aRıZaLı
New member
- Katılım
- 12 Eyl 2005
- Mesajlar
- 2,364
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Bu vesile ile vatanın bütünlüğünü savunmak için şehit düşenleri saygı ve rahmetle anıyoruz.
Genelkurmay başkanlığının inanılmaz düzenli binasının içindeki halı kaplı merdivenlerinden çıktıktan sonra girdiğimiz odanın kapısında her ne kadar Brifing odası yazsa da, burası daha çok ufak bir sinema salonunu andırıyordu. İnönü bulvarının trafik gürültüsü belli belirsiz duyuluyordu. Rahat mavi koltuklardan birine oturduktan sonra biraz ileride duran sahne gibi bir yerden bizi izleyen kurmay havacı albaya baktım. O da bana bakıp gülümsedi. Çeşitli üniversitelerden gelmiş dört öğretim görevlisi ve ben birlikte toplam beş kişilik izleyici topluluğu yerleşince, Albay sakin ama otoriter bir sesle konuşmaya başladı.
"Öncelikle davetimizi kabul edip buraya kadar zahmet edip geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Konu bir yönü ile milli güvenlikle alakalı olduğu için sizi buraya neden çağırdığımızı söylemedik. Bu tür güvenlik uygulamalar standarttır. Burada verilen bilgilerin birinci dereceden devlet sırrı olduğunu bilmenizi isterim bu yüzden çalışmalarınız sonucunda ne çıkarsa çıksın sizden sessiz kalmanızı rica ediyorum.
Ben dahil hepimiz onaylar şekilde başlarımızı salladık. Bense içimden "reklam kısmını geçsek de filmi izlesek ya!" diyordum. Askerler meslekleri gereği her şeyi gizlilik esasına göre düşünürlerdi. Bazı durumlarda kışla kantinindeki kolaların sayısı bile gizli sayılabiliyordu.
"Sizlerden birazdan açıklayacağım bir konuda yardım istiyoruz. Hepiniz kendi alanlarında en iyinin en iyisisiniz; Fizik dalında Prof. Dr. Hüseyin Aymer, kimya dalında Prof.Dr. Ahmet Geylani, biyoloji dalında Prof.Dr. Osman Narlı, tıp alanında Prof.Dr.Yücel Aytma ve tabi bir bilimkurgu yazarımız Mehmet Emin Arı. Kendisiyle daha önceden kuzey Anadolu fay hattı komplosu nedeniyle tanıştık.
Merakla bana bakan diğer üyeleri başımla selamladım. Onlar da aynı nezaketi gösterip beni selamladılar. Bu kadar seçkin bir grubun içinde yer almak açıkçası insanın gururunu okşuyordu.
Tanışma faslından sonra Albay asıl konuya girdi. Koltukta doğrulup can kulağı ile dinlemeye başladım.
Albay önündeki Dia makinesini çalıştırdı. Perdede bir enkaz fotoğrafı belirdi.
"Bundan dört gün önce yani 16 temmuz 2000 tarihinde Apache tipi bir helikopterimiz Güneydoğuda düştü. Muhtemelen haberlerde duymuşsunuzdur. Pilot, yardımcı pilot, üç astsubay ve iki er olmak üzere helikopterde bulunan tüm personel öldü.
Helikopter düşmeden önce son olarak Diyarbakır'daki askeri havaalanı ile aşağıdaki konuşmayı yaptı. Bölge halen olağanüstü hal kapsamında olduğu için tüm iletişim uzun zamandır kaydediliyor. Lütfen dinleyin"
Albay önündeki teybin düğmesine bastı.
Helikopter: "bir sorunum var. motor durdu. Motor birden durdu. Kalbim..."
Yer : "koordinatını bildir. koordinatını bildir. Cevap ver. Cevap ver."
Düşen helikopter bir karakola erzak, tıbbı malzeme, mektup vs. ve yeni bir eri götürüyordu. Her on günde bir yapılan rutin bir uçuş. Helikopterle bağlantı koptuktan hemen sonra uçuş planında belirtilen rotayı aşağı yukarı bildiğimiz için arama, bulma ve kurtarma için bir başka helikopter gönderdik. PKK'nın Stinger füzesi aldığı yönünde kesin olmayan bir istihbaratımız vardı. İlk başta helikopterin yerden atılan bir Stinger ile vurulduğunu sandık. Fakat böyle bir durumda pilot isabet aldığını bildirir. Çoğu durumda buna bile vakti olmaz. Ani bir teknik arıza da buna neden olabilir. Neyse... Böyle durumlar için uyguladığımız normal emercensi prosedürünü uyguladık.
Yarım saat sonra ikinci helikopter birinci helikopterin düştüğü yeri buldu. İkinci helikopterin pilotu ile havaalanı arasında geçen konuşmayı dikkatle dinlemenizi istiyorum."
Önündeki teybin düğmesine tekrar bastı. Kaydın kalitesi iyi değildi ama sesler çok rahat seçiliyordu.
Helikopter: Yer kontrol, Apache'yi buldum. Düşmüş. Koordinatları veriyorum...
Yer: Sağ kalan var mı? Hasarı görebiliyor musun? Yangın var mı? Yanına inebilecek misin?
Helikopter: Yere çakılmış ama yangın yok, yanına inebilirim sanırım. Sağ kalan yok gibi, kimseyi göremiyorum.
Yer : tamam, yanına in ve tekrar rapor ver.
Helikopter (sesi heyecanlıydı ve panik içindeydi): Motor aniden durdu. Yer kontrol. Beynim...
Albay teybi kapattı.
"Gönderilen ikinci helikopter de yere çakıldı. Bu durumda bir terslik olduğu düşüncesiyle hemen 3. derece alarma geçildi. En düşük derecede alarmdır, zaten 3,2,1 diye gider. Bu sefer bakması için bölgeye bir F-16 gönderdik. Tabi bu arada yerdeki birliklerde belirtilen noktaya karadan erişmeye çalışıyorlardı. Ne olur ne olmaz diye makineli tüfeğinin yanı sıra F-16'ya dört adet Sidewinder füzesi de yüklendi. Yer kontrol ile F-16 pilotu arasında geçen konuşma çok daha ilginç. Allahtan bu uçağımız düşmedi.
Yer : (sinirli ve gergin bir komutan sesi): Gördün mü onları?
F-16: evet gördüm, 3 km kuzeydoğumdalar, saat 2 yönünde.
Yer: Fazla alçalmadan hızla üzerlerinden geç, hızını 0.8 macha çıkar. Fazla yaklaşma, yerden füze tehdidi olabilir.
F-16: anlaşıldı yer kontrol, alçalıyorum, hızım 0.8 mach
Yer: ne görüyorsun? makineni çalıştır, ne görüyorsan çek.
F-16: iki helikopter enkazı, birbirlerinden iki yüz metre uzaklıkta, aman Allahım motor durdu, beynim...
Yer: (bağırarak): Ne oluyor orada, cevap ver, cevap ver
İki saniyelik gergin bir bekleyişten sonra,
F-16: Motor tekrar çalıştı, bilincimi yitirdim bir ara sanırım
Yer (biraz sakinleşmiş bir ses): Yüzbaşım, Ne görüyorsun orada, yangın yok mu? Teröristler mi var orada? Cevap ver.
F-16: İki enkaz. Sadece iki enkaz, düşman izi yok.
Albay tekrar teybi kapadı.
"F-16 hemen Diyarbakır'a döndü. O dönerken bölgeye iki F-16 gönderildi fakat bu sefer sadece uzaktan daireler çizerek karadan gelecek piyade ekiplerini korumak üzere bekleme emri verildi.
Karadan bölgeye beş kişilik bir komando taburu intikal etti. Onların da hepsi maalesef şehit oldu. Kayda alınan telsiz konuşmalarını dinleyin. "
"Komutanım verilen koordinatlara intikal ettik. Herhangi bir düşman izi yok. Sadece uzaktan iki helikopter enkazını görebiliyorum."
"Yaşayan var mı?"
"Gördüğüm kadarıyla yok komutanım. Arazi dürbünü ile bakıyorum"
"Ters bir durum görüyor musun?"
"Hayır komutanım. Bir dakika, evet garip bir şey. Enkazdan bir duman çıkıyor"
"Bunun neresi garip?"
"Duman dümdüz çıkıyor komutanım, sanki bir çizgi gibi, dümdüz göğe yükseliyor, hiç dağılmadan, sanki bir borudan çıkarmış gibi"
"Peki, iki kişilik bir öncü keşif ekibi çıkar, gidip baksınlar, sizde arkada onları korumak için hazır bekleyin. Avcı pozisyonu alın."
Albay teybi kapadı. "Gönderilen iki komando eri şehit oldu. Birden yere düştüler. Vurulduklarını sanmışlar ama herhangi bir ses duyulmamış. Etrafta herhangi bir terörist de yokmuş. Zaten bu bölge PKK'nın etki alanı dışında ve son beş senedir hiç terörist faaliyet görülmedi. Askerlerin neden öldüğünü bilmiyoruz ve daha da vahimi şehitlerimizi hala gömemedik."
Albay bir süre çaresiz bir şekilde bize baktı ve konuşmasına devam etti.
"O bölgeye kimi göndersek öldü. Gaz maskeli ve kurşun geçirmez yelekli askerlerimiz bile öldü. Şimdiye kadar toplam kaybımız, düşen helikopterlerdekiler de dahil olmak üzere 19 şehit."
"Verilen kayıplardan sonra o bölgeyi hemen ablukaya aldık. Askerler öldükten sonra zayiatı daha fazla artırmamak insan göndermedik. Onun yerine bölgeye mayın eşeği olarak bilinen eşekler de gönderdik. Daha sonra ufak bir koyun sürüsü. Sonuç hep aynı...
1 kilometre çapındaki bir alan, tıpkı bir zamanlar bermuda şeytan üçgenine benzer çalışıyor. İçeri giren tüm canlılar ölüyor ve tüm motorlar duruyor. Bu alan giren kuşlar bile ölüyor...
Uzaktan bölgenin sayısız fotoğrafını çektik."
Albay önündeki dia makinesinin düğmesine basıp çalıştırdı. Düz bir plato üzerinde birbirlerinden 100 metre uzaktan duran iki helikopter enkazı resmi görüldü. Birinin pervanesi tuhaf bir şekilde eğrilmişti, diğerinin ise kuyruğu kopmuştu ve helikopterden yaklaşık 10 metre uzakta ters duruyordu. Bir başka fotoğrafta ölmüş askerlerin uzaktan teleobjektifle çekilmiş fotoğrafları vardı. İkisinin hala gözleri açıktı.
Yüzlerinde tuhaf bir ifade vardı, sanki, sanki... Huzurlu gibi duruyorlardı. Ölüm besbelli çok ani gelmişti. Bölgeye gönderilen koyunlardan birinin yerde yatan leşinin ağzında hala ot vardı. Berbat bir cinayet filminden sekanslar gibiydi görüntüler.
Bir saat boyunca değişik uzaklıklardan ve açılardan çekilmiş yüzlerce fotoğrafa tek, tek baktık. Daha sonra kürsünün yanına konulmuş büyük televizyonun ekranında çekilmiş video görüntülerini izledik. Bir kuş sürüsü ölüm alanına doğru uçarken başlayan görüntü, kuşların nerede saklandığı belli olmayan bir avcı tarafından vurulmuşçasına birden yere düşmesiyle sona eriyordu. Videoyu çeken askerin şaşkınlık sesi duyuluyordu,
"Allahım, inanılmaz bir şey bu, inanılmaz".
Fotoğraflardan göründüğü kadarıyla bölge mutlak bir ablukaya alınmıştı. Bir kilometre çapındaki alan on tane M-1 tankı dahil olmak üzere neredeyse bir tugay asker tarafından ablukaya alınmıştı. Sanki aklımdan geçeni okumuş gibi Albay bana baktı ve;
"Dediğim gibi bölgeyi ablukaya aldık. Giriş yok, çıkış yok. Medyanın bilgisi yok. Kuş uçurtulmuyor. Bir duyulsa dünyanın her yerinden akın edecek binlerce insanı ve tabi ki olacak paniği düşünün" dedi.
Albay haklıydı. Gökyüzünde gördüğü her parlak şeyi uçan daire sanan aklı bir karış havada UFO'cular, dünyanın sonuna neredeyse dini bütünlükle inanan çılgın kaçıklar, Godzillanın okyanusta yaşadığına inanan yeni yetmeler ve açıklanamayan her olayı dine bağlayıp halkın gözünü bağlamak isteyen şarlatanlar ve neler, neler. Olay bir duyulsa babamın dediği gibi "Allahın unuttuğu bu dağ başı" bir anda panayır yerine dönerdi. Sadece turizm değil, başka şeyler de patlardı.
"Peki durumu incelediniz mi?" diye sordu yanımda oturan sakallı fizik profesörü.
"Evet. Askeri mühendisler, doktorlar, biyologlar ve diğer askeri personel bölgeye gidip durumu incelediler. Fakat ölüm bölgesine giriş yasak olduğu için, incelemeler uzaktan yapıldı. Zaten kimse o bölgeye girmeye çok hevesli değil. Bu durumda tam bir inceleme yapmak da imkansız hale geliyor. Yine de bazı şeyleri gözlemledik;
· İlk helikopterin düşmesinden bu yana yaklaşık dört gün geçmesine rağmen cesetlerin hiç biri çürümedi. İşin garibi en ufak bir çürüme belirtisi de yok.
· Bölgenin uzaktan sıcaklığını ölçtük. Her şeyiyle normal.
· Bölgeye giren bulutlarda tuhaf şekil değişikleri oluşuyor. Bu mevsimde bulut çok az olmasına rağmen bölgenin biraz üstünden geçen bulutlar, bölgeye girdiklerinde düz hale geliyorlar. Dümdüz... hiçbir şekilde dağılmıyorlar. Bölgeyi terk ettiklerinde ise tekrar normal hallerine geri dönüyorlar. İki kilometre yukarıdan geçen bulutlarda bir değişiklik olmuyor.
Albay bir dia daha gösterdi. Gerçekten tuhaftı bulutlar. Dümdüz uzuyorlardı, sanki düz sigara dumanı gibi, öyle toparlak bildik bulutlardan değildi. Ne nimbus ne de başka bir şey. İlk defa gördüğüm bir şey, uzun tel pişmaniyeler gibi bulutlar...
· Uzaktan başka ölçümlerde yaptık, radyasyon yok, zehirli gaz yok, manyetik alan yok, her şey normal ama ne varsa işte oraya giren her canlı ölüyor.
· Bir tuhaf şey daha var. Ölen askerlerin hepsinin kollarındaki saatler durmuştu. Uzaktan dürbünle bakan bir komando teğmenimiz fark etmiş. Kaza anında saatin durabileceğini ihtimaline yorduk ama ölen bir askerin kolundaki saat çok sert şoklara dayanmasıyla ünlü bir saatti. Ama o bile durmuş...
· Telsiz dalgaları bölgeye giriyor ama bölgeden çıkamıyor. Ölen komando birliğinin taşıdığı Aselsan işi, birinci kalite bir telsiz vardı. Telsiz alıcı konumda iken yanan bir ufak yeşil led ışığı var. Yani gönderdiğimiz mesajı alıyor. Normal durumda otomatik olarak "ben buradayım" mesajı gönderir. Bu mesajı gönderdiğini gösterir ufak kırmızı ışık yanıyordu. Uzaktan dürbünle gözledik. Fakat biz bu gönderilen mesajı alamadık. Radyo dalgaları bu bölgeden dışarı çıkamıyorlar. Dümdüz arazi orası, yani arada bir engel yok.
Ölüler çürümüyor, saatler duruyor, radyo dalgaları saçmalıyor, bulutlar kafalarına göre takılıyorlar? Albay ölüm bölgesi dese de orası İstiklal caddesinden bile daha çok sürprizlerle dolu bir yerdi.
Tekrar düşünmeye başladım. Ölüler çürümediğine göre, onları çürütmek için gerekli mikroorganizmalar bile orada yaşamıyordu. Tuhaf? Bunun anlamı ne?
Albay uzun süre öylece durdu. Neden sonra konuştu.
"Şimdi olayı yerinde incelemeniz için hep beraber o bölgeye gidiyoruz. Tabi sizin için sakıncası yoksa?"
Açıklanamayan olaylara karşı, bir çocuğun çikolataya duyduğu düşkünlüğe benzer bir merakım olagelmiştir. Bu konuda kedilerden hiçbir farkım yoktu. Oraya gitmek ister miydim? Hem de nasıl... Benim için şu anda o bölge Maldiv adalarından bile daha çekici bir yerdi. Hemen başımı salladım. Tabi halletmem gereken ufak bir sorun vardı: sevgili karım! Ondan izin almalıydım.
Telefonda çok önemli bir devlet işi için Diyarbakır'a gideceğimi söylediğimde karımın tepkisi beklediğim gibi Etna yanardağınınkine benzer oldu. Kuzey Anadolu fay hattı komplosunu ortaya çıkardığımda, devlet yüksek hizmet madalyası onun gururunu epey bir okşamıştı (her ne kadar altın günlerinde çıkarıp gösteremiyordu) ama yine de bu tür işlere bulaşmamam konusunda zamanında beni epey tehditkar bir şekilde uyarmıştı: "Macera yok Emin!"
"Ne işin var Diyarbakır'da? Başını derde sokmuyorsun di mi? Neyle gideceksiniz? Orada üşütmeyesin? Bari eve gel de ufak bir valiz hazırlayayım"
"Gelemem bi tanem hemen yola çıkıyoruz. Hem yaz vakti, üşümem."
"Ne işin var senin gizli devlet işleriyle falan? Şu deprem işinden sonra söz vermiştin bak."
"Haklısın bi tanem ama bu çok önemli, hepimizin güvenliği ile alakalı ve ileride doğacak çocuğumuzun geleceği mevzubahis" diyerek açıkça duygu sömürüsü yaptım. Çocuk konusu onun en zayıf yanı olduğu için hemen yelkenleri suya indirdi.
"Peki, peki git! En azından gençten bir sevgili bulup, Eryaman'da uyduruk bir garsoniyer tutan o sıradan adamlar gibi değilsin. Leyla'nın kocasını duydun mu?"
Leyla'nın kocasının hikayesinin epey bir uzun süreceğini bildiğim için konuşmayı kısa kestim. Telefonu kapamadan önce Diyarbakır'dan baklava getirmemi sıkı, sıkı tembih etti. Konuşma bitince Albaya dönüp çaresizlikle gülümseyerek "kadınlar" dedim.
Aklıma bir şey gelmişti. Hemen albaya döndüm.
"Sizden bir şey rica edeceğim. Ölüm bölgesine bir sinek ilaçlama aleti getirtebilir miyiz? Hani şu mazotu atomize hale getirenlerden, yoğun bir duman oluşturuyor ya. Yakındaki birliklerde ya da askeri lojmanların birinde muhakkak vardır. Çalışır halde istiyorum, mümkünse. Ne yapacağımı lütfen sormayın, şimdi açıklayamam"
"Sinek ilaçlama aleti mi? Peki, sanırım hallederim" dedi Albay şaşkınlıkla. Ondan elli altı model bir Pontiac isteseydim sanırım yine aynı şekilde şaşırırdı.
Etimesgut askeri havaalanından kalkan askeri bir uçak ile Diyarbakır'a gittik. Bir saatlik yolculuk epey yorucuydu. Askeri uçakların konfor konusunda ciddi eksikleri vardı ve yolcu uçaklarında her zaman alışık olduğum filtreli kahve yoktu; tek kelimeyle bir felaket! Bu sefer mızmızlık yapmadım çünkü aklım fikrim ölüm alanındaydı ve çok sabırsızdım. Kafamın içinde huzursuz bir mahkum gibi dolanan teori beni çok heyecanlandırmıştı.
Düşündüğüm şey gerçekten olabilir miydi? Oraya gitmeden bundan emin olamazdım.
Diyarbakır Askeri havaalanında, Vietnam filmlerinde benzerini gördüğüm bir helikopter kalkışa hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Askerlerin bu düzenliliğine bayılıyorum. Midemi alt üst eden kırk beş dakikalık ikinci bir yolculuktan sonra sonunda ölüm bölgesine varmıştık. Bir kilometre uzakta bir yere indik ve yürüdük. Karım haklıydı, gelmeden önce bir kazak almalıydım.
Ölüm alanının çevresi Albayın bize fotoğraflarda daha önce gösterdiği gibi çepeçevre kuşatılmıştı. Her beş metrede bir mevzilenmiş askerler elleri tetikte bekliyorlardı. Onların hemen gerisinde on tane tank namlusunu ölüm bölgesine doğrultmuştu.
Topraktan Godzillanın falan mı çıkacağını sanıyorlardı? Ayrıca korktukları şey her neyse onu bir tüfekle ya da bir tankın topuyla durdurabilirler miydi?
Bu sırada yakınımızdan bir uçak hızla geçti. Bir F-16! Eeee, kambersiz düğün olmaz tabi ki.
Sahra çadırının içinde bana sürekli olarak "Komutanım" diyen bir erin verdiği suyu içip, mide bulantımın geçmesini sabırla bekledim. Ekibin diğer üyeleri ve özellikle Albay bende çok iyi durumdaydılar. Ben çadırda kıvranırken hepsi ellerine bir dürbün almış çoktan iki yüz metre uzaklıkta açık bir mezarlık görünümündeki ölüm alanına bakmaya başlamışlardı.
Tanrım ne şenlik!
Biraz kendime gelince ben de bir tane dürbün alıp bölgeye baktım. Yerlerde yatan koyunlar, insan cesetleri ve iki helikopterin enkazıyla inanılmaz derecede gerçeküstü bir görünüm vardı karşımda. Stephen King'in romanlarından fırlamış gibi. Bu kadar insan ve hayvan cesedine ve bu kadar yakın durmamıza rağmen albayın daha önce belirttiği gibi ortalarda herhangi bir çürüme kokusu yoktu.
Sanki onu düşündüğümü hissetmiş gibi Albay yanıma geldi.
"Emin bey, istediğiniz sinek öldürme cihazı geldi. Bingöl'deki askeri lojmanlarda bulmuşlar. Çalışır halde ve içinde mazot var. Bizden ne yapmamızı istiyorsunuz? dedi.
"Başına bir asker koymanızı ve her yarım saatte bir o aleti beş dakikalığına çalıştırmanızı rica ediyorum" dedim. "Her çalıştırılışında bende orada olmak istiyorum" diye ekledim.
Duruma pek anlam veremeyen Albay sadece "peki" dedi. Her ne kadar her cümlemin sonunda rica ederim desem de bir sivilden emir almak albayın pek hoşuna gitmiyordu anlaşılan. Her neyse, emir komuta şu anda bendeydi di mi?
Albayla birlikte, yüz metre ileride bir tahta cephane sandığın üstüne konulmuş sinek ilaçlama makinesinin yanına gittik. Makineden sorumlu olan er (askeriyede her şeyin bir sorumlusu vardır) yüksek rütbeli bir subayı görünce hemen esas duruşa geçti.
"Hadi bakalım asker çalıştır şu makineyi" dedim.
Asker yüksek perdeden bir "emredersiniz komutanım" çekti. Sesinin tonundan korktuğunu anladım. Aslında ben de korkuyordum, tabi diğerleri de.
Sinek ilaçlama makinesi insanı rahatsız eden ve vınlamaya benzer bir sesle berbat kokulu mazot ve hava karışımını ölüm bölgesine doğru üflemeye başladı. İğrenç kokuyordu. Beyaz renkteki mazot bulutu beklediğim gibi davranmıştı. Bölgenin hayali sınırına kadar karışık bir şekilde, hayali sınırdan sonra ise dümdüz ilerliyordu. Sanki hayali ve cam bir borunun içinden geçiyormuş gibi göğe yükseliyordu. Bir kilometre kadar böyle yükseldikten sonra tekrar dağılıyordu.
Mesafeyi ölçen dürbünlerle hayali sınırın nerede başladığına baktım. Mesafeyi kafama yazdım.
On saniye kadar çalıştırdıktan sonra askere "dur" dedim. Elli metre ötedeki bölgedeki mazot ve hava karışımı kayboldu ve ölüm bölgesi tekrar görünür hale geldi.
Bir süre ölüm bölgesine öylece bakakaldım. Albay ve tedirgin er de bana bakıyorlardı. Tahmin ettiğim şey oluyordu ama yine de emin olmalıydım.
"Albayım, rica etsem ölüm bölgesinin ilk çekilen fotoğraflarını tekrar görebilir miyim?" dedim.
"Tabi, derhal. Sahra çadırına gidelim, sanırım hepsi orada"
Uyduruk bir portatif masanın üstünde çekilen resimleri incelemeye başladım. İlk şehit olan askerin yerini bir kurşunkalemle yuvarlak içine aldım. Ağaç olmakla olmamak arasında kararsız kalmış bir fidanın hemen yanında yerde yatıyordu. Tarihi ve saati not aldım. Daha sonra bölgeye gönderilen mayın eşeklerinin yerini işaretledim. Allahtan her fotoğrafın alt köşesinde fotoğrafın çekildiği gün, saat ve dakika ve saniyesi yazılıydı. On serilik fotoğrafları inceledikten sonra demin çektiğimiz fotoğraflara baktım. Onların da üzerinde işaretlemelerde bulundum.
Yaptığım hummalı çalışmayı uzaktan şaşkınlıkla bakan erin getirdiği çayları yudumlayıp hesaplar yapmaya devam ettim. Çay gerçekten güzeldi, ben askerlik yaparken neden böyle güzel çay çıkmazdı hiç? Neyse, çay zihnimi açmıştı her zamanki gibi.
İki saat sonra kesin sonucu bulmuştum. Dört saat daha beklemem gerekiyordu. Her şey hesapladığım şekilde giderse yaklaşık olarak 3 saat 52 dakika sonra bu kabus bitecekti.
Yapmam gereken tek şey beklemekti.
Benimle birlikte gelen bilim adamları daha önce yapılan gözlemleri incelerken, ben vakit geçirmek için ordu talimnamelerini okuyordum. İç güvenlik talimnamesi, radyasyona karşı alınacak önlemler ve diğerleri. Edebi açıdan pek değer ifade etmese de vakit geçirmek için ideal gibi görünüyorlardı.
Dışarıdaki hengameye kayıtsızlığım Albaya garip gelmiş olacak ki, "Emin bey, siz neden ölüm bölgesini incelemiyorsunuz?" diye sordu.
"bakmama gerek yok, ben göreceğimi gördüm. Zaten baka, baka bir şey olsaydı kediden kasap olurdu" diye bir espri yaptım.
Albay bu esprime gülmedi. Anlaşılan o ki benden epey bir hayal kırıklığına uğramıştı. Sherlock Holmes'un Türkiye şubesini beklerken karşısında dalgacı Mahmut tipinde bir adam bulmuştu.
Bu arada tabi ki tamamen boş durmuyordum. Her yarım saatte bir sinek ilaçlama makinesini yanına gidip, sorumlu erle birlikte çalıştırıp durumu gözlüyordum. Her seferinde askerin "bir şey olmayacak değil mi komutanım?" diye sorması dışında her şey yolunda gidiyordu. Askerliğinde onbaşı bile olamamış biri için böyle paşa muamelesi görmek doğrusu hoştu, eh insan egosu.
Dördüncü saatin sonunda hakkında her şeyi öğrendiğim (Adananın yerlisi ve şafağa otuz günü kalan) askerle birlikte sinek ilaçlama makinesini son bir kez on saniyeliğine çalıştırıp kapadık.
Beklediğim gerçekleşmişti, bingo!
"Yaşasın" diye bağırdım. Adanalı er ve hemen yanı başımdaki Albay bu vahşi çığlığımdan ürktüler. Hemen yanı başımızda mevzilenmiş bir şekilde ölüm bölgesine silahlarını doğrultmuş tüm askerler "Ne oluyor? der gibi bana baktılar. Koşmam gerekiyordu, çok hızla koşmalıydım.
Ölüm bölgesine doğru, göbeğimin elverdiği hızda nefes nefese koşarken arkamdan bağıranları duyuyordum.
"Emin bey durun! Ne yapıyorsunuz? Çıldırdınız mı? Ölürsünüz!" diyen Albayın bağırışını duydum ama arkama dönmedim ve tabi ki durmadım.
Tabi ki kimse arkamdan koşup beni durdurmaya pek hevesli değildi.
Ölüm bölgesine yaklaşık beş metre kala birden durdum. Yavaşça yürümeye başladım. Teorimden ve yaptığım hesaptan çok emin olmama rağmen yine de korkuyordum. Ya yanıldıysam?
Ölecek miydim?
--------
İki metre ötemde yatan şehit askerin koluna baktım. Dijital olmayan, normal bir kol saati tıkır, tıkır çalışıyordu. Saniyesi hareket ediyordu, görebiliyordum. Bu harika bir haberdi. Yürümeye devam ettim. Gözümü kapayıp hızla tekrar koşmaya başladım.
Beklediğim gibi ölmedim.
Arkamdan bana bakan şaşkın kalabalığın gözleri önünde ölüm bölgesinin içine doğru yürümeye başladım. Yerde yatan şehitlere ve koyun ölülerine baktım. Ölüm çok ani geldiği için bir tane onbaşının gözü hala açıktı. Yere eğildim ve gözlerini kapadım. Yazık...
Daha sonra helikopter enkazının yanına geldim. Biraz baktıktan sonra arkamı döndüm ve uzaktan bana şaşkınla bakanlara seslendim.
"Tehlike geçti, buraya gelebilirsiniz"
Sadece Albay ileri atılıp ölüm bölgesine doğru koşarak geldi. Albayın ölmeden yanıma gelmesinden sonra diğerleri de sökün sırayla sökün ettiler.
Tehlike geçmişti. Ölüm bölgesi kaybolmuştu.
Etrafı epey bir inceledikten sonra tekrar sahra çadırına geri döndüm. Benim asıl incelemek istediğim şey çoktan oradan gitmişti. Zaten üşümeye başlamıştım. Bana sürekli komutanım diyen askerin getirdiği ordu malı demli çayı, kalın su bardağından içerken diğerlerinin gelmesini bekledim.
Aradan bir saat geçtikten sonra önce Albay ve sonra diğer bilim adamları geldiler.
Albay tekrar idareyi ele alıp "bir değerlendirme toplantısı yapalım. Bu hazırlayacağımız rapor için gerekli. Toplantı tutanağı tutacağız" dedi.
Herkes yerine oturduktan sonra Albay bana dönüp, "sanırım günün kahramanı Mehmet Emin bey bize bir açıklama getirebilir"
Gülümseyerek Albaya teşekkür ettim ve bana bakan dinleyicilerime bir göz gezdirip, konuşmaya başladım.
"Öncelikle bu talihsiz olay sonucu ölen şehitlerimiz için baş sağlığı diliyorum. Her zaman dediğimiz gibi vatan sağ olsun.
Bu olay, ölümler ve tabi ki ölüm bölgesi gerçeküstü ya da doğa üstü bir olay sonucu meydana gelmedi. Bir açıdan doğaüstü sayılabilir ama bununda bilime ya da mantığa aykırı olduğunu düşünmüyorum. En doğrusu olayı en başından almak sanırım.
Ankara'da bize verilen brifingde ilk dikkatimi çeken şey kaydedilmiş konuşmalardı. Bölgeye ilk ulaşan timin komutanı ölmeden önce ne demişti hatırladınız mı? Dümdüz yukarı çıkan ve hiç dağılmayan bir dumanı tarif etmişti tim komutanı. Rüzgar esmese bile hiçbir duman yani akışkan dümdüz yukarı çıkmaz. Bütün akışkanlar bir noktadan sonra tıpkı sigara dumanı gibi dalgalanmaya ve türbülanslı bir akış göstermeye başlar.
Benzer şekilde bölgenin fotoğraflarında görünen bulutlarda tuhaftı, alışılmadık şekilde dümdüz ve şekilsizdiler.
Akışkanlarda türbülans dediğimiz şey aslında akışkanın kaotik bir yapıya girmesi sonucu oluşur. Kaotik olmasının sebebi de akışkanlar dinamiğini tanımlayan Navier-Stroke denklemlerinin doğrusal olmamasından kaynaklanır. Bu denklemin içinde bir sürü doğrusal olmayan terim vardır, kareler, diferansiyel denklemler, üstler vs. Denklem, daha doğrusu denklem seti doğrusal olmadığı için tüm akışkanlar bir süre sonra kaotik akmaya başlarlar yani türbülans oluşur.
Peki bu bölgede akışkanlar, yani dumanlar neden türbülanslı akış göstermiyorlardı? Dumanlar dümdüz yukarı çıkıyor ve bulutlar pişmaniye telleri gibi oluyordu.
Evet neden?"
Albay sorumu tekrarladı "evet neden?"
"Size garip gelecek ama bunun basit, çok basit bir açıklaması var. Bulutlar dümdüz oluyordu çünkü bu bölgede kaosu oluşturacak sebep ortadan kalkmıştı yani Navier-Stroke denklemleri burada işlemiyordu, evet denklemler çalışmıyordu."
Herkes şaşkınlıkla bana baktı. Beni dinleyenlerden keçi sakallı biri alaycı gülümsemeyle bana baktı ama sözümü kesmedi.
"Kaos her ne kadar kötü bir şey olarak algılansa da akışkanların belli durumlarda türbülanslı akım içinde olmaları bizim için çok önemli; örneğin motorlarda, yakıt ve havanın karışması için şart. Bu karışım olmazsa motor hemen durur.
Ayrıca kalp de sonuçta bir pompadır. Beynin normal hali kaotik bir yapı sergiler, kaos ortadan tamamen kalkarsa beyin dalgaları düzenli olur yani alfa düzeyine gelir. Bu durumda kalbe gönderilen sinyaller bozulur ve ani bir ölüm olur.
Doğa bu bölgede, bu bir kilometre çaplık alanda oyunun tüm kurallarını birdenbire değiştirdi. Birden nasıl olduysa non-linear olmaktan vazgeçti ve lineer yani doğrusal davranmaya karar verdi. Birdenbire, Allahın unuttuğu bu dağ başındaki 14 milyar yıllık alışkanlıklarından vazgeçti.
"Olur mu Emin bey? Doğa kanunları her yerde geçerlidir" diye itiraz etti dinleyicilerimden biri. En sonunda dayanamamıştı.
"Doğa kanunlarının evrenin her yerinde geçerli olduğu doğrudur. Yani bir laboratuarda bir denklem bulduysanız bunun dünyanın ve evrenin her yerinde geçerli olması gerekir. Haklısınız, bilimin temel paradigmalarından biridir bu.
Ama fizik yasalarının geçerli olup olmadığını bilmediğimiz yerler var, örneğin kara delikler" dedim.
"Hadi canım sizde, orada bir kara delik mi vardı? Peki niye etrafındaki her şeyi yutmadı" dedi aynı dinleyici gülümseyerek.
Haklısınız, bir kara delik yoktu, orada bir ak delik vardı. Bildiğiniz gibi, teoriye göre kara delikler uzay-zaman eğrisini bir tekillik yaratacak şekilde bükerler ve uzay-zaman eğrisinde bir solucan deliği oluştururlar, teorik olarak bu mümkün. Bir hipoteze göre kara deliğin uzay zaman eğrisinde bir solucan deliği ile bağlanan bir çıkışı olmalı, buna da ak delik diyorlar.
Bir diğer bulguya dikkatinizi çekmek istiyorum. Şehit olan bütün askerlerin kolundaki saatler durmuştu. Hatırlıyor musunuz? Aslında saatler durmadı, o bölge bir ak delik olduğu için zaman durdu. Saatler aslında çalışıyordu ama o bölgede gösterecek zaman durmuştu. O yüzden biz saatleri durmuş gibi algıladık.
Benim teorime göre, evrenin herhangi bir yerinde çok büyük bir yıldız söndü ve kara delik halini aldı. Yaptığım hesaplamalara göre bir kilometre çapında bir kara deliği oluşturabilecek bir yıldız, yaklaşık olarak bizim güneşimizden bir milyon kat daha büyük olmalı. Samanyolu galaksisinde yakın çevremizde bu büyüklükte bir yıldız yok. Messier kataloguna bakabiliriz tabi. Zaten bize yakın olması da gerekmiyor. Uzay-zamanı büktüğüne göre evrende herhangi bir yerinde olabilir. Yıldız muhtemelen bizden çok uzak olduğu için belki de milyonlarca yıl sonra onun ölüp, kara delik halini aldığını gözlemleyeceğiz. Tabi o bizim ömrümüz yetmez.
Ölüm bölgesinin fotoğraflarına baktığımda bir şey daha dikkatimi çekmişti. İlk ölen askerler bölgenin dışındaydı. Bölgeye sürülen mayın eşekleri ise askerlerden otuz metre sonra ölmüşlerdi. Ölümlerin ani olması gerektiğine göre neden eşekler daha içerde öldü. Eşekler daha sağlam bir biyolojik yapıya sahip olduğu için mi? Hayır. Bu konuda kafamda bir çok varsayım geliştirdim ama en doğru açıklama ölüm bölgesinin küçüldüğüydü.
Ak deliğin solucan deliği ile bağlandığı kara delik küçülüyordu, bu yüzden ak delik de küçülüyordu. Zaten tam bir bağlantı olduğunu sanmıyorum. Diğer taraftaki kara delik stabil değildi. Fakat o kara deliği yok olması ile ak deliğin yok olması zaman açısından aynı hızda olmadı. Kara delik muhtemelen milyon yıllarla ifade edilen bir sürede küçüldü ama ak delik ise sanırım bir ay içinde küçüldü. Biz son beş güne rastladık. Neyse.
Ak deliğin küçülüp küçülmediğini ve hangi hızda küçüldüğümü ölçmek için basit bir metot kullandım, bir sinek öldürmek cihazı, adı her neyse işte, büyük miktarda duman yaratmak için ideal bir çözümdü.
Beklediğim gibi dumanlar ölüm bölgesine girdikten sonra düzgün ve türbülanssız akışa geçiyorlardı.
Böylece ölüm bölgesinin hayali sınırlarını tam olarak belirleyebilmem mümkün oldu. Yaptığım ölçümlerden bu hayali sınırın gitgide küçüldüğünü gördüm. Bu küçülme ivmeli şekilde oluyordu. Basit ivme hesaplarından bu ivmenin hızını bulmam zor olmadı. İvmeyi bulduktan sonra bölgenin ne zaman tam olarak yok olacağını hesaplamak için basit lise matematik bilgisi yeterli, türevin integralini al!
Ve beklediğim gibi oldu. Yaptığım hesaplarla, ölçümleri karşılaştırınca sonuç aynıydı. Yine de emin olmak için son kez duman püskürttüm.
Bu kara deliğin çıkış kapısı da ölüm bölgesi olarak burada, dünyamızda oluştu fakat kara delik kararlı halde kalamadığı için dağıldı ve tabi ki çıkış kapısı da kapandı. Ak delik kayboldu. Doğa tekrar eski alışkanlıklarına döndü, yani türbülans ve fizik kanunları tekrar yürürlüğe girdi ve Navier-Stroke denklemleri yeniden çalışmaya başladı.
Her şeyi bu şekilde açıklamam mümkün. Tek açıklayamadığım şey ise radyo dalgaları. Dalgalar içeri giriyor ama dışarı çıkamıyorlardı. Peki ışık nasıl dışarı çıkıyordu?
Ben de bilmiyorum. Yani açıklayamıyorum.
Sözümü bitirince herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. Katilin kim olduğunu açıklayan bir detektif edasıyla hepsine tek, tek baktım.
"Yani beyler, katil uşak" dedim gülümseyerek.
Esprime ben ve Albay dışında kimse gülümsemedi.
Askeri çadırın içindeki masanın etrafındaki grup sessiz kalmıştı.
"Peki bu durumda ne yapacağız? Öneriniz ne?" dedi Albay.
"Hiçbir şey. Fizik yasalarının her yerde çalışmadığının ortaya çıkması bütün bir fiziğin baştan sona sorgulanması demektir. Bütün fizik kitaplarını baştan yazmanız gerekli, tam bir felaket. İşin daha da kötüsü, benim ODTÜ Makine diplomam geçersiz olacak çünkü aldığım fizik dersi tam anlamıyla doğru değilmiş. Düşünsenize tekrar Fizik 105 dersini almak zorunda kalacağım. Tam bir kabus!"
Allahtan bu sefer hepsi gülmüştü.
"Eğer fizik yasaları herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde çalışmıyorsa bu başka bir yer ve zamanda da çalışmayabilir demektir. Bu ise bilime duyulan inancı yok eder. Bunu yapmak süpermarketlerde üst üste dizilen konserve öbeğinin en altındaki konserveyi almaya benzer. Her şey baş aşağı yıkılır.
Bilime duyulan inanıcı yıkmamak adına hepimiz sessiz kalacağız. Zaten yapabileceğimiz pek fazla bir şey de yok çünkü kara delik ortalıktan kayboldu ve geride gözlem yapacağımız hiçbir şey kalmadı. Var olan gözlemleri açıklamak ise bir sürü spekülasyona yol açar. Şarlatanların ekmeğine yağ sürmek gibi bir şeydir bu.
Sonuç olarak size sessiz kalmayı öneriyorum. Askerlerin ailelerine bir şey söylersiniz artık. Bana gelince, tabi ki bunu da bir öykü haline getireceğim" dedim gülümseyerek.
Albay bunu duyduğuna pek sevinmiş gibi görünmüyordu ama yinede sesini çıkarmadı.
Şehitler ceset siyah torbalarına konurken biz oradan ayrıldık. Tekrar helikopterle Diyarbakır havaalanına ve oradan da askeri uçakla Ankara'ya döndük.
Etimesgut havaalanına indiğimizde eve dönmenin mutluluğunu yaşadım. Albay makam aracıyla beni eve bırakmak istediğini söyledi. "hem de yolda laflarız" dedi.
Yol boyunca olayları tekrar konuştuk. Albay oldukça nazik bir ifadeyle "olan biteni daha önce yaptığım gibi bir öykü haline getirmemi rica etti".
"Bu bir emir mi Albayım?"
"Hayır sadece bir rica"
"Kusura bakmayın bunu yapamayacağım"
Albay çaresizlikle "peki" dedi. "Yazmanızı engelleyebiliriz ama size borçlu olduğumuzdan bir şey yapmayacağız. Zaten her şey o kadar gerçek üstü gibi duruyor ki, bunu yazsanız da en fazla uçuk bir öykü diyeceklerdir."
Konutkent'e geldiğimizde vedalaşıp arabadan indim. Albay tekrar görüşmek üzere orduevinde ailece bir akşam yemeğine davet etti. Yani ben, o ve eşlerimiz. Uygun bir vakitte neden olmasın dedim. Tam ayrılırken, arkamdan seslendi.
"Emin bey, bir şeyi merak ettim"
"Efendim?"
"Eğer kara delik stabil halde kalsaydı ne olurdu?"
Derin bir nefes aldım. Bu düşünmek bile istemediğim bir ihtimaldi.
"Ak delik ile olan bağlantısı tam olurdu ve bu tarafta ne varsa, güneş sistemimiz dahil olmak üzere her şeyi yutardı. Tıpkı bir elektrikli süpürge gibi ve biz de evrenin hiç bilmediğimiz bir yerine giderdik. Tabi gidebilirsek."
"Anlıyorum" dedi albay. "Peki geri döner mi?" diye sordu. Sanki vahşi bir hayvandan bahseder gibi.
"Hayır. Kara delik sanırım şimdi bir beyaz cüce ve artık tekrar kara delik olacak kütleye sahip değil, tehlike geçti"
"iyi geceler Emin bey, her şey için teşekkürler"
"iyi geceler Albayım" dedim.
Askeri plakalı Renault uzaklaşırken eve doğru yürümeye başladım. Hava çok güzeldi, yıldızlara baktım. Ne garip bir evrende yaşıyorduk...
Anahtarla apartmanın dış kapısını açarken birden korkunç bir şeyin farkına vardım. Tanrım bunu nasıl unutmuştum?
Korkunç bir felaketle karşı karşıyaydım!
Karımın tembihlediği baklavayı Diyarbakır'dan almayı unutmuştum. Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Çok geçti artık. Başıma gelecekleri kabullenerek merdivenleri hızlıca çıktım. Derin bir nefes alıp zili çaldım. İçerden neşeli bir kadın sesi "geldim" diye seslendi.
Kader ve karım karşısında her zaman çaresizim...
Genelkurmay başkanlığının inanılmaz düzenli binasının içindeki halı kaplı merdivenlerinden çıktıktan sonra girdiğimiz odanın kapısında her ne kadar Brifing odası yazsa da, burası daha çok ufak bir sinema salonunu andırıyordu. İnönü bulvarının trafik gürültüsü belli belirsiz duyuluyordu. Rahat mavi koltuklardan birine oturduktan sonra biraz ileride duran sahne gibi bir yerden bizi izleyen kurmay havacı albaya baktım. O da bana bakıp gülümsedi. Çeşitli üniversitelerden gelmiş dört öğretim görevlisi ve ben birlikte toplam beş kişilik izleyici topluluğu yerleşince, Albay sakin ama otoriter bir sesle konuşmaya başladı.
"Öncelikle davetimizi kabul edip buraya kadar zahmet edip geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Konu bir yönü ile milli güvenlikle alakalı olduğu için sizi buraya neden çağırdığımızı söylemedik. Bu tür güvenlik uygulamalar standarttır. Burada verilen bilgilerin birinci dereceden devlet sırrı olduğunu bilmenizi isterim bu yüzden çalışmalarınız sonucunda ne çıkarsa çıksın sizden sessiz kalmanızı rica ediyorum.
Ben dahil hepimiz onaylar şekilde başlarımızı salladık. Bense içimden "reklam kısmını geçsek de filmi izlesek ya!" diyordum. Askerler meslekleri gereği her şeyi gizlilik esasına göre düşünürlerdi. Bazı durumlarda kışla kantinindeki kolaların sayısı bile gizli sayılabiliyordu.
"Sizlerden birazdan açıklayacağım bir konuda yardım istiyoruz. Hepiniz kendi alanlarında en iyinin en iyisisiniz; Fizik dalında Prof. Dr. Hüseyin Aymer, kimya dalında Prof.Dr. Ahmet Geylani, biyoloji dalında Prof.Dr. Osman Narlı, tıp alanında Prof.Dr.Yücel Aytma ve tabi bir bilimkurgu yazarımız Mehmet Emin Arı. Kendisiyle daha önceden kuzey Anadolu fay hattı komplosu nedeniyle tanıştık.
Merakla bana bakan diğer üyeleri başımla selamladım. Onlar da aynı nezaketi gösterip beni selamladılar. Bu kadar seçkin bir grubun içinde yer almak açıkçası insanın gururunu okşuyordu.
Tanışma faslından sonra Albay asıl konuya girdi. Koltukta doğrulup can kulağı ile dinlemeye başladım.
Albay önündeki Dia makinesini çalıştırdı. Perdede bir enkaz fotoğrafı belirdi.
"Bundan dört gün önce yani 16 temmuz 2000 tarihinde Apache tipi bir helikopterimiz Güneydoğuda düştü. Muhtemelen haberlerde duymuşsunuzdur. Pilot, yardımcı pilot, üç astsubay ve iki er olmak üzere helikopterde bulunan tüm personel öldü.
Helikopter düşmeden önce son olarak Diyarbakır'daki askeri havaalanı ile aşağıdaki konuşmayı yaptı. Bölge halen olağanüstü hal kapsamında olduğu için tüm iletişim uzun zamandır kaydediliyor. Lütfen dinleyin"
Albay önündeki teybin düğmesine bastı.
Helikopter: "bir sorunum var. motor durdu. Motor birden durdu. Kalbim..."
Yer : "koordinatını bildir. koordinatını bildir. Cevap ver. Cevap ver."
Düşen helikopter bir karakola erzak, tıbbı malzeme, mektup vs. ve yeni bir eri götürüyordu. Her on günde bir yapılan rutin bir uçuş. Helikopterle bağlantı koptuktan hemen sonra uçuş planında belirtilen rotayı aşağı yukarı bildiğimiz için arama, bulma ve kurtarma için bir başka helikopter gönderdik. PKK'nın Stinger füzesi aldığı yönünde kesin olmayan bir istihbaratımız vardı. İlk başta helikopterin yerden atılan bir Stinger ile vurulduğunu sandık. Fakat böyle bir durumda pilot isabet aldığını bildirir. Çoğu durumda buna bile vakti olmaz. Ani bir teknik arıza da buna neden olabilir. Neyse... Böyle durumlar için uyguladığımız normal emercensi prosedürünü uyguladık.
Yarım saat sonra ikinci helikopter birinci helikopterin düştüğü yeri buldu. İkinci helikopterin pilotu ile havaalanı arasında geçen konuşmayı dikkatle dinlemenizi istiyorum."
Önündeki teybin düğmesine tekrar bastı. Kaydın kalitesi iyi değildi ama sesler çok rahat seçiliyordu.
Helikopter: Yer kontrol, Apache'yi buldum. Düşmüş. Koordinatları veriyorum...
Yer: Sağ kalan var mı? Hasarı görebiliyor musun? Yangın var mı? Yanına inebilecek misin?
Helikopter: Yere çakılmış ama yangın yok, yanına inebilirim sanırım. Sağ kalan yok gibi, kimseyi göremiyorum.
Yer : tamam, yanına in ve tekrar rapor ver.
Helikopter (sesi heyecanlıydı ve panik içindeydi): Motor aniden durdu. Yer kontrol. Beynim...
Albay teybi kapattı.
"Gönderilen ikinci helikopter de yere çakıldı. Bu durumda bir terslik olduğu düşüncesiyle hemen 3. derece alarma geçildi. En düşük derecede alarmdır, zaten 3,2,1 diye gider. Bu sefer bakması için bölgeye bir F-16 gönderdik. Tabi bu arada yerdeki birliklerde belirtilen noktaya karadan erişmeye çalışıyorlardı. Ne olur ne olmaz diye makineli tüfeğinin yanı sıra F-16'ya dört adet Sidewinder füzesi de yüklendi. Yer kontrol ile F-16 pilotu arasında geçen konuşma çok daha ilginç. Allahtan bu uçağımız düşmedi.
Yer : (sinirli ve gergin bir komutan sesi): Gördün mü onları?
F-16: evet gördüm, 3 km kuzeydoğumdalar, saat 2 yönünde.
Yer: Fazla alçalmadan hızla üzerlerinden geç, hızını 0.8 macha çıkar. Fazla yaklaşma, yerden füze tehdidi olabilir.
F-16: anlaşıldı yer kontrol, alçalıyorum, hızım 0.8 mach
Yer: ne görüyorsun? makineni çalıştır, ne görüyorsan çek.
F-16: iki helikopter enkazı, birbirlerinden iki yüz metre uzaklıkta, aman Allahım motor durdu, beynim...
Yer: (bağırarak): Ne oluyor orada, cevap ver, cevap ver
İki saniyelik gergin bir bekleyişten sonra,
F-16: Motor tekrar çalıştı, bilincimi yitirdim bir ara sanırım
Yer (biraz sakinleşmiş bir ses): Yüzbaşım, Ne görüyorsun orada, yangın yok mu? Teröristler mi var orada? Cevap ver.
F-16: İki enkaz. Sadece iki enkaz, düşman izi yok.
Albay tekrar teybi kapadı.
"F-16 hemen Diyarbakır'a döndü. O dönerken bölgeye iki F-16 gönderildi fakat bu sefer sadece uzaktan daireler çizerek karadan gelecek piyade ekiplerini korumak üzere bekleme emri verildi.
Karadan bölgeye beş kişilik bir komando taburu intikal etti. Onların da hepsi maalesef şehit oldu. Kayda alınan telsiz konuşmalarını dinleyin. "
"Komutanım verilen koordinatlara intikal ettik. Herhangi bir düşman izi yok. Sadece uzaktan iki helikopter enkazını görebiliyorum."
"Yaşayan var mı?"
"Gördüğüm kadarıyla yok komutanım. Arazi dürbünü ile bakıyorum"
"Ters bir durum görüyor musun?"
"Hayır komutanım. Bir dakika, evet garip bir şey. Enkazdan bir duman çıkıyor"
"Bunun neresi garip?"
"Duman dümdüz çıkıyor komutanım, sanki bir çizgi gibi, dümdüz göğe yükseliyor, hiç dağılmadan, sanki bir borudan çıkarmış gibi"
"Peki, iki kişilik bir öncü keşif ekibi çıkar, gidip baksınlar, sizde arkada onları korumak için hazır bekleyin. Avcı pozisyonu alın."
Albay teybi kapadı. "Gönderilen iki komando eri şehit oldu. Birden yere düştüler. Vurulduklarını sanmışlar ama herhangi bir ses duyulmamış. Etrafta herhangi bir terörist de yokmuş. Zaten bu bölge PKK'nın etki alanı dışında ve son beş senedir hiç terörist faaliyet görülmedi. Askerlerin neden öldüğünü bilmiyoruz ve daha da vahimi şehitlerimizi hala gömemedik."
Albay bir süre çaresiz bir şekilde bize baktı ve konuşmasına devam etti.
"O bölgeye kimi göndersek öldü. Gaz maskeli ve kurşun geçirmez yelekli askerlerimiz bile öldü. Şimdiye kadar toplam kaybımız, düşen helikopterlerdekiler de dahil olmak üzere 19 şehit."
"Verilen kayıplardan sonra o bölgeyi hemen ablukaya aldık. Askerler öldükten sonra zayiatı daha fazla artırmamak insan göndermedik. Onun yerine bölgeye mayın eşeği olarak bilinen eşekler de gönderdik. Daha sonra ufak bir koyun sürüsü. Sonuç hep aynı...
1 kilometre çapındaki bir alan, tıpkı bir zamanlar bermuda şeytan üçgenine benzer çalışıyor. İçeri giren tüm canlılar ölüyor ve tüm motorlar duruyor. Bu alan giren kuşlar bile ölüyor...
Uzaktan bölgenin sayısız fotoğrafını çektik."
Albay önündeki dia makinesinin düğmesine basıp çalıştırdı. Düz bir plato üzerinde birbirlerinden 100 metre uzaktan duran iki helikopter enkazı resmi görüldü. Birinin pervanesi tuhaf bir şekilde eğrilmişti, diğerinin ise kuyruğu kopmuştu ve helikopterden yaklaşık 10 metre uzakta ters duruyordu. Bir başka fotoğrafta ölmüş askerlerin uzaktan teleobjektifle çekilmiş fotoğrafları vardı. İkisinin hala gözleri açıktı.
Yüzlerinde tuhaf bir ifade vardı, sanki, sanki... Huzurlu gibi duruyorlardı. Ölüm besbelli çok ani gelmişti. Bölgeye gönderilen koyunlardan birinin yerde yatan leşinin ağzında hala ot vardı. Berbat bir cinayet filminden sekanslar gibiydi görüntüler.
Bir saat boyunca değişik uzaklıklardan ve açılardan çekilmiş yüzlerce fotoğrafa tek, tek baktık. Daha sonra kürsünün yanına konulmuş büyük televizyonun ekranında çekilmiş video görüntülerini izledik. Bir kuş sürüsü ölüm alanına doğru uçarken başlayan görüntü, kuşların nerede saklandığı belli olmayan bir avcı tarafından vurulmuşçasına birden yere düşmesiyle sona eriyordu. Videoyu çeken askerin şaşkınlık sesi duyuluyordu,
"Allahım, inanılmaz bir şey bu, inanılmaz".
Fotoğraflardan göründüğü kadarıyla bölge mutlak bir ablukaya alınmıştı. Bir kilometre çapındaki alan on tane M-1 tankı dahil olmak üzere neredeyse bir tugay asker tarafından ablukaya alınmıştı. Sanki aklımdan geçeni okumuş gibi Albay bana baktı ve;
"Dediğim gibi bölgeyi ablukaya aldık. Giriş yok, çıkış yok. Medyanın bilgisi yok. Kuş uçurtulmuyor. Bir duyulsa dünyanın her yerinden akın edecek binlerce insanı ve tabi ki olacak paniği düşünün" dedi.
Albay haklıydı. Gökyüzünde gördüğü her parlak şeyi uçan daire sanan aklı bir karış havada UFO'cular, dünyanın sonuna neredeyse dini bütünlükle inanan çılgın kaçıklar, Godzillanın okyanusta yaşadığına inanan yeni yetmeler ve açıklanamayan her olayı dine bağlayıp halkın gözünü bağlamak isteyen şarlatanlar ve neler, neler. Olay bir duyulsa babamın dediği gibi "Allahın unuttuğu bu dağ başı" bir anda panayır yerine dönerdi. Sadece turizm değil, başka şeyler de patlardı.
"Peki durumu incelediniz mi?" diye sordu yanımda oturan sakallı fizik profesörü.
"Evet. Askeri mühendisler, doktorlar, biyologlar ve diğer askeri personel bölgeye gidip durumu incelediler. Fakat ölüm bölgesine giriş yasak olduğu için, incelemeler uzaktan yapıldı. Zaten kimse o bölgeye girmeye çok hevesli değil. Bu durumda tam bir inceleme yapmak da imkansız hale geliyor. Yine de bazı şeyleri gözlemledik;
· İlk helikopterin düşmesinden bu yana yaklaşık dört gün geçmesine rağmen cesetlerin hiç biri çürümedi. İşin garibi en ufak bir çürüme belirtisi de yok.
· Bölgenin uzaktan sıcaklığını ölçtük. Her şeyiyle normal.
· Bölgeye giren bulutlarda tuhaf şekil değişikleri oluşuyor. Bu mevsimde bulut çok az olmasına rağmen bölgenin biraz üstünden geçen bulutlar, bölgeye girdiklerinde düz hale geliyorlar. Dümdüz... hiçbir şekilde dağılmıyorlar. Bölgeyi terk ettiklerinde ise tekrar normal hallerine geri dönüyorlar. İki kilometre yukarıdan geçen bulutlarda bir değişiklik olmuyor.
Albay bir dia daha gösterdi. Gerçekten tuhaftı bulutlar. Dümdüz uzuyorlardı, sanki düz sigara dumanı gibi, öyle toparlak bildik bulutlardan değildi. Ne nimbus ne de başka bir şey. İlk defa gördüğüm bir şey, uzun tel pişmaniyeler gibi bulutlar...
· Uzaktan başka ölçümlerde yaptık, radyasyon yok, zehirli gaz yok, manyetik alan yok, her şey normal ama ne varsa işte oraya giren her canlı ölüyor.
· Bir tuhaf şey daha var. Ölen askerlerin hepsinin kollarındaki saatler durmuştu. Uzaktan dürbünle bakan bir komando teğmenimiz fark etmiş. Kaza anında saatin durabileceğini ihtimaline yorduk ama ölen bir askerin kolundaki saat çok sert şoklara dayanmasıyla ünlü bir saatti. Ama o bile durmuş...
· Telsiz dalgaları bölgeye giriyor ama bölgeden çıkamıyor. Ölen komando birliğinin taşıdığı Aselsan işi, birinci kalite bir telsiz vardı. Telsiz alıcı konumda iken yanan bir ufak yeşil led ışığı var. Yani gönderdiğimiz mesajı alıyor. Normal durumda otomatik olarak "ben buradayım" mesajı gönderir. Bu mesajı gönderdiğini gösterir ufak kırmızı ışık yanıyordu. Uzaktan dürbünle gözledik. Fakat biz bu gönderilen mesajı alamadık. Radyo dalgaları bu bölgeden dışarı çıkamıyorlar. Dümdüz arazi orası, yani arada bir engel yok.
Ölüler çürümüyor, saatler duruyor, radyo dalgaları saçmalıyor, bulutlar kafalarına göre takılıyorlar? Albay ölüm bölgesi dese de orası İstiklal caddesinden bile daha çok sürprizlerle dolu bir yerdi.
Tekrar düşünmeye başladım. Ölüler çürümediğine göre, onları çürütmek için gerekli mikroorganizmalar bile orada yaşamıyordu. Tuhaf? Bunun anlamı ne?
Albay uzun süre öylece durdu. Neden sonra konuştu.
"Şimdi olayı yerinde incelemeniz için hep beraber o bölgeye gidiyoruz. Tabi sizin için sakıncası yoksa?"
Açıklanamayan olaylara karşı, bir çocuğun çikolataya duyduğu düşkünlüğe benzer bir merakım olagelmiştir. Bu konuda kedilerden hiçbir farkım yoktu. Oraya gitmek ister miydim? Hem de nasıl... Benim için şu anda o bölge Maldiv adalarından bile daha çekici bir yerdi. Hemen başımı salladım. Tabi halletmem gereken ufak bir sorun vardı: sevgili karım! Ondan izin almalıydım.
Telefonda çok önemli bir devlet işi için Diyarbakır'a gideceğimi söylediğimde karımın tepkisi beklediğim gibi Etna yanardağınınkine benzer oldu. Kuzey Anadolu fay hattı komplosunu ortaya çıkardığımda, devlet yüksek hizmet madalyası onun gururunu epey bir okşamıştı (her ne kadar altın günlerinde çıkarıp gösteremiyordu) ama yine de bu tür işlere bulaşmamam konusunda zamanında beni epey tehditkar bir şekilde uyarmıştı: "Macera yok Emin!"
"Ne işin var Diyarbakır'da? Başını derde sokmuyorsun di mi? Neyle gideceksiniz? Orada üşütmeyesin? Bari eve gel de ufak bir valiz hazırlayayım"
"Gelemem bi tanem hemen yola çıkıyoruz. Hem yaz vakti, üşümem."
"Ne işin var senin gizli devlet işleriyle falan? Şu deprem işinden sonra söz vermiştin bak."
"Haklısın bi tanem ama bu çok önemli, hepimizin güvenliği ile alakalı ve ileride doğacak çocuğumuzun geleceği mevzubahis" diyerek açıkça duygu sömürüsü yaptım. Çocuk konusu onun en zayıf yanı olduğu için hemen yelkenleri suya indirdi.
"Peki, peki git! En azından gençten bir sevgili bulup, Eryaman'da uyduruk bir garsoniyer tutan o sıradan adamlar gibi değilsin. Leyla'nın kocasını duydun mu?"
Leyla'nın kocasının hikayesinin epey bir uzun süreceğini bildiğim için konuşmayı kısa kestim. Telefonu kapamadan önce Diyarbakır'dan baklava getirmemi sıkı, sıkı tembih etti. Konuşma bitince Albaya dönüp çaresizlikle gülümseyerek "kadınlar" dedim.
Aklıma bir şey gelmişti. Hemen albaya döndüm.
"Sizden bir şey rica edeceğim. Ölüm bölgesine bir sinek ilaçlama aleti getirtebilir miyiz? Hani şu mazotu atomize hale getirenlerden, yoğun bir duman oluşturuyor ya. Yakındaki birliklerde ya da askeri lojmanların birinde muhakkak vardır. Çalışır halde istiyorum, mümkünse. Ne yapacağımı lütfen sormayın, şimdi açıklayamam"
"Sinek ilaçlama aleti mi? Peki, sanırım hallederim" dedi Albay şaşkınlıkla. Ondan elli altı model bir Pontiac isteseydim sanırım yine aynı şekilde şaşırırdı.
Etimesgut askeri havaalanından kalkan askeri bir uçak ile Diyarbakır'a gittik. Bir saatlik yolculuk epey yorucuydu. Askeri uçakların konfor konusunda ciddi eksikleri vardı ve yolcu uçaklarında her zaman alışık olduğum filtreli kahve yoktu; tek kelimeyle bir felaket! Bu sefer mızmızlık yapmadım çünkü aklım fikrim ölüm alanındaydı ve çok sabırsızdım. Kafamın içinde huzursuz bir mahkum gibi dolanan teori beni çok heyecanlandırmıştı.
Düşündüğüm şey gerçekten olabilir miydi? Oraya gitmeden bundan emin olamazdım.
Diyarbakır Askeri havaalanında, Vietnam filmlerinde benzerini gördüğüm bir helikopter kalkışa hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Askerlerin bu düzenliliğine bayılıyorum. Midemi alt üst eden kırk beş dakikalık ikinci bir yolculuktan sonra sonunda ölüm bölgesine varmıştık. Bir kilometre uzakta bir yere indik ve yürüdük. Karım haklıydı, gelmeden önce bir kazak almalıydım.
Ölüm alanının çevresi Albayın bize fotoğraflarda daha önce gösterdiği gibi çepeçevre kuşatılmıştı. Her beş metrede bir mevzilenmiş askerler elleri tetikte bekliyorlardı. Onların hemen gerisinde on tane tank namlusunu ölüm bölgesine doğrultmuştu.
Topraktan Godzillanın falan mı çıkacağını sanıyorlardı? Ayrıca korktukları şey her neyse onu bir tüfekle ya da bir tankın topuyla durdurabilirler miydi?
Bu sırada yakınımızdan bir uçak hızla geçti. Bir F-16! Eeee, kambersiz düğün olmaz tabi ki.
Sahra çadırının içinde bana sürekli olarak "Komutanım" diyen bir erin verdiği suyu içip, mide bulantımın geçmesini sabırla bekledim. Ekibin diğer üyeleri ve özellikle Albay bende çok iyi durumdaydılar. Ben çadırda kıvranırken hepsi ellerine bir dürbün almış çoktan iki yüz metre uzaklıkta açık bir mezarlık görünümündeki ölüm alanına bakmaya başlamışlardı.
Tanrım ne şenlik!
Biraz kendime gelince ben de bir tane dürbün alıp bölgeye baktım. Yerlerde yatan koyunlar, insan cesetleri ve iki helikopterin enkazıyla inanılmaz derecede gerçeküstü bir görünüm vardı karşımda. Stephen King'in romanlarından fırlamış gibi. Bu kadar insan ve hayvan cesedine ve bu kadar yakın durmamıza rağmen albayın daha önce belirttiği gibi ortalarda herhangi bir çürüme kokusu yoktu.
Sanki onu düşündüğümü hissetmiş gibi Albay yanıma geldi.
"Emin bey, istediğiniz sinek öldürme cihazı geldi. Bingöl'deki askeri lojmanlarda bulmuşlar. Çalışır halde ve içinde mazot var. Bizden ne yapmamızı istiyorsunuz? dedi.
"Başına bir asker koymanızı ve her yarım saatte bir o aleti beş dakikalığına çalıştırmanızı rica ediyorum" dedim. "Her çalıştırılışında bende orada olmak istiyorum" diye ekledim.
Duruma pek anlam veremeyen Albay sadece "peki" dedi. Her ne kadar her cümlemin sonunda rica ederim desem de bir sivilden emir almak albayın pek hoşuna gitmiyordu anlaşılan. Her neyse, emir komuta şu anda bendeydi di mi?
Albayla birlikte, yüz metre ileride bir tahta cephane sandığın üstüne konulmuş sinek ilaçlama makinesinin yanına gittik. Makineden sorumlu olan er (askeriyede her şeyin bir sorumlusu vardır) yüksek rütbeli bir subayı görünce hemen esas duruşa geçti.
"Hadi bakalım asker çalıştır şu makineyi" dedim.
Asker yüksek perdeden bir "emredersiniz komutanım" çekti. Sesinin tonundan korktuğunu anladım. Aslında ben de korkuyordum, tabi diğerleri de.
Sinek ilaçlama makinesi insanı rahatsız eden ve vınlamaya benzer bir sesle berbat kokulu mazot ve hava karışımını ölüm bölgesine doğru üflemeye başladı. İğrenç kokuyordu. Beyaz renkteki mazot bulutu beklediğim gibi davranmıştı. Bölgenin hayali sınırına kadar karışık bir şekilde, hayali sınırdan sonra ise dümdüz ilerliyordu. Sanki hayali ve cam bir borunun içinden geçiyormuş gibi göğe yükseliyordu. Bir kilometre kadar böyle yükseldikten sonra tekrar dağılıyordu.
Mesafeyi ölçen dürbünlerle hayali sınırın nerede başladığına baktım. Mesafeyi kafama yazdım.
On saniye kadar çalıştırdıktan sonra askere "dur" dedim. Elli metre ötedeki bölgedeki mazot ve hava karışımı kayboldu ve ölüm bölgesi tekrar görünür hale geldi.
Bir süre ölüm bölgesine öylece bakakaldım. Albay ve tedirgin er de bana bakıyorlardı. Tahmin ettiğim şey oluyordu ama yine de emin olmalıydım.
"Albayım, rica etsem ölüm bölgesinin ilk çekilen fotoğraflarını tekrar görebilir miyim?" dedim.
"Tabi, derhal. Sahra çadırına gidelim, sanırım hepsi orada"
Uyduruk bir portatif masanın üstünde çekilen resimleri incelemeye başladım. İlk şehit olan askerin yerini bir kurşunkalemle yuvarlak içine aldım. Ağaç olmakla olmamak arasında kararsız kalmış bir fidanın hemen yanında yerde yatıyordu. Tarihi ve saati not aldım. Daha sonra bölgeye gönderilen mayın eşeklerinin yerini işaretledim. Allahtan her fotoğrafın alt köşesinde fotoğrafın çekildiği gün, saat ve dakika ve saniyesi yazılıydı. On serilik fotoğrafları inceledikten sonra demin çektiğimiz fotoğraflara baktım. Onların da üzerinde işaretlemelerde bulundum.
Yaptığım hummalı çalışmayı uzaktan şaşkınlıkla bakan erin getirdiği çayları yudumlayıp hesaplar yapmaya devam ettim. Çay gerçekten güzeldi, ben askerlik yaparken neden böyle güzel çay çıkmazdı hiç? Neyse, çay zihnimi açmıştı her zamanki gibi.
İki saat sonra kesin sonucu bulmuştum. Dört saat daha beklemem gerekiyordu. Her şey hesapladığım şekilde giderse yaklaşık olarak 3 saat 52 dakika sonra bu kabus bitecekti.
Yapmam gereken tek şey beklemekti.
Benimle birlikte gelen bilim adamları daha önce yapılan gözlemleri incelerken, ben vakit geçirmek için ordu talimnamelerini okuyordum. İç güvenlik talimnamesi, radyasyona karşı alınacak önlemler ve diğerleri. Edebi açıdan pek değer ifade etmese de vakit geçirmek için ideal gibi görünüyorlardı.
Dışarıdaki hengameye kayıtsızlığım Albaya garip gelmiş olacak ki, "Emin bey, siz neden ölüm bölgesini incelemiyorsunuz?" diye sordu.
"bakmama gerek yok, ben göreceğimi gördüm. Zaten baka, baka bir şey olsaydı kediden kasap olurdu" diye bir espri yaptım.
Albay bu esprime gülmedi. Anlaşılan o ki benden epey bir hayal kırıklığına uğramıştı. Sherlock Holmes'un Türkiye şubesini beklerken karşısında dalgacı Mahmut tipinde bir adam bulmuştu.
Bu arada tabi ki tamamen boş durmuyordum. Her yarım saatte bir sinek ilaçlama makinesini yanına gidip, sorumlu erle birlikte çalıştırıp durumu gözlüyordum. Her seferinde askerin "bir şey olmayacak değil mi komutanım?" diye sorması dışında her şey yolunda gidiyordu. Askerliğinde onbaşı bile olamamış biri için böyle paşa muamelesi görmek doğrusu hoştu, eh insan egosu.
Dördüncü saatin sonunda hakkında her şeyi öğrendiğim (Adananın yerlisi ve şafağa otuz günü kalan) askerle birlikte sinek ilaçlama makinesini son bir kez on saniyeliğine çalıştırıp kapadık.
Beklediğim gerçekleşmişti, bingo!
"Yaşasın" diye bağırdım. Adanalı er ve hemen yanı başımdaki Albay bu vahşi çığlığımdan ürktüler. Hemen yanı başımızda mevzilenmiş bir şekilde ölüm bölgesine silahlarını doğrultmuş tüm askerler "Ne oluyor? der gibi bana baktılar. Koşmam gerekiyordu, çok hızla koşmalıydım.
Ölüm bölgesine doğru, göbeğimin elverdiği hızda nefes nefese koşarken arkamdan bağıranları duyuyordum.
"Emin bey durun! Ne yapıyorsunuz? Çıldırdınız mı? Ölürsünüz!" diyen Albayın bağırışını duydum ama arkama dönmedim ve tabi ki durmadım.
Tabi ki kimse arkamdan koşup beni durdurmaya pek hevesli değildi.
Ölüm bölgesine yaklaşık beş metre kala birden durdum. Yavaşça yürümeye başladım. Teorimden ve yaptığım hesaptan çok emin olmama rağmen yine de korkuyordum. Ya yanıldıysam?
Ölecek miydim?
--------
İki metre ötemde yatan şehit askerin koluna baktım. Dijital olmayan, normal bir kol saati tıkır, tıkır çalışıyordu. Saniyesi hareket ediyordu, görebiliyordum. Bu harika bir haberdi. Yürümeye devam ettim. Gözümü kapayıp hızla tekrar koşmaya başladım.
Beklediğim gibi ölmedim.
Arkamdan bana bakan şaşkın kalabalığın gözleri önünde ölüm bölgesinin içine doğru yürümeye başladım. Yerde yatan şehitlere ve koyun ölülerine baktım. Ölüm çok ani geldiği için bir tane onbaşının gözü hala açıktı. Yere eğildim ve gözlerini kapadım. Yazık...
Daha sonra helikopter enkazının yanına geldim. Biraz baktıktan sonra arkamı döndüm ve uzaktan bana şaşkınla bakanlara seslendim.
"Tehlike geçti, buraya gelebilirsiniz"
Sadece Albay ileri atılıp ölüm bölgesine doğru koşarak geldi. Albayın ölmeden yanıma gelmesinden sonra diğerleri de sökün sırayla sökün ettiler.
Tehlike geçmişti. Ölüm bölgesi kaybolmuştu.
Etrafı epey bir inceledikten sonra tekrar sahra çadırına geri döndüm. Benim asıl incelemek istediğim şey çoktan oradan gitmişti. Zaten üşümeye başlamıştım. Bana sürekli komutanım diyen askerin getirdiği ordu malı demli çayı, kalın su bardağından içerken diğerlerinin gelmesini bekledim.
Aradan bir saat geçtikten sonra önce Albay ve sonra diğer bilim adamları geldiler.
Albay tekrar idareyi ele alıp "bir değerlendirme toplantısı yapalım. Bu hazırlayacağımız rapor için gerekli. Toplantı tutanağı tutacağız" dedi.
Herkes yerine oturduktan sonra Albay bana dönüp, "sanırım günün kahramanı Mehmet Emin bey bize bir açıklama getirebilir"
Gülümseyerek Albaya teşekkür ettim ve bana bakan dinleyicilerime bir göz gezdirip, konuşmaya başladım.
"Öncelikle bu talihsiz olay sonucu ölen şehitlerimiz için baş sağlığı diliyorum. Her zaman dediğimiz gibi vatan sağ olsun.
Bu olay, ölümler ve tabi ki ölüm bölgesi gerçeküstü ya da doğa üstü bir olay sonucu meydana gelmedi. Bir açıdan doğaüstü sayılabilir ama bununda bilime ya da mantığa aykırı olduğunu düşünmüyorum. En doğrusu olayı en başından almak sanırım.
Ankara'da bize verilen brifingde ilk dikkatimi çeken şey kaydedilmiş konuşmalardı. Bölgeye ilk ulaşan timin komutanı ölmeden önce ne demişti hatırladınız mı? Dümdüz yukarı çıkan ve hiç dağılmayan bir dumanı tarif etmişti tim komutanı. Rüzgar esmese bile hiçbir duman yani akışkan dümdüz yukarı çıkmaz. Bütün akışkanlar bir noktadan sonra tıpkı sigara dumanı gibi dalgalanmaya ve türbülanslı bir akış göstermeye başlar.
Benzer şekilde bölgenin fotoğraflarında görünen bulutlarda tuhaftı, alışılmadık şekilde dümdüz ve şekilsizdiler.
Akışkanlarda türbülans dediğimiz şey aslında akışkanın kaotik bir yapıya girmesi sonucu oluşur. Kaotik olmasının sebebi de akışkanlar dinamiğini tanımlayan Navier-Stroke denklemlerinin doğrusal olmamasından kaynaklanır. Bu denklemin içinde bir sürü doğrusal olmayan terim vardır, kareler, diferansiyel denklemler, üstler vs. Denklem, daha doğrusu denklem seti doğrusal olmadığı için tüm akışkanlar bir süre sonra kaotik akmaya başlarlar yani türbülans oluşur.
Peki bu bölgede akışkanlar, yani dumanlar neden türbülanslı akış göstermiyorlardı? Dumanlar dümdüz yukarı çıkıyor ve bulutlar pişmaniye telleri gibi oluyordu.
Evet neden?"
Albay sorumu tekrarladı "evet neden?"
"Size garip gelecek ama bunun basit, çok basit bir açıklaması var. Bulutlar dümdüz oluyordu çünkü bu bölgede kaosu oluşturacak sebep ortadan kalkmıştı yani Navier-Stroke denklemleri burada işlemiyordu, evet denklemler çalışmıyordu."
Herkes şaşkınlıkla bana baktı. Beni dinleyenlerden keçi sakallı biri alaycı gülümsemeyle bana baktı ama sözümü kesmedi.
"Kaos her ne kadar kötü bir şey olarak algılansa da akışkanların belli durumlarda türbülanslı akım içinde olmaları bizim için çok önemli; örneğin motorlarda, yakıt ve havanın karışması için şart. Bu karışım olmazsa motor hemen durur.
Ayrıca kalp de sonuçta bir pompadır. Beynin normal hali kaotik bir yapı sergiler, kaos ortadan tamamen kalkarsa beyin dalgaları düzenli olur yani alfa düzeyine gelir. Bu durumda kalbe gönderilen sinyaller bozulur ve ani bir ölüm olur.
Doğa bu bölgede, bu bir kilometre çaplık alanda oyunun tüm kurallarını birdenbire değiştirdi. Birden nasıl olduysa non-linear olmaktan vazgeçti ve lineer yani doğrusal davranmaya karar verdi. Birdenbire, Allahın unuttuğu bu dağ başındaki 14 milyar yıllık alışkanlıklarından vazgeçti.
"Olur mu Emin bey? Doğa kanunları her yerde geçerlidir" diye itiraz etti dinleyicilerimden biri. En sonunda dayanamamıştı.
"Doğa kanunlarının evrenin her yerinde geçerli olduğu doğrudur. Yani bir laboratuarda bir denklem bulduysanız bunun dünyanın ve evrenin her yerinde geçerli olması gerekir. Haklısınız, bilimin temel paradigmalarından biridir bu.
Ama fizik yasalarının geçerli olup olmadığını bilmediğimiz yerler var, örneğin kara delikler" dedim.
"Hadi canım sizde, orada bir kara delik mi vardı? Peki niye etrafındaki her şeyi yutmadı" dedi aynı dinleyici gülümseyerek.
Haklısınız, bir kara delik yoktu, orada bir ak delik vardı. Bildiğiniz gibi, teoriye göre kara delikler uzay-zaman eğrisini bir tekillik yaratacak şekilde bükerler ve uzay-zaman eğrisinde bir solucan deliği oluştururlar, teorik olarak bu mümkün. Bir hipoteze göre kara deliğin uzay zaman eğrisinde bir solucan deliği ile bağlanan bir çıkışı olmalı, buna da ak delik diyorlar.
Bir diğer bulguya dikkatinizi çekmek istiyorum. Şehit olan bütün askerlerin kolundaki saatler durmuştu. Hatırlıyor musunuz? Aslında saatler durmadı, o bölge bir ak delik olduğu için zaman durdu. Saatler aslında çalışıyordu ama o bölgede gösterecek zaman durmuştu. O yüzden biz saatleri durmuş gibi algıladık.
Benim teorime göre, evrenin herhangi bir yerinde çok büyük bir yıldız söndü ve kara delik halini aldı. Yaptığım hesaplamalara göre bir kilometre çapında bir kara deliği oluşturabilecek bir yıldız, yaklaşık olarak bizim güneşimizden bir milyon kat daha büyük olmalı. Samanyolu galaksisinde yakın çevremizde bu büyüklükte bir yıldız yok. Messier kataloguna bakabiliriz tabi. Zaten bize yakın olması da gerekmiyor. Uzay-zamanı büktüğüne göre evrende herhangi bir yerinde olabilir. Yıldız muhtemelen bizden çok uzak olduğu için belki de milyonlarca yıl sonra onun ölüp, kara delik halini aldığını gözlemleyeceğiz. Tabi o bizim ömrümüz yetmez.
Ölüm bölgesinin fotoğraflarına baktığımda bir şey daha dikkatimi çekmişti. İlk ölen askerler bölgenin dışındaydı. Bölgeye sürülen mayın eşekleri ise askerlerden otuz metre sonra ölmüşlerdi. Ölümlerin ani olması gerektiğine göre neden eşekler daha içerde öldü. Eşekler daha sağlam bir biyolojik yapıya sahip olduğu için mi? Hayır. Bu konuda kafamda bir çok varsayım geliştirdim ama en doğru açıklama ölüm bölgesinin küçüldüğüydü.
Ak deliğin solucan deliği ile bağlandığı kara delik küçülüyordu, bu yüzden ak delik de küçülüyordu. Zaten tam bir bağlantı olduğunu sanmıyorum. Diğer taraftaki kara delik stabil değildi. Fakat o kara deliği yok olması ile ak deliğin yok olması zaman açısından aynı hızda olmadı. Kara delik muhtemelen milyon yıllarla ifade edilen bir sürede küçüldü ama ak delik ise sanırım bir ay içinde küçüldü. Biz son beş güne rastladık. Neyse.
Ak deliğin küçülüp küçülmediğini ve hangi hızda küçüldüğümü ölçmek için basit bir metot kullandım, bir sinek öldürmek cihazı, adı her neyse işte, büyük miktarda duman yaratmak için ideal bir çözümdü.
Beklediğim gibi dumanlar ölüm bölgesine girdikten sonra düzgün ve türbülanssız akışa geçiyorlardı.
Böylece ölüm bölgesinin hayali sınırlarını tam olarak belirleyebilmem mümkün oldu. Yaptığım ölçümlerden bu hayali sınırın gitgide küçüldüğünü gördüm. Bu küçülme ivmeli şekilde oluyordu. Basit ivme hesaplarından bu ivmenin hızını bulmam zor olmadı. İvmeyi bulduktan sonra bölgenin ne zaman tam olarak yok olacağını hesaplamak için basit lise matematik bilgisi yeterli, türevin integralini al!
Ve beklediğim gibi oldu. Yaptığım hesaplarla, ölçümleri karşılaştırınca sonuç aynıydı. Yine de emin olmak için son kez duman püskürttüm.
Bu kara deliğin çıkış kapısı da ölüm bölgesi olarak burada, dünyamızda oluştu fakat kara delik kararlı halde kalamadığı için dağıldı ve tabi ki çıkış kapısı da kapandı. Ak delik kayboldu. Doğa tekrar eski alışkanlıklarına döndü, yani türbülans ve fizik kanunları tekrar yürürlüğe girdi ve Navier-Stroke denklemleri yeniden çalışmaya başladı.
Her şeyi bu şekilde açıklamam mümkün. Tek açıklayamadığım şey ise radyo dalgaları. Dalgalar içeri giriyor ama dışarı çıkamıyorlardı. Peki ışık nasıl dışarı çıkıyordu?
Ben de bilmiyorum. Yani açıklayamıyorum.
Sözümü bitirince herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. Katilin kim olduğunu açıklayan bir detektif edasıyla hepsine tek, tek baktım.
"Yani beyler, katil uşak" dedim gülümseyerek.
Esprime ben ve Albay dışında kimse gülümsemedi.
Askeri çadırın içindeki masanın etrafındaki grup sessiz kalmıştı.
"Peki bu durumda ne yapacağız? Öneriniz ne?" dedi Albay.
"Hiçbir şey. Fizik yasalarının her yerde çalışmadığının ortaya çıkması bütün bir fiziğin baştan sona sorgulanması demektir. Bütün fizik kitaplarını baştan yazmanız gerekli, tam bir felaket. İşin daha da kötüsü, benim ODTÜ Makine diplomam geçersiz olacak çünkü aldığım fizik dersi tam anlamıyla doğru değilmiş. Düşünsenize tekrar Fizik 105 dersini almak zorunda kalacağım. Tam bir kabus!"
Allahtan bu sefer hepsi gülmüştü.
"Eğer fizik yasaları herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde çalışmıyorsa bu başka bir yer ve zamanda da çalışmayabilir demektir. Bu ise bilime duyulan inancı yok eder. Bunu yapmak süpermarketlerde üst üste dizilen konserve öbeğinin en altındaki konserveyi almaya benzer. Her şey baş aşağı yıkılır.
Bilime duyulan inanıcı yıkmamak adına hepimiz sessiz kalacağız. Zaten yapabileceğimiz pek fazla bir şey de yok çünkü kara delik ortalıktan kayboldu ve geride gözlem yapacağımız hiçbir şey kalmadı. Var olan gözlemleri açıklamak ise bir sürü spekülasyona yol açar. Şarlatanların ekmeğine yağ sürmek gibi bir şeydir bu.
Sonuç olarak size sessiz kalmayı öneriyorum. Askerlerin ailelerine bir şey söylersiniz artık. Bana gelince, tabi ki bunu da bir öykü haline getireceğim" dedim gülümseyerek.
Albay bunu duyduğuna pek sevinmiş gibi görünmüyordu ama yinede sesini çıkarmadı.
Şehitler ceset siyah torbalarına konurken biz oradan ayrıldık. Tekrar helikopterle Diyarbakır havaalanına ve oradan da askeri uçakla Ankara'ya döndük.
Etimesgut havaalanına indiğimizde eve dönmenin mutluluğunu yaşadım. Albay makam aracıyla beni eve bırakmak istediğini söyledi. "hem de yolda laflarız" dedi.
Yol boyunca olayları tekrar konuştuk. Albay oldukça nazik bir ifadeyle "olan biteni daha önce yaptığım gibi bir öykü haline getirmemi rica etti".
"Bu bir emir mi Albayım?"
"Hayır sadece bir rica"
"Kusura bakmayın bunu yapamayacağım"
Albay çaresizlikle "peki" dedi. "Yazmanızı engelleyebiliriz ama size borçlu olduğumuzdan bir şey yapmayacağız. Zaten her şey o kadar gerçek üstü gibi duruyor ki, bunu yazsanız da en fazla uçuk bir öykü diyeceklerdir."
Konutkent'e geldiğimizde vedalaşıp arabadan indim. Albay tekrar görüşmek üzere orduevinde ailece bir akşam yemeğine davet etti. Yani ben, o ve eşlerimiz. Uygun bir vakitte neden olmasın dedim. Tam ayrılırken, arkamdan seslendi.
"Emin bey, bir şeyi merak ettim"
"Efendim?"
"Eğer kara delik stabil halde kalsaydı ne olurdu?"
Derin bir nefes aldım. Bu düşünmek bile istemediğim bir ihtimaldi.
"Ak delik ile olan bağlantısı tam olurdu ve bu tarafta ne varsa, güneş sistemimiz dahil olmak üzere her şeyi yutardı. Tıpkı bir elektrikli süpürge gibi ve biz de evrenin hiç bilmediğimiz bir yerine giderdik. Tabi gidebilirsek."
"Anlıyorum" dedi albay. "Peki geri döner mi?" diye sordu. Sanki vahşi bir hayvandan bahseder gibi.
"Hayır. Kara delik sanırım şimdi bir beyaz cüce ve artık tekrar kara delik olacak kütleye sahip değil, tehlike geçti"
"iyi geceler Emin bey, her şey için teşekkürler"
"iyi geceler Albayım" dedim.
Askeri plakalı Renault uzaklaşırken eve doğru yürümeye başladım. Hava çok güzeldi, yıldızlara baktım. Ne garip bir evrende yaşıyorduk...
Anahtarla apartmanın dış kapısını açarken birden korkunç bir şeyin farkına vardım. Tanrım bunu nasıl unutmuştum?
Korkunç bir felaketle karşı karşıyaydım!
Karımın tembihlediği baklavayı Diyarbakır'dan almayı unutmuştum. Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Çok geçti artık. Başıma gelecekleri kabullenerek merdivenleri hızlıca çıktım. Derin bir nefes alıp zili çaldım. İçerden neşeli bir kadın sesi "geldim" diye seslendi.
Kader ve karım karşısında her zaman çaresizim...