zig zag yapmak zorunda kalması da anlaşılır bir şeydir aslında, yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakaldır…

Bütün bunların sebebi, ülkücülüğün ideolojik bir terminolojisinin ve derinliğinin olmayışıdır.

Güçlü bir mücadele tarihinin, güçlü hâtıraların ve önemli zamanlarda görülen önemli fonksiyonların bir araya getirdiği biz ülkücülerin, bir araya geldiğimizde konuştuğumuz konuların müşterek noktasını oluşturan “hâtıralar”dan ibâret olduğu yadsınamaz bir hakikat.

Ülkücülük siyâsî anlamda, Alparslan Türkeş ile birlikte mücadele eden dâvâ arkadaşlarının ve gençliğin “sıfatı olmak” anlamıyla sınırlı aslında belki de, pek kimse kabul etmek istemese de belki de bu kadar basit bir anlamı var. Yıllardır bu basitliğin üzerinde bir efsun oluşturuluyor ve bütün kaotik/ideolojik tartışmalar gibi üzerinde bir câzibe oluşuyor.

Burada MHP’nin içler acısı hâli meseleyi içinden çıkılmaz hâle getiriyor. “MHP’de Ülkücü Olmak” başlıklı yazısında Suat Başaran, “MHP’nin ülkücülükten uzaklaştığını söylemek, MHP’nin fikren de dönüştüğünü söylemekle eş anlamlıdır…” derken ve ülkücülük kelimesine alternatif olarak takdîm edilen “yol arkadaşlığı” kavramını “ülkücülükten kaçmak” olarak yorumlarken, ülkücülüğün fikrî hayatının bir yoğun bakım ünitesinde olduğunu söylemektedir adetâ.

“Yol arkadaşlığı” kavramı yoğun bakım ünitesindeki ülkücülüğün “fişini çekmek” gibi.

Ülkücülükten kaçıp, “yol arkadaşlığı”na sığınışı, yukarıda uzunca bahis mevzuu ettiğimiz “ahlakî sıfat yüklemelerinin” üzerimizde oluşturduğu baskıya yoruyor Suat Başaran, haklıdır da…

“Beton yorgunluğu” için “on beş yıl” diyor mühendisler. İdeolojik yorgunluğu kim hesaplayacak?

Ülkücülerin çok yorgun olduğunu biliyoruz, acaba siyâsî/ideolojik anlamda ülkücülük de mi “yorgun”?

“Hiyerarşik disiplini” ile nâm salmış ülkücülerin hemen her meselede sergiledikleri başıbozukluğun sebebi “ideolojik yorgunluk” mu, ideolojik başıbozukluk mu?

Evet…

İdeolojik bir yorgunluk ise söz konusu olan, ülkücülük bu “yorgunluk kuyusu”ndan nasıl çıkar?



“yorgunluk kuyusundan
yükselir çıkarız.
içimizdeki zinde güçler,
çatık kaşlı baylar,
beklerler ki,
güçsüz düşsün çocuklar…” (Kafka)

Ülkücüler, içindeki zinde güçlerle, içindeki çatık kaşlı baylarla, içindeki devletlû(!) kesimiyle baş edecek “bir yeni nesil hareketi” başlatabilir mi, bu yorgunluğa tâkât olunabilir mi?

Yıllar evvel anlatılırdı; bir ODTÜ menkâbesidir.

Rivâyete göre, ODTÜ’de bir hoca sınav kâğıdına yalnızca bir soru yazmış:

-Why?

Öğrencilerin çoğu pek çok cevaplar yazmışlar. Yalnızca bir öğrenci yine bir soruyla cevaplamış bu soruyu:

-Why not?



Kim ya da kimler “Why not!” diyecek ya da diyor?

Bu yazı bir, “Orada kimse var mı?” yazısıdır…

Herkes etrâfına bakınsın, kulak kesilsin…

“Why not!” diyen bir ses geliyor mu kulağınıza?..

Adnan İSLAMOĞULLARI
Nizam-ı Alem Dergisi


K:Bir 12 Eylül yazısı? Ülkücülüğün muhtevâ ile imtihanı?
 
Geri
Üst