RomeoMAD
JusT B€
Karşı yamaçta kazları otlatıyorduk. Ekinler bir karış boy vermişti. Çevre yeşildi, çiçekti. kuşlar vardı küçük küçük, kanadı yeşil, mor, kırmızı kuşlar. Cıvıl cıvıldı her yan... Bu görüntüler biz kaz çobanlarını ilgilendirmiyordu. Açtık, aç, harmanın çıkmasına çok vardı. Atol, kimi, tetro, yemlik, kuzukulağı, pototla karnımızı doyurmaya ça1ışıyorduk.
Peli'nin Meco, ağzındaki yemlik tomarını çiğneyerek yaklaştı. Bir bana, bir köye bakıyordu.
- Sizin evin önünde ataş yakmışlar, dedi.
Çok uzak değildik. Kıyıda evimiz iri bir tümsek gibi gözükordu. Bütün köyevleri irili ufaklı tümsekler gibiydi. Gerçekten kalın bir duman kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Çöplüğe mi ateş vermişlerdi? Bir tezek ateşiydi yanan. Anam çamaşır mı yıkayacaktı? Öyle olsaydı soyardı üstümüzü sabahleyin, çıplak otlatırdım kazları. Donum, gömleğim, pantolonum yoktu. Bir kara bulusum vardı. Onun da ne zaman yıkanacağı belli olmazdı. Kuruyuncaya değin çıplak beklerdim kışın içerde, yazın güneşte. Kardeşlerim de benim gibi olurdu. Boktan, çamurdan resimler çizerdik karnımıza. Anam ayıp yerlerini kaftanın eteği ile gizlemeye çalışırdı. Babamın pantolu yıkanıyorsa o gün akşama değin yataktan çıkmazdı.
Çamaşır olamazdı. Sabun alınmamış, kürüne su doldurulmamıştı.
- Acep niye yanıyor ateş? diye sordu Meco.
- Bilmem.
- Evinizde hasta var mı?
- Var, kardeşim Ali hasta!
- Çok mu?
- He!
Meco, ağzının yeşilini koluna sildi:
- Olaki kardaşın ölmüş, dedi!
Bir hoş oldum. Belki de doğruydu. Birisi öldüğü zaman evin önünde ateş yakar, su ısıtırlardı. İmam önüne peştemal bağlar ölüyü çimdirirdi. Bir kişi de sapı uzun tavayla su dökerdi. Mezar kazıcılar, ellerinde kürek, kazma girer, çıkarlardı. İhtiyarlar oturur tesbih çeker, dudaklarını kıpırdatarak okurlardı. Ağaçlar kısa kısa kesilir mertek yapılırdı. Hiç kimsenin yüzü gülmezdi. Biz çocukları kızar, kovalardı.
Meco, evin önünde toplanmış kalabalığı gösterdi:
- Anam avradım, Ali ölmüştür!
İyi olurdu, ben de istiyordum ölsün. Ekmek getirirdi komşular, yumuşak yumuşak buğday ekmeği. Bir yutuşta inerdi boğazımdan aşağı. Pişi de getirirlerdi! Ortası delik kırmızı pişiler. Fatma'nın anası ölmüştü, onlara getirmişlerdi. Fatma, çocuklara inat olsun diye çöplüğün üstünde yiyordu pişiyi. Oynaya oynaya yiyordu, «Anam öldü, bize pişi verdiler» diyordu. Hiçbir çocuğa bir lokma vermiyordu.. Ali küçüktü. Küçüklere pişi getirmezlerdi... Arpa ekmeği neyime yetmiyordu ? Ağzımın dolusu lokmalarla karnımı doyururdum. Sahiden Ali ölseydi...
On üç mü, on dört mü doğurmuştu anam, sayısını kendisi de bilmiyordu. Ölen ölmüş, kalan sağlar dokuzduk. En küçüğümüz Ali, anamın hesabına göre dört yaşındaymış,ben altı, iki yaş büyükmüşüm Ali'den.
Sıtmalı çocuklar gibi sapsarıydı Ali. Bacakları egri kayın çubuklarına benziyordu. Kaburga kemikleri bir bir sayılırdı. İnce boynu üstünde iri bir kafası vardı. Sanırdınız iki kafayı biribirine eklemişler. Gövdesini tartan ayçiçekleri gibi öne, arkaya, yana düşerdi kafası Ali'nin. Nineme göre, anamın son dünyası Ali, teknedeki hamur kazıntılarından yapıldığı için ustalar iyi tutturamamışlardı!
Anam, hepimizden çok sever görünürdü Ali'yi. Eline geçirdiği bir yumurtayı, kuşağı arasına sakladığı ekmekleri Ali'ye yedirirdi gizlice. Yine de iflah etmiyordu; sapsarı köpükler kusuyordu.
Bir gün kazları otlatmaktan yeni dönmüştüm. Açtım. Başım dönüyor, ağzımdan su akıyordu. Sırtımı ocağın taşına dayamış, kaynamakta olan evelik (gübreli topraklarda biten bir çeşit geniş yapraklı otların kurutulmuşu) çorbasının pişmesini bekliyordum. Ali de karşımda oturmuş, kulağını tencerenin sesine vermişti.
Kapı açıldı. Anam beni görmezlikten gelerek Ali'yi çağırdı,
- Çabuk, kazları ekinden çıkar, dedi, kapıyı kapadı.
Ali, kulaklarını dikerek kedinin fareye gitmesi gibi koştu. Anlaşılan Ali'ye yeni bir nevale verilecekti. Anam hep öyle yapardı, bizim haberimiz olmasın diye Ali'yi dolaylı yollardan çağırarak ayırırdı yanımızdan, «Tarlaya bak!.. Çeşmeden su getir!.. Komşudan eleği iste!..» derdi. Karanlık avluda Ali'nin eline nevalesini tutuşturduktan sonra gelir bizi söze tutardı. Ama bu sefer dalavereyi yutmayacaktım! Benim Ali'den farkım neydi? Ben de onun çocuğu değil miydim?
Biraz sonra anam geldi:
- Kazları iyi doyurmamışsın, dedi. Oysa o gün kazları çok iyi doyurmuştum. Boğazları tulum gibi sarkıyordu. Durumu anladığım için üstünkörü yanıtlar verdim. Sessizce çıktım. Evin karanlıklarını aradım. Kapı arkasına, arpa kuyusuna bir bir baktım göremedim Ali'yi! Zaman yitirmeye gelmezdi. Dörtnala damın üstüne çıktım. Damlar, toprak düzeyinde olduğu için herhangi bir engelle karşılaşmadım. Çukurda yüzükoyun dürümü yerken yakaladım Ali'yi. Kartal gibi saldırdım, bir pençede aldım dürümü. İçine taze çökelek konmuş, yumruk kadar bir ekmek parçası idi.
Ali, cıyak cıyak bağırarak felaket haberini duyurmaya koştu. Ben dürümü iki lokmada indirdim mideye. Gözlerim ışıklandı, dünyam değişti sandım. Anam hışımla çıktı. Ali de arkasındaydı:
- Ola domuzun dölü, ola! Geri. ver sahibinin lokmasını! Yeme ola, geri ver! diye ünledi. Tabanları nalladım. Anam yetişemedi!
- Zehir olsun canına!.. Aç kurt!.. Hain it... Sen akşam eve gelirsin!
Karanlık bastı. Korkudan eve dönemiyordum. Isırganların, sarmaşık otların arasına saklandım. Isırganlar, elimi, yüzümü, çıplak bacaklarımı alazladı. Çaresiz katlandım. Cinlerden, şeytanlardan, perilerden, kurttan, yılandan korkuyordum. Ufak hışırtılarla dik dik sıçrıyordum!..
- Ola Ceso, ola!
Anamın sesi karanlıkları yardı geçti. Bütün korkularım uçtu.
- Ola gel, nerdeysen çık gel! Vallah da bir şey demiyeceğim, billah da! Ekmek gözümü tutsun dövmeyeceğim, haydi gel yavruma kurban!
Yüreğim dolu doluydu. Hıçkırıklarımı tutamadım! Anam sesime gelerek buldu beni. Kolumdan tutarak kaldırdı:
- Ali çok zayıf yavrum! Sizin gibi otlarla idare edemiyor. Boğazı daralmış. Böyle giderse ölecek! dedi. Sesi ağlamaklıydı. Gözyaşlarını leçeğinin ucuna sildi.
İşte bu olaydan birkaç gün sonra Ali yatağa düştü. Yemiyor, içmiyordu. Sigara kağıdına dönmüştü. Ödünç aldığımız bir tabak unu dirhem dirhem Ali'ye çorba yapıyordu anam. Kaşık ucu ile içirilen bu çorbaları da kusuyordu Adi. Cansız ve dilsiz yatıyordu.
Meco, gözünü ayırmıyordu bizim kapıdan:
- Ola, anam avradım, Ali ölmüştür, sahiden ölmüştür. İnanmazsan millete bak, herkes orada!
Kiraz ayında (haziranda) köylü tümden işsiz olurdu. Biçin ayına (ağustos ayı) değin görülecek soluklu işleri yoktu. Bu arada bir iki tarla herk (nadas) ederlerdi. Onun da sırası Her ayı (temmuz) idi. Tarlası, çifti-çubuğu olmayanların böyle bir kaygusu yoktu. Kimileri beklemez, Sinekdağı'na tırpan ırgatlığına giderlerdi. Geri kalan köylüler, köyde biçin ayını beklerlerdi. Onun için küçük olaylar kısa sürede onların bir araya toplanmasına yetiyordu. Örneğin iki kişinin kavgası, köpeklerin boğuşması, horozların dövüşü... gibi. Yani kalabalığa bakarak Ali'nin öldüğünü sanmak doğru olmayabilirdi. Oysa Meco, kanısında direniyordu:
- Ali ölmüştür, müjdemi isterim! dedi.
Ölüye müjde verilir miydi? Şaşkın şaşkın yüzüne baktım.
- Ne bakıyon oğlum? Şimdi size pişi gelecek, buğday ekmeği gelecek!.. Payımı isterim!
- Ali küçüktür, buğdayekmeği getirirler mi, pişi getirirler mi?
- Pişi getirmeseler, buğdayekmeği getirirler, hem de öyle çok getirirler ki anıı! Nah şu kadar! Kollarını iki yana açarak gösteriyordu.
- Nereden biliyorsun?
- Baharın amcamın oğlu ölmüştü ya, işte o zaman gördüm. O kadar yedik ki karmınız davul oldu. Ali, amcamın oğlundan büyüktür, size daha çok getirirler!
Belki de doğruydu. Hemen kazları önüme kattım, evin yolunu doğrulttum. Meco da kazlarını topladı, peşimden geliyordu. Pisboğaz çocuk neye geliyordu? Ekmeğe ortak olacaktı! Hiç verir miydim? Geri dönerek bağırdım:
- Arkadaş boşuna gelme! Senin de kardaşın mı?
- Sana ne, geleceğim!
Kazlar ağır yürüyordu. Devrile devrile yürüyordu. Bir iki çubuk salladım. Civcivin birisi tepesi üstüne düştü. Ödüm koptu, ter bastı gövdemi. Tek umudumuz bu kazlardı. İki anaç, bir horoz, On bir civciv, hepsi on dörttü. Güzün altısını satacaktık. Anama don, bacıma kaftan alınacaktı. Kalan para ile de neft (gaz), sabun, tuz... üç anaç, bir horozu saklayacaktık, dördü de kesilecekti. Kesim gününde birini anam tüm olarak pişirecek, hep birlikte yiyecektik. Ötekileri azar azar çorbaya anık (çerez) yapacaktık. Ayrıca yabancı bir konuk geldiği zaman önüne kaz eti çıkarırdık!
- Yavaş git ola, ben de geleyim!
İşitmemezlikten geliyordu m Meco'yu. Kazları Deresuyunda bırakarak koştum.
Evin önünde köylüler kaynaşıyordu. İsli bir kazanda su kaynıyordu. Süleyman usta ağaçları yontuyordu. İmam sekide bağdaş kurmuş Kur'an okuyordu. Bacım beni kucağına bastırdı:
- Kardaş can!.. Kardaşlarını bırakıp giden kardaşcan!.. dedi, kanlı gözlerinden yaşlar akıttı.
Demek Ali ölmüştü! Acaba ekmek getirmişler miydi? Anamın ağıtı yükseldi birden:
- Koyunum benim! Yavrum!.. Kuzum benim, bahtı kara yavrum!.. Babasız giden yavrum! Babam tırpan ırgatlığına gitmişti. Kazanacağı para ile bankanın borcunu ödeyecektik.
Anam saçını yoluyor, dizlerini dövüyordu. Kadınlar anamı teselli etmeye çalışıyordu:
- Ağlama bacım, ağlama! Ölünün üstüne ağlamak günahtır!
- Ağlama anam, ağlama! Ali'nin gaderi, bütün çocukların gaderi...
- Ağlama bacım ağlama! İyi ki öldü de kurtuldu. Vay gününe, yaşasaydı ne görecekti?
- Ağlama anam ağlama! Allah bizi de küçükken öldürseydi, hiç olmazsa günaha girmez, cennete giderdik!
Anam, bacım niye bu denli ağlıyorlardı? Yoksa ekmek getiren olmamış mıydı?
Gözlerimi tereğe çevirdim. Üstü örtülü yabancı bir tabak gördüm. İçi şişkindi. Olaki ekmek vardı içinde! Ben ulaşamazdım tereğe. Acaba .anam gelip vermez miydi? Anama baktım, beni görmüyordu. Ağıtını kesmiş, başı elleri arasında sallanıyordu Ali'nin başında. Ali sırtüstü yatırılmıştı. Yüzü hareketsiz, bombozdu. Çenesini bir bez parçası ile bağlamışlardı. Gözleri yarı açık bir noktaya bakıyordu. Gözkapakları hiç oynamıyordu.
Hasan Dadaş telaşla girdi içeri. Etrafını alanlara sessizce bir şeyler söyledi. Kefen parası bulamamıştı! Bir sessizlik sardı evi, sinek uçsa duyulurdu. Bekir dayı birden yıldırım çakar gibi bağırdı:
- Ola, bakkal Şamo'ya git, itoğlu itlik etmesin! Babası tırpan ırgatlığından getirir verir parasını!
Hasan dadaş, koşarak çıktı. Ben tereğin dibine yanaştım. Gözlerim üstü örtülü yabancı tabaktaydı. Gülgez hala geldi, örtü yü açarak bir bazlama çıkarıp verdi. Yumuşak çavdar ekmeğiydi. Yuvarlak bir dürüm yaptım. Yiye yiye dışarı koştum. Lokmalar ses çıkararak karnıma iniyordu.
- Ola hani benim payım? Ben müjde vermemiş miydim? Ne olursun bir lokma! Baban hayrına bir lokma!.. diye yalvarıyordu Meco. Öbür çocuklar da istiyordu. Meco, avluda omuzlarımın arasına bir yumruk attı, yüzükoyun düştüm. Ekmeği karnımın altına sakladım. Yediğim yumruğun acısını duymuyordum. Çok çabaladı, alamadı ekmeği. Küfür ederek uzaklaştı:
- Senin ananı!.. Benim kardaşım ölende gözün önüne yiyeceğim, bir lokma vermeyeceğim!..
DURSUN AKÇAM
Peli'nin Meco, ağzındaki yemlik tomarını çiğneyerek yaklaştı. Bir bana, bir köye bakıyordu.
- Sizin evin önünde ataş yakmışlar, dedi.
Çok uzak değildik. Kıyıda evimiz iri bir tümsek gibi gözükordu. Bütün köyevleri irili ufaklı tümsekler gibiydi. Gerçekten kalın bir duman kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Çöplüğe mi ateş vermişlerdi? Bir tezek ateşiydi yanan. Anam çamaşır mı yıkayacaktı? Öyle olsaydı soyardı üstümüzü sabahleyin, çıplak otlatırdım kazları. Donum, gömleğim, pantolonum yoktu. Bir kara bulusum vardı. Onun da ne zaman yıkanacağı belli olmazdı. Kuruyuncaya değin çıplak beklerdim kışın içerde, yazın güneşte. Kardeşlerim de benim gibi olurdu. Boktan, çamurdan resimler çizerdik karnımıza. Anam ayıp yerlerini kaftanın eteği ile gizlemeye çalışırdı. Babamın pantolu yıkanıyorsa o gün akşama değin yataktan çıkmazdı.
Çamaşır olamazdı. Sabun alınmamış, kürüne su doldurulmamıştı.
- Acep niye yanıyor ateş? diye sordu Meco.
- Bilmem.
- Evinizde hasta var mı?
- Var, kardeşim Ali hasta!
- Çok mu?
- He!
Meco, ağzının yeşilini koluna sildi:
- Olaki kardaşın ölmüş, dedi!
Bir hoş oldum. Belki de doğruydu. Birisi öldüğü zaman evin önünde ateş yakar, su ısıtırlardı. İmam önüne peştemal bağlar ölüyü çimdirirdi. Bir kişi de sapı uzun tavayla su dökerdi. Mezar kazıcılar, ellerinde kürek, kazma girer, çıkarlardı. İhtiyarlar oturur tesbih çeker, dudaklarını kıpırdatarak okurlardı. Ağaçlar kısa kısa kesilir mertek yapılırdı. Hiç kimsenin yüzü gülmezdi. Biz çocukları kızar, kovalardı.
Meco, evin önünde toplanmış kalabalığı gösterdi:
- Anam avradım, Ali ölmüştür!
İyi olurdu, ben de istiyordum ölsün. Ekmek getirirdi komşular, yumuşak yumuşak buğday ekmeği. Bir yutuşta inerdi boğazımdan aşağı. Pişi de getirirlerdi! Ortası delik kırmızı pişiler. Fatma'nın anası ölmüştü, onlara getirmişlerdi. Fatma, çocuklara inat olsun diye çöplüğün üstünde yiyordu pişiyi. Oynaya oynaya yiyordu, «Anam öldü, bize pişi verdiler» diyordu. Hiçbir çocuğa bir lokma vermiyordu.. Ali küçüktü. Küçüklere pişi getirmezlerdi... Arpa ekmeği neyime yetmiyordu ? Ağzımın dolusu lokmalarla karnımı doyururdum. Sahiden Ali ölseydi...
On üç mü, on dört mü doğurmuştu anam, sayısını kendisi de bilmiyordu. Ölen ölmüş, kalan sağlar dokuzduk. En küçüğümüz Ali, anamın hesabına göre dört yaşındaymış,ben altı, iki yaş büyükmüşüm Ali'den.
Sıtmalı çocuklar gibi sapsarıydı Ali. Bacakları egri kayın çubuklarına benziyordu. Kaburga kemikleri bir bir sayılırdı. İnce boynu üstünde iri bir kafası vardı. Sanırdınız iki kafayı biribirine eklemişler. Gövdesini tartan ayçiçekleri gibi öne, arkaya, yana düşerdi kafası Ali'nin. Nineme göre, anamın son dünyası Ali, teknedeki hamur kazıntılarından yapıldığı için ustalar iyi tutturamamışlardı!
Anam, hepimizden çok sever görünürdü Ali'yi. Eline geçirdiği bir yumurtayı, kuşağı arasına sakladığı ekmekleri Ali'ye yedirirdi gizlice. Yine de iflah etmiyordu; sapsarı köpükler kusuyordu.
Bir gün kazları otlatmaktan yeni dönmüştüm. Açtım. Başım dönüyor, ağzımdan su akıyordu. Sırtımı ocağın taşına dayamış, kaynamakta olan evelik (gübreli topraklarda biten bir çeşit geniş yapraklı otların kurutulmuşu) çorbasının pişmesini bekliyordum. Ali de karşımda oturmuş, kulağını tencerenin sesine vermişti.
Kapı açıldı. Anam beni görmezlikten gelerek Ali'yi çağırdı,
- Çabuk, kazları ekinden çıkar, dedi, kapıyı kapadı.
Ali, kulaklarını dikerek kedinin fareye gitmesi gibi koştu. Anlaşılan Ali'ye yeni bir nevale verilecekti. Anam hep öyle yapardı, bizim haberimiz olmasın diye Ali'yi dolaylı yollardan çağırarak ayırırdı yanımızdan, «Tarlaya bak!.. Çeşmeden su getir!.. Komşudan eleği iste!..» derdi. Karanlık avluda Ali'nin eline nevalesini tutuşturduktan sonra gelir bizi söze tutardı. Ama bu sefer dalavereyi yutmayacaktım! Benim Ali'den farkım neydi? Ben de onun çocuğu değil miydim?
Biraz sonra anam geldi:
- Kazları iyi doyurmamışsın, dedi. Oysa o gün kazları çok iyi doyurmuştum. Boğazları tulum gibi sarkıyordu. Durumu anladığım için üstünkörü yanıtlar verdim. Sessizce çıktım. Evin karanlıklarını aradım. Kapı arkasına, arpa kuyusuna bir bir baktım göremedim Ali'yi! Zaman yitirmeye gelmezdi. Dörtnala damın üstüne çıktım. Damlar, toprak düzeyinde olduğu için herhangi bir engelle karşılaşmadım. Çukurda yüzükoyun dürümü yerken yakaladım Ali'yi. Kartal gibi saldırdım, bir pençede aldım dürümü. İçine taze çökelek konmuş, yumruk kadar bir ekmek parçası idi.
Ali, cıyak cıyak bağırarak felaket haberini duyurmaya koştu. Ben dürümü iki lokmada indirdim mideye. Gözlerim ışıklandı, dünyam değişti sandım. Anam hışımla çıktı. Ali de arkasındaydı:
- Ola domuzun dölü, ola! Geri. ver sahibinin lokmasını! Yeme ola, geri ver! diye ünledi. Tabanları nalladım. Anam yetişemedi!
- Zehir olsun canına!.. Aç kurt!.. Hain it... Sen akşam eve gelirsin!
Karanlık bastı. Korkudan eve dönemiyordum. Isırganların, sarmaşık otların arasına saklandım. Isırganlar, elimi, yüzümü, çıplak bacaklarımı alazladı. Çaresiz katlandım. Cinlerden, şeytanlardan, perilerden, kurttan, yılandan korkuyordum. Ufak hışırtılarla dik dik sıçrıyordum!..
- Ola Ceso, ola!
Anamın sesi karanlıkları yardı geçti. Bütün korkularım uçtu.
- Ola gel, nerdeysen çık gel! Vallah da bir şey demiyeceğim, billah da! Ekmek gözümü tutsun dövmeyeceğim, haydi gel yavruma kurban!
Yüreğim dolu doluydu. Hıçkırıklarımı tutamadım! Anam sesime gelerek buldu beni. Kolumdan tutarak kaldırdı:
- Ali çok zayıf yavrum! Sizin gibi otlarla idare edemiyor. Boğazı daralmış. Böyle giderse ölecek! dedi. Sesi ağlamaklıydı. Gözyaşlarını leçeğinin ucuna sildi.
İşte bu olaydan birkaç gün sonra Ali yatağa düştü. Yemiyor, içmiyordu. Sigara kağıdına dönmüştü. Ödünç aldığımız bir tabak unu dirhem dirhem Ali'ye çorba yapıyordu anam. Kaşık ucu ile içirilen bu çorbaları da kusuyordu Adi. Cansız ve dilsiz yatıyordu.
Meco, gözünü ayırmıyordu bizim kapıdan:
- Ola, anam avradım, Ali ölmüştür, sahiden ölmüştür. İnanmazsan millete bak, herkes orada!
Kiraz ayında (haziranda) köylü tümden işsiz olurdu. Biçin ayına (ağustos ayı) değin görülecek soluklu işleri yoktu. Bu arada bir iki tarla herk (nadas) ederlerdi. Onun da sırası Her ayı (temmuz) idi. Tarlası, çifti-çubuğu olmayanların böyle bir kaygusu yoktu. Kimileri beklemez, Sinekdağı'na tırpan ırgatlığına giderlerdi. Geri kalan köylüler, köyde biçin ayını beklerlerdi. Onun için küçük olaylar kısa sürede onların bir araya toplanmasına yetiyordu. Örneğin iki kişinin kavgası, köpeklerin boğuşması, horozların dövüşü... gibi. Yani kalabalığa bakarak Ali'nin öldüğünü sanmak doğru olmayabilirdi. Oysa Meco, kanısında direniyordu:
- Ali ölmüştür, müjdemi isterim! dedi.
Ölüye müjde verilir miydi? Şaşkın şaşkın yüzüne baktım.
- Ne bakıyon oğlum? Şimdi size pişi gelecek, buğday ekmeği gelecek!.. Payımı isterim!
- Ali küçüktür, buğdayekmeği getirirler mi, pişi getirirler mi?
- Pişi getirmeseler, buğdayekmeği getirirler, hem de öyle çok getirirler ki anıı! Nah şu kadar! Kollarını iki yana açarak gösteriyordu.
- Nereden biliyorsun?
- Baharın amcamın oğlu ölmüştü ya, işte o zaman gördüm. O kadar yedik ki karmınız davul oldu. Ali, amcamın oğlundan büyüktür, size daha çok getirirler!
Belki de doğruydu. Hemen kazları önüme kattım, evin yolunu doğrulttum. Meco da kazlarını topladı, peşimden geliyordu. Pisboğaz çocuk neye geliyordu? Ekmeğe ortak olacaktı! Hiç verir miydim? Geri dönerek bağırdım:
- Arkadaş boşuna gelme! Senin de kardaşın mı?
- Sana ne, geleceğim!
Kazlar ağır yürüyordu. Devrile devrile yürüyordu. Bir iki çubuk salladım. Civcivin birisi tepesi üstüne düştü. Ödüm koptu, ter bastı gövdemi. Tek umudumuz bu kazlardı. İki anaç, bir horoz, On bir civciv, hepsi on dörttü. Güzün altısını satacaktık. Anama don, bacıma kaftan alınacaktı. Kalan para ile de neft (gaz), sabun, tuz... üç anaç, bir horozu saklayacaktık, dördü de kesilecekti. Kesim gününde birini anam tüm olarak pişirecek, hep birlikte yiyecektik. Ötekileri azar azar çorbaya anık (çerez) yapacaktık. Ayrıca yabancı bir konuk geldiği zaman önüne kaz eti çıkarırdık!
- Yavaş git ola, ben de geleyim!
İşitmemezlikten geliyordu m Meco'yu. Kazları Deresuyunda bırakarak koştum.
Evin önünde köylüler kaynaşıyordu. İsli bir kazanda su kaynıyordu. Süleyman usta ağaçları yontuyordu. İmam sekide bağdaş kurmuş Kur'an okuyordu. Bacım beni kucağına bastırdı:
- Kardaş can!.. Kardaşlarını bırakıp giden kardaşcan!.. dedi, kanlı gözlerinden yaşlar akıttı.
Demek Ali ölmüştü! Acaba ekmek getirmişler miydi? Anamın ağıtı yükseldi birden:
- Koyunum benim! Yavrum!.. Kuzum benim, bahtı kara yavrum!.. Babasız giden yavrum! Babam tırpan ırgatlığına gitmişti. Kazanacağı para ile bankanın borcunu ödeyecektik.
Anam saçını yoluyor, dizlerini dövüyordu. Kadınlar anamı teselli etmeye çalışıyordu:
- Ağlama bacım, ağlama! Ölünün üstüne ağlamak günahtır!
- Ağlama anam, ağlama! Ali'nin gaderi, bütün çocukların gaderi...
- Ağlama bacım ağlama! İyi ki öldü de kurtuldu. Vay gününe, yaşasaydı ne görecekti?
- Ağlama anam ağlama! Allah bizi de küçükken öldürseydi, hiç olmazsa günaha girmez, cennete giderdik!
Anam, bacım niye bu denli ağlıyorlardı? Yoksa ekmek getiren olmamış mıydı?
Gözlerimi tereğe çevirdim. Üstü örtülü yabancı bir tabak gördüm. İçi şişkindi. Olaki ekmek vardı içinde! Ben ulaşamazdım tereğe. Acaba .anam gelip vermez miydi? Anama baktım, beni görmüyordu. Ağıtını kesmiş, başı elleri arasında sallanıyordu Ali'nin başında. Ali sırtüstü yatırılmıştı. Yüzü hareketsiz, bombozdu. Çenesini bir bez parçası ile bağlamışlardı. Gözleri yarı açık bir noktaya bakıyordu. Gözkapakları hiç oynamıyordu.
Hasan Dadaş telaşla girdi içeri. Etrafını alanlara sessizce bir şeyler söyledi. Kefen parası bulamamıştı! Bir sessizlik sardı evi, sinek uçsa duyulurdu. Bekir dayı birden yıldırım çakar gibi bağırdı:
- Ola, bakkal Şamo'ya git, itoğlu itlik etmesin! Babası tırpan ırgatlığından getirir verir parasını!
Hasan dadaş, koşarak çıktı. Ben tereğin dibine yanaştım. Gözlerim üstü örtülü yabancı tabaktaydı. Gülgez hala geldi, örtü yü açarak bir bazlama çıkarıp verdi. Yumuşak çavdar ekmeğiydi. Yuvarlak bir dürüm yaptım. Yiye yiye dışarı koştum. Lokmalar ses çıkararak karnıma iniyordu.
- Ola hani benim payım? Ben müjde vermemiş miydim? Ne olursun bir lokma! Baban hayrına bir lokma!.. diye yalvarıyordu Meco. Öbür çocuklar da istiyordu. Meco, avluda omuzlarımın arasına bir yumruk attı, yüzükoyun düştüm. Ekmeği karnımın altına sakladım. Yediğim yumruğun acısını duymuyordum. Çok çabaladı, alamadı ekmeği. Küfür ederek uzaklaştı:
- Senin ananı!.. Benim kardaşım ölende gözün önüne yiyeceğim, bir lokma vermeyeceğim!..
DURSUN AKÇAM