Çanakkale ile ilgili Bilmediklerimiz

snıper

New member
Katılım
17 Ocak 2006
Mesajlar
2,345
Reaction score
0
Puanları
0
ÇANAKKALE İLE İLGİLİ BİLMEDİKLERİMİZ

Allah için hepsini okuyun




(Bu makale, teknolojinin her şeyi çözeceğine inanan teknoloji budalalarına ithaf edilmiştir)

Aç ve perişan halkın dişinden tırnağından artırarak devletine kazandırmak
istediği ve parası peşin ödenmiş iki savaş gemimize İngilizlerin göz göre
el koyduğunu, tüm ültimatomlarımıza rağmen paramızı geri ödemediklerini ve
bu gemilere daha sonra askerlerini doldurarak Çanakkale’ye yolladıklarını
________________________________


Enver Paşa’nın Alman hayranlığının bize 500 bin vatan evladına ve bir
imparatorluğun tasfiyesine neden olduğunu, Almanlarla yapılan gizli
anlaşmanın kabinedeki bakanlardan bile gizlendiğini, aradan yüz yıl
geçmesine rağmen yabancı hayranlığı hastalığımızın geçmediğini, sadece
hayran olunanların değiştiğini
________________________________


Sultan Abdülhamid’in olayları kırk yıl önceden görerek Çanakkale’deki
tabyaları güçlendirdiğini ve elden geçirdiğini, Bazı yeni tabyaları inşa
ettirdiğini, O’nun yaptığı çalışmaların belki de savaşın seyrini değiştirdiğini
________________________________


İngilizlerin daha savaş ilan edilmeden Seddülbahir’i bombaladıklarını ve 86 şehit verdiğimizi
________________________________


Avustralya’nın ve Yeni Zelanda’nın gençlerinin “Avrupa’yı Almanlardan
kurtarmak ve Avrupa’nın özgür kalmasını sağlamak” propagandasıyla
toplandığını, Bu gençlerin daha önce Gelibolu denilen yerin adını bile
duymadıklarını
________________________________


İkinci çıkarma için savaşa giden bir Avustralya askerine nereye gittiğini
soran bir yaşlı adama “Türkler buraya gelip yerleşecekler, onları öldürmeye
gidiyoruz” dediğini, bu söz üzerine yaşlı adamın binlerce kilometrekarelik
çöle doğru baktığını ve “Eee gelsinler ne olacak ki burada yer
çok” dediğini
________________________________


Padişahın “Cihad” ilanını duyan ve Avustralya’da yaşayan iki zenci
müslümanın, Türklerle savaşa giden birliğe ateş açtığını ve orada şehit edildiklerini, Orada bulunan ve olayı yaşayan Avustralyalıların bu olayın nedenini uzun süre anlayamadıklarını
________________________________


İngiliz-Fransız donanmasının Gelibolu öncesi 200 yıldır hiç yenilmediğini,
dünyanın gelmiş geçmiş en iyi donanması olarak bilindiğini, bu donanmanın
bayraklarını gören Türklerin topukları yağlayıp kaçacaklarını düşündüklerini, daha da trajik olanı bu düşünceye saplantı derecesinde inandıklarını
________________________________


İngiliz-Fransız donanmasının seksen parça gemiyle boğaza saldırdığını,
gemilerden birinin adının “Agamemnon” olduğunu, Agamemnon’un binlerce yıl
önce Truva’ya saldıran Yunan ordusunun kalleşçe yöntemler kullanan
komutanının adı olduğunu
________________________________


Agamemnon’un yaşadığı topraklarda doğmasına rağmen kanının son damlasına
kadar Türk olan ve kendisini Anadolulu hisseden Mustafa KEMAL’in Çanakkale
zaferi sonrası öldürülen Truva kahramanını “Hektor’un İntikamını Aldık”
diyerek unutmadığımızı ve Truvalıların bizim için ne anlama geldiğini en
güzel şekilde ifade ettiğini
________________________________


İngilizlerin sabah saatlerinde girdikleri boğazı ellerini kollarını
sallayarak, canlarının istediği her yeri bombalayarak geçebileceklerini
zannettiklerini, Akşam beş çayını Marmara denizinin ortasında içmeyi
planladıklarını, İstanbul üzerine bahisler
kurduklarını
________________________________


Şair deyince insanların aklına terbiye, iman ve insanlık sahibi yüce
kişiliklerin geldiği (Mehmet Akif ERSOY gibi), İngiliz şairlerin de –hem
de yüksek ideallerle- savaşa katıldığını, bu ideallerini günlüklerinde
“Lokum ve halıları yağmalamak, Ayasofya’nın çinilerini sökmek, İstanbul’un
en güzel lokantalarında balık yemek” olarak yazdıklarını
________________________________


Yüzlerce yıl Osmanlının ekmeğini yemiş olan ve Osmanlıdan sadece saygı ve hoşgörü görmüş olan gayr-i müslimlerin, İngiliz-Fransız donanmasının gelmekte olduğunu haber alınca İstanbul’da sevinç gösterileri yaptığını
________________________________


Bu tehlikeli gelişmeler karşısında devleti yönetenlerin başkenti
Eskişehir’e taşımayı düşündüğünü, hatta gerekli binaların ayarlandığını,
gitmesi için teklif götürülen devrik Sultan Abdülhamid’in bu teklife
şiddetle karşı çıktığını, “Biz İstanbul’u alırken Bizans İmparatoru kanının
son damlasına kadar savaştı ve öldü Ben ondan daha mı az şerefliyim!
Gelirlerse burada savaşır ve ölürüz” dediğini, bu sözler üzerine payitahtın
utandığını ve İstanbul’da kalmaya karar verdiğini, Direkten dönen bu
düşüncesizliğin belki de askerimiz üzerinde korkunç bir moral çöküntü
yaratmış olabileceğini
________________________________


Osmanlı Devletinin elinde sadece 26 deniz mayını kaldığını, Nusret (Yardım)
gemimizin kaptanının (Tophaneli Hakkı Binbaşı ) mayınları nereye ve ne zaman
bırakması gerektiğini bir gece önce rüyasında bir yüce kişi tarafından
kendisine bildirildiğini, Bu mayınların hiç akla gelmeyecek biçimde
Ertuğrul koyunda kıyıya paralel olarak döküldüğünü, İngilizlerin boğazı
defalarca dikine kontrol etmelerine rağmen bu mayınları tespit
edemediklerini çünkü Nusret’in bu mayınları son mayın kontrolünden sonra
sabaha karşı bıraktığını
________________________________


Donanma boğazı geçmeye başladığında düşük top menzilli Fransız gemilerinin
taktik gereği tabyalarımızı şaşırtmak için öncü atışlar yaptıklarını daha
sonra arkalarından gelen uzun menzilli İngiliz gemilerine yol açmak için
kenara kaydıkları Bu kayma esnasında kıyıya paralel yerleştirilen
mayınlara çarptıklarını, büyük bir panik yaşandığını, ortalığın
karıştığını, gemilerin birbirine girdiğini, 200 yıldır yenilmeyen dünyanın
en büyük donanmasının iki saatte dağıldığını Türklerin batan düşman gemilerindeki savunmasız askerlere ateş etmeyi bıraktıklarını ve diğer gemilere ateş ettiklerini Bunu gören İngiliz komutanlarının –muhtemelen kendileri
tersini yapmış olacakları için- olaya bir anlam veremediklerini Her
fırsatta bize insan hakları, medeniyet, modernite tokatları patlatanların
o gün aldıkları bu insanlık dersi karşısında şok geçirdiklerini
________________________________


Edremitli Seyit Onbaşının, Topun ağzına mermi süren vinç tesisatı
bombardımanda kullanılamaz hale gelince “Ya Allah Bismillah” diyerek üç
tane 275 kiloluk mermiyi tek başına arka arkaya kaldırarak yatağa sürdüğünü
ve ateşlediğini, bu işlemi yapabilmesi için her defasına üç basamaklı metal
bir merdivenden çıkması gerektiğini, üçüncü atışta İngilizlerin “Ocean”
zırhlısının dümenini parçaladığını, dümeni kırılan “Ocean”ın sarhoş bir
serseri gibi mayınlara sürüklendiğini bir mayına çarparak havaya uçtuğunu ve yirmi dakika içinde battığını
________________________________


Bu olayın ertesinde bölük komutanının Seyit Onbaşıyı çağırttığını, aynı
mermiyi kaldırmasını istediğini ancak Seyit Onbaşının bunu
başaramadığını Bunun üzerine Komutanın “Bu merminin tahtadan bir
maketini getirsinler, Bu yiğidin fotoğrafını çeksinler” diye emir
verdiğini, Bu fotoğrafın hepimizin çok iyi bildiği ve Seyit Onbaşının
günümüze ulaşan tek fotoğrafı olduğunu
________________________________


Cumhuriyet kurulduktan çok sonra Mustafa KEMAL’in Edremit’i ziyareti
sırasında Seyit Onbaşıyı sorduğunu ve Kaymakam dahil kimsenin
bilmediğini Kaymakamın Seyit Onbaşı’yı Mustafa KEMAL’in huzuruna
çıkarmadan önce kılığını beğenmeyip, tıraş ettirip takım elbise
giydirdiğini, bu olayın Mustafa KEMAL’i derinden yaraladığını Kaymakam
dahil orada bulunan herkesi azarladığını Seyit Onbaşının ölene kadar ormancılık yaparak sefalet içinde perişan yaşadığını
________________________________


Nusret Mayın gemisinin yakın zamana kadar Mersin’de demirli olduğunu ve
ömrü dolduğu için jilet yapılmasının planlandığını, sırf bu ihtimalin bile
Türk Milleti adına yüz kızartıcı bir utanç levhası olarak kalacağını,
birkaç vatanseverin çırpınışıyla şimdilik bu olayın durdurulduğunu
____________________________________


İngilizlerin 18 Mart faciasının suçlusu olarak mayın
taramacıları sorumlu tuttuğunu, Hepsinin kurşuna dizdirildiğini, savaş bittikten yıllar sonra her iki ordu arşivleri açıklanıp gerçekler öğrenilince bu askerlerin
ailelerinden özür dilendiğini, tazminat ödendiğini, iade-i itibar
yapıldığını ve şerefli birer asker olarak öldüklerini ilan ettiklerini
________________________________


İngiliz-Fransız ortaklığının boğazı donanmayla geçemeyeceklerini anlayınca
onlara geçit vermeyen Türk topçularını arkadan ele geçirerek temizlemek için çıkarma harekatı yapmaya karar verdiklerini, bunun için Mısır’da piramitlerin dibinde, sömürgelerinden getirdikleri on binlerce askeri toplayıp “Nasıl olsa orada
Türklerle işimiz çok kolay olacak” diyerek bu askerlere baştan savma bir
eğitim verdiklerini, Burada toplanan askerlerin 16 farklı ülkeden
geldiğini, Aralarında Müslümanların bile olduğunu, daha sonra bu askerlerin
savaş esnasında kandırıldıklarını anlayıp taraf değiştirdiklerini, Burada
toplanan askerlerin büyük çoğunluğunun çapulcular gibi davrandığını, kahire
sokaklarında yapmadıkları rezilliğin kalmadığını
________________________________


Mısırda toplanan askerlerin kayıtlarını tutan bir katibin sürekli
“Australia and New Zealand Army Company/ Avustralya ve Yeni Zelanda Ordu
Birliği” yazmaktan sıkıldığını pratik bir çözüm olarak bu kelimelerin baş
harflerini alarak ANZAC kısaltmasını bulduğunu, bu kısaltmanın dünya tarihine geçtiğini
________________________________


İngilizlerin çıkarma harekatını ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını,
akıntı ve hava durumu dahil yaptıkları hiçbir hesabın tutmadığını,
aralıklarla çıkmaları gereken geniş kumsala değil, dar bir koya ve
kalabalık bir şekilde çıkmak zorunda kaldıklarını, karşılarında ise Ezineli
Yahya Çavuş ve 62 kişilik takımı dışında hiçbir birliğimizin olmadığını
________________________________


Türk ordusunun başındaki Alman Liman Von Sanders Paşa’nın çıkarma beklenen
bölgeleri kasıtlı olarak yanlış hesapladığı, İngilizleri ve Türkleri
olabildiğince birbirine kırdırarak İngilizlerin dikkatini bu bölgeye
çekmeyi, bu sayede Avrupa’da savaşan Alman askerlerinin karşısında daha
zayıf bir askeri güç olmasını ve Alman birliklerini rahatlatmayı
amaçladığını, bu gizli hesabın her iki taraftan da 500 bin cana mal
olduğunu, bunun ispatlanamamış bir iddia olduğunu, Tüm savaş boyunca Liman Paşanın hiçbir askeri tahmininin tutmadığını, aradan yüz yıl geçmesine rağmen bu şüphenin hala kafaları kemirdiğini
________________________________


Çanakkale savaşlarındaki en büyük askeri dehaların Mustafa KEMAL ve Esat
Paşa olduğunu, düşmanın her hamlesini doğru tahmin ettiklerini, yaptıkları
kritik hamleler ve aldıkları cesur kararlarla savaşın seyrini
değiştirdiklerini, gelişen olaylar neticesinde askerlerinin de yüksek
güvenini ve hayranlıklarını kazandıklarını, bir işaretleriyle
emrindekilerin hiç düşünmeden ölüme koştuklarını İngiliz ve Fransız
Kurmaylarının bu kadar zor şartlarda çarpışan Türk ordusunun bu kadar
akıllıca sevk ve idare edilebilmesine anlayamadıklarını, Zaten onların tüm
savaş boyunca olan biten hiçbir şeyi anlayamadıklarını

________________________________


Çıkarma beklenmediği için küçük bir takımdan başka hiçbir askeri birliğin
bulunmadığı koya çıkan 4000 İngiliz askerine Yahya Çavuş ve arkadaşlarının
eski tip piyade tüfekleriyle 18 saat boyunca karşı koyduğunu, mermi israfı
yapmamak için asla tek dolaşan hedeflere ateş edilmediğini, neredeyse
hiçbir mermi israfının yapılmadığını, adamların orada çakılı kaldığını, bir
santimetre ilerleyemediklerini, takım komutanlarının üstlerine
telsizlerinden verdikleri raporlarda karşılarında kalabalık bir makineli
tüfek (!) birliğinin bulunduğunu bildirdiklerini, dışarıdaki kıyımı gören
İngiliz askerlerinin çıkmak istemediklerini bunun üzerine komutanlarının
onlara arkalarında ateş ederek zorla savaşmaya gönderdiklerini Havadan
savaşın seyrini takip etmekle görevli bir İngiliz pırpır uçağının pilotunun
kıyıdan 50 m kadar açığa kadar denizin kıpkırmızı kan ile dolduğunu
gördüğünü, bunun hayatında gördüğü en korkunç şey olduğunu söylediğini ve
muhtemelen aklını oynattığını
________________________________


Ezineli Yahya Çavuş ve arkadaşlarının hepsinin orada şehit olduğunu Bu
çarpışma ve şehadetin belki de savaşı kurtardığını, bu bölgeye çıkarma
yapıldığını haber alan diğer birliklerin bölgeye yetişmesi için gereken
zamanın kanla kazanıldığını
________________________________


Bir bölgeye çıkarma yapan 2000 kişilik İngiliz ve Fransız bölüğünün o
bölgede bulunan selvi ağaçlarını Türk birliği sandıklarını, hepsinin
kaçarak bölgeyi terk ettiklerini, bu olayın yıllar sonra kendi
raporlarından ve yazılı kaynaklarından öğrendiğimizi, kimsenin nasıl olup
ta 2000 kişinin aynı anda hayaller gördüğünü açıklayamadığını
________________________________


Tüm çıkarma harekatı boyunca İngilizlerin yılan gibi sinsice davranmaya
çalıştıklarını, Başta Anzak birlikleri olmak üzere diğer tüm sömürge
askerlerini hep kendilerine kalkan olarak kullandıklarını Ölümün kesin
olduğu taarruzlarda öncü siper birlikleri olarak hep bu askerlerin kullanıldığını Mel GIBSON’un gençlik yıllarında başrol oynadığı “Gallipoli” adlı sinema filminde bu
konuya inceden göndermeler yapıldığını
________________________________


İngilizlerin tüm savaş boyunca hata üstüne hata yaptıklarını, aptalca
kararlar aldıklarını, emir-komuta zincirlerinde sürekli kopukluklar
olduğunu, verilen önemli emirlerin asla yerine ulaşmadığını, kimden
geldiği belli olmayan emirlerle önemli stratejik hatalar yaptıklarını,
mevzi ve can kaybının bu nedenle çok artığını, İngiliz savaş kaynaklarında,
askerlerin anılarında ve araştırma eserlerinde bunun gibi yüzlerce olay
yaşandığını
________________________________


Gelibolu siper savaşlarının tarihin gördüğü en acıklı savaş olduğunu,
on binlerce askerin savaştığı düşman askerini bir kere bile göremeden can
verdiğini, İngilizlerin tokat üstüne tokat yedikçe Türk siperlerine kurşun
yağdırır gibi bombalar yağdırdıklarını, kolların bacakların havalarda uçtuğunu,
yerin altının ve üstünün sürekli yer değiştirdiğini, her defasına “Tamam
bu sefer canlı Türk bırakmadık” diyerek saldırıya geçtiklerini, her
defasında Allah’tan başka sığınacak hiçbir şeyleri kalmamış Mehmetlerin
kabus gibi tekrar tekrar karşılarına çıktığını
________________________________


Savaş istatistiklerine göre bir m2’ye 6000 mermi düştüğünü, bu oranın dünya
savaş tarihinin en yüksek oranı olduğunu Havada iki merminin çarpışma
ihtimalinin 600 milyonda bir olduğunu, bu çarpışan mermilerden Çanakkale’de
onlarca bulunduğunu Savaş Gazilerinin “Cehennem diye bir yer vardır
Biz orayı gördük” dediklerini
________________________________


Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencilerinin okul sıralarını bırakarak
cepheye koştuklarını, 15-16 yaşlarındaki bu fidanların hepsinin tek bir
saldırıda İngiliz makinelisi ile biçildiğini, Olayı
gören bir Türk askerinin yıllarca ağzını bıçak açmadığını ve ne zaman
Çanakkale’den bahsedilse hüngür hüngür ağladığını
________________________________


Darü’l Fünun’un tüm son sınıf öğrencileri şehit olduğu için o sene hiç mezun
vermediğini
________________________________


Gömülemeyen ölülerin on binleri bulduğunu, ortalığın kokundan ve sineklerden
geçilmediği, domuzun bile yaşamayacağı şartlarda askerlerin savaştığını,
ilk ateşkesin dostluk gösterisi değil, şartların her iki taraf için de
artık kaldırılamayacak kadar ağırlaştığı için zorunlu olarak alındığını
İki tarafın askerlerinin o gün arkadaşlık yaptıklarını, birbirlerine
cigara, yiyecek ve tespih, yüzük, rütbe gibi ufak tefek hediyeler
verdiklerini, bu manzarayı gören bir Türk Subayının “gören insanın
zalimleşeceğini, bir zaliminde insanlaşacağını” ifade ettiğini
________________________________


Ortalığı basan sinekler yüzünden hiçbir yiyecek maddesinin birkaç tane
sinek yutmadan yenilemeyeceğini, Salgın hastalıkların da savaş kadar can
aldığını, bir İngiliz askerinin hasta arkadaşını büyük abdestini yapmak
için tuvalet çukuruna girerken gördüğünü, oradan çıkmayınca çukura
koştuğunu, hasta askerin bayılarak pisliklere batmış olduğunu,
arkadaşlarının ise onu yukarı çekemeyecek kadar güçsüz kalmış olduklarını,
bu hasta askerin kendi pisliğinde boğularak can verdiğini Çanakkale
savaşlarına daha önce hiç bilinmeyen zeka ürünü hileler ve aldatmacalara
başvurulduğunu, Türklerin soba borularından top bataryaları yaptığını ve bu
şaşırtmacanın işimize çok yaradığını, askerlerin Tahta düzenekler yaparak
siperden hiç çıkmadan tüfek atışı yapabildiklerini, bomba fırlatan düzenekler yapıldığını, İngilizlerin Türk topçusunu yanıltmak ve zaten az olan mühimmatı boşa harcatmak için tahtadan kocaman gemiler inşa edip yüzdürdüklerini Toprağın altında bile savaş olduğunu, her iki tarafın tüneller açarak düşman siperlerinin altına kadar gelip patlayıcı yerleştirdiklerini, bu şekilde iki tarafın da çok kayıp verdiğini
________________________________


İkinci çıkarmadan önce İngilizlerin komutanlarını değiştirdiğini, yeni
gelen Sopford’un emekli bir asker olduğunu, çıkarma yapıldıktan sonra uzun
zamandır Gelibolu’da bulunan tüm subay kadrosunun şiddetli itirazlarına ve
“Hemen şimdi saldırırsak Türkleri arkadan çevirip bu işi bitiririz, bu
tepeler bomboş” önerilerine karşın büyük bir aptallık yaparak “Yoldan
geldik yorgunuz Bugün dinlenelim, yarın rahat rahat savaşırız” diyerek
askerlerine dinlenme emrini verdiğini, çıkarma yapan askerlerin bomboş
tepeler önünde gün boyu denize girerek eğlendiğini, mangal yaparak keyif
yaptığını
________________________________


Bu sırada çıkarmayı haber alan Esat Paşa’nın Yarımadanın öbür ucunda
bulunan birliğe düşmanı karşılama emrini verdiğini, bu komutanın ise “Askerlerim günlerdir uykusuz ve yorgun Bu şartlar altında yarımadayı yürüyerek geçemeyiz” itirazını anında o subayı görevden alarak cevaplandırdığını, yerine Anafartalar Grup komutanı olarak Mustafa KEMAL’i görevlendirdiğini, aç, yorgun ve sefil Mehmetlerin Mustafa KEMAL’in arkasından 20 saat yürüdüğünü, bu sırada İngiliz askerlerinin kıyıda mangal ve piknik yaparak dinlendiklerini, bu iki zıt ve mantıksız şartları yaşan birliklerin sabah güneşinde karşılaştıklarını, Türk askerinin mermiyle, mermi bitince süngüyle ve daha sonra kendini uçurumdan aşağı atarak vatan toprağına yapılan son saldırıyı da durdurduğunu, Conkbayırı’nın 24 saat içinde 7 kere el değiştirdiğini, bunun bir savaş değil, boğuşma olduğunu, sonunda İngilizlerin ne yaparlarsa yapsınlar bu işi başaramayacaklarını anladıklarını, İngilizlerin ve tüm işbirlikçilerinin bu işten vazgeçme kararı aldıklarını, Çanakkale seferinin son direnişinin ileride vatanı bir kere daha kurtaracak ve Cumhuriyeti kuracak olan genç liderimizi tüm dünyaya tanıttığını Müslüman ülkelerde Mustafa KEMAL’in kahraman ilan edildiğini, kartpostallarının ve posterlerinin kapış kapış satıldığını
________________________________


Mustafa Kemal’in Anafartalar’da yaralandığını, kalbinin üstünde bulunan cep
saatinin parçalandığını ve şarapnel parçasının derine girmesini
engellediğini, bu yaranın aylarca kapanmadığını, Mustafa KEMAL’in askerin
morali bozulmasın diye bu olayın tek şahidine sus emri verdiğini, daha
sonra Liman Paşa’ya parçalanan saatini hatıra olarak verdiğini ve Liman
Paşa’nın çok şaşırıp heyecanlandığını ve kendi altın köstekli cep saatini
Mustafa KEMAL’e hediye ettiğini
________________________________


Çanakkale’de doktorların askerlerden daha çok yorulduğunu, binlerce
yaralıyla ilgilenmek zorunda kaldıklarını, Ümitsiz vakalarla hiç ilgilenilmediğini ve kurtulma şansı olanlara öncelik verildiğini, Bir Türk doktorun önüne kendi oğlunun getirildiğini, “Kurtulma şansı yok” diye oğlunu tedavi etmediğini, hemen bir sonraki yaralıyı istediğini, yaralılardan ancak ertesi gün başını alabildiğini ve o zaman oğlunun mezarına gidebildiğini
________________________________


İngilizlerin kendi ifadelerine göre mükemmel bir geri çekilme planı
yaptıklarını, hiçbir kayıp vermeden çekip gittiklerini, onların ifadesine
göre Türklerin hiçbir şeyden haberinin olmadığını ama yine kendi
yalanlarını kendi kaynaklarından suratlarına tükürürcesine, ger çekilme
esnasında bizim siperlerden onların siperlerine üzerine kağıt sarılmış bir
taş fırlatıldığını, bu kağıtta düzgün bir İngilizceyle “Gittiğinize
üzülüyoruz, Süveyş Kanalında Görüşürüz” yazdığını Bu olayın, geri
çekilmeden Türklerin haberleri olduğunu ama artık savaşamayacak kadar yıpranmış olduklarını ispatladığını Okuma yazma oranının yüzde beşlerde olduğu bir dönemde bizim Çanakkale’ye hangi yetişmiş evlatlarımızı yolladığımızı ve memleketin en az 100 yılını bozuk para harcar gibi harcadığımızı
________________________________


Gelibolu topraklarına çıkıp, Marmara denizini görebilen sadece tek bir
İngiliz askeri olduğunu, bu askerin aslen İrlandalı olduğunu, Türk askerini
şaşırtmak için gece kumsala tek başına çıkıp bir sürü meşale yakarak
çıkarma sanki oraya yapılıyormuş gibi bir kandırmaca yapmaya çalıştığını,
bu askerin daha sonra yolunu kaybederek yarımadanın çok içerisine kadar
girdiğini, daha sonra bir şekilde dönerek kurtulduğunu, bu olayın yıllar
sonra askeri günlükler okununca öğrenildiğini

________________________________


Savaşta Türk ordusunun tek bir pırpır uçağı olduğunu, bu uçağın arada
sırada askere moral vermek için uçtuğunu, bu uçağın tüm birliklerimizin sevgilisi olduğunu ve ona “Tek Kuyruk” adını taktıklarını
________________________________


Savaşın özellikle sonlarına doğru ordunun istihkakları azalttığını, askere
günde sadece yarım ekmek verilebildiğini, bu ekmeğin de taş gibi kuru
olduğunu Açlık içinde siperlerde yaşayan Mehmetlerin ayakkabı köselelerini kaynatıp çorba niyetine içmeye çalıştıklarını Eğer fedakarlık buysa bizim bildiğimiz hiçbir fedakarlığın fedakarlık olmadığını
________________________________
Medeniyetin öncüsü İngilizlerin beyaz bayrak sallayan Türk askerlerini
kurşuna dizdiğini, esir askerlerimizi tahta barakalara doldurarak
diri diri yaktıklarını Esir alınan aç Türk esirlere maymunlara fıstık atar gibi yiyecek kırıntıları atarak eğlendiklerini Türk askerinin savaşta silahsız düşman askerini öldürmediklerini hayretle gördüklerini, bu sayede çok sayıda İngiliz ve Anzak’ın ölümden döndüğünü, bunlardan birinin sonraki yıllarda İngiltere Genel Kurmay Başkanı olduğunu, bu adamların insanlık adına ne varsa Çanakkale’de bizden öğrendiğini, savaşın sonlarına doğru az da olsa evcilleştiklerini, Çanakkale ile yapılan her belgeselde bu temanın abartıyla işlendiğini, bu savaşın kendilerine de
büyük pay çıkararak ve yaşadıkları ağır yenilgiyi psikolojik olarak örtbas
etmek için yapılan son centilmen (!) savaş olduğunu utanmadan söylediklerini, Türk kökenli yapılan belgesellerde inanılmaz bir İngiliz
yalakalığı yapıldığını, Hiçbir belgeselde Çanakkale’de yaşanan olayların
sansürsüz ve adam gibi anlatılmadığını
________________________________


İngiltere ve Avustralya’nın aradan bu kadar yıl geçtikten sonra
Gelibolu’nun küresel miras olduğunu ve uluslar arası toprak sayılmasını
istediklerini, kendi şehitliklerinin olduğu bölgelerin ise kendi toprakları
olarak kabul edilmesini istediklerini

________________________________


Anzak günü olarak kutlanan 25 Nisan’da TV’lerde Anzak törenlerinin en ince
ayrıntısına kadar anlatıldığını, aynı gün yapılan bu memleketin gerçek
sahibi her görüşten Türk gençlerin 20 bin kişilik yürüyüşünün ise Türk
TV’leri tarafından sansürlendiğini, gösterilmediğini, Atatürk’ün
Çanakkale’de emperyalizme attığı tokat cezalandırılırcasına kendisinden
kerhen (zoraki) bahsedildiğini
________________________________


Çanakkale deniz zaferinin 91 Anma yıldönümü olan 18 Mart Gecesi, Biri
hariç hiçbir ulusal kanalın adam gibi bir yayın yapmadığını, bu kanalın
yayınladığı belgeselin ise prime Time bitiminden sonra (24:00)
yayınlandığını Diğer TV’lerin belgesel ya da tartışma programı yapmak
yerine magazin, eğlence, yarışma ve dizi film gösterimi yaptıklarını Bu
konuyla ilgili yayın yapan diğer TV’lerin ise marjinal çizgiye sahip ulusal
ölçekli kanallar olduğunu Gazetelerin ise
konuya lütfen değindiklerini
________________________________


Çanakkale savaşının sonuçları itibariyle hiçbir savaşla kıyaslanamayacak
kadar Dünya’yı etkilediğini, Bir çok ülkede politik gidişi etkilediğini,
özellikle Rusya’da Bolşevik devrimine yol açtığını Yarım milyon cesedin
ise Gelibolu’da toprağın kimyasını değiştirdiğini ve yeşillendirdiğini
Hâlâ toprağın altında kemikler, boş mermi kovanları ve patlamamış top
mermileri çıktığını
________________________________


Tarihin en büyük teknolojisine ulaşan ve teknolojiyle her şeyi
halledeceklerini zannedenlerin tarihin en büyük yenilgisini aldıklarını
Göğüs göğüse hiçbir çarpışmayı kazanamadıklarını Torunlarının güya
bundan ders çıkarıp şimdi uzun menzilli silahlar yaptıklarını, uzaktan
kumanda ile savaştıklarını, hiçbir uçaksavarın vuramayacağı yükseklikten
uçan ve bombalar atan uçaklar yaptıklarını, Irak’ta bu silahlarını
denediklerini Ne var ki göğüs göğüse çarpışmaya giriştiklerinde gene çuvalladıklarını, teknolojinin bir kere daha mağlup olduğunu
________________________________


Ayrılırken hırsını alamayan İngiliz ve Avustralyalı askerlerin ölü Türk
askerlerinin kafataslarını keserek ülkelerine götürdüklerini Bu
yenilgiyi asla unutamayacaklarını, Bir gün mutlaka buraya yeniden
geleceklerini Biliyor muydunuz?Bilmiyorduk tabi Nereden bileceğiz
ki? Ders kitaplarında yazmıyordu Öğretmenlerimiz bahsetmediler Gazeteler
yazmadı
________________________________



Şu anda televizyona bakıyorum Bir manken hanım kızımız sevgilisinin cipine
binerken müthiş bir frikik vermiş Kameralar zoom yapıyor Görüntü
büyüyor Hayatımız bu ekran ve görüntü tüm ekranı kaplıyor, hayatımızı
kaplar gibi Uzaklarda bir yerlerde soğuk bir rüzgar esiyor Ağaç dalları
sallanıyor, yapraklar hışırdıyor, Bir köpek uluması geliyor bir
yerlerden Yerin altından iniltiler geliyor sanki Yolcular artık
durmuyor gelip geçtikleri ve bir devrin battığı bu yerlerde
Toprak üzgün, sükunetini koruyor Belli ki bağrında yatanları düşünüyor Ve

Mehmetlerin kemikleri sızlıyor, sızlıyor, sızlıyor




dscn03520xb.jpg


dscn03552ly.jpg


dscn03382eb.jpg


dscn03829yy.jpg


dscn03843kv.jpg


dscn03884ff.jpg


dscn03816xc.jpg


dscn03456sl.jpg


dscn03629fb.jpg








Bir Devrin Battığı Yer

Her ne kadar, teşebbüsün muvaffak olabilmesi için, deniz ve kara kuvvetlerinin birlikte hareket etmesi ve darbenin bir baskın şeklinde olması gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da, Çanakkale seferine, donanmanın boğazı zorlaması ile başlanmış, bunda muvaffak olunamayınca, tahkîmâtı karadan düşürmeye teşebbüs edilmiş, yakın Balkan harbinin intibâlarına dayanılarak, Türk’lerin ciddî bir mukâvemette bulunamayacakları farz olunmuştu. Bu tahmînlerin ne kadar yanlış olduğu çabuk meydana çıktı ve İngiliz’lerin "Gelibolu seferi" dedikleri Çanakkale Savaşları, 1915 yılında, buraya sevk edilen i’tilâf kuvvetlerinin sür’atle yıpranarak, geri çekilmeleri ile sona erdi.

1- Giriş... 1914-1918 ’de Türkiye’nin de merkezî devletler yanında harbe girmesi üzerine, bir yandan Rus’lara yardım etmek, diğer yandan Garp cebhesinin üzerindeki Alman baskısını azaltmak maksadı ile İngiliz devlet adamları, donanmanın yardımı ile, Osmanlı İmparatorluğu’nu, en zayıf bir yerinden vurmayı düşündüler. Yakın Doğu’nun hassas noktası olan Istanbul ’u zabt etmek üzere, Çanakkale boğazı zorlanacak olursa, yalnız Rus’ların karşılaştıkları güçlükler azaltılmakla kalmayıp, Rusya ile doğrudan doğruya temâsa gelineceği, Süveyş kanalı ve Mısır üzerindeki tehdîtlerin ortadan kalkacağı, tereddütlü bir siyâset uygulayan eden Balkan devletlerinin i’tilâf cebhesine katılacağı ve bu suretle, bir çıkmaza girmiş gibi görünen harbin gidişi üzerinde büyük bir te’sîr oluşacağı fikri hâkim oldu.

2- Savunma düzenlemesi... İki sâhili tepelerden oluşan dar ve dolambaçlı boğaz, savunmaya pek elverişli bulunduğundan, iyi tabya edilmiş toplar, bol cephâne ve sağlam piyâde mevzi’leri sâyesinde, hemen hemen ele geçirilmez bir hâle getirilebilirdi. Fakat 1914 Ağustosu’nda boğazın tahkîmâtı, kuvvetli bir donanmanın tecâvüzüne dayanamayacak kadar zayıf görünüyordu. Dış savunma denilen tahkîmât, Sedd-ül bahir ve Kum Kale’ye konmuş 20 toptan ibâret olup, bunlardan yalnız dördünün son menzili 14.800 m., diğerlerininki ancak 7.500 m. idi. Ara savunma mevzi’leri bu sırada hemen tamâmiyle boştu. Elde mevcût bütün toplar, boğazın en dar kısmı olan iç savunma tertîbâtında toplanmıştı. 15-35,5 cm. çapında bulunan 78 toptan yalnız 18’inin son menzili 14.800-16.900 m. arasında idi. Cephâne son derece kıt olduğu gibi, silâhların kifâyetsizliği, kat’î savaşın boğazın içinde yapılmasını zarûrî kılıyordu. Bu bakımdan 1914 yılında, Ağustos ile Kasım ayları arasında, bâzı düzenlemeler yapıldı. Ara savunma sâhasına bataryalar yerleştirildi ve boğazın aşağı kısmı mayın (sâbit torpil) hatları ile kapatıldı.

3- Boğazın denizden zorlanması... Harb îlânından bir kaç gün sonra (3 Kasım 1914) İngiliz abluka filosu, boğazın dış istihkâmlarını topa tuttu. Bombardıman kısa sürmekle beraber, Sedd-ül bahir istihkâmları alt-üst olmuştu. Sonradan tabyalar tâmîr edildi ise de, bunların kuvvetli bir donanmaya karşı koyamayacağı anlaşıldığından, kuvvetleri arttırılmadı. Diğer yandan, mayın hatlarının varlığına rağmen, düşman deniz altı gemileri boğaza sokulabiliyor (13 Aralık 1914’te, 1876 İngiliz yapımı Mes’ûdiye zırhlımız Sarısığlar koyunda demirli hâlde iken torpillenerek batırılmıştır. Gemi kumandanı Beşiktaşlı Ârif Nebî Beğ, 10 subay ve 27 er şehit olmuşlardır.) ve hattâ Marmara’ya girerek, gemileri batırmak sûretiyle, Istanbul’dan Çanakkale’ye asker ve levâzım nakline engel oluyorlardı. Başa dön

Nihâyet Amiral Carden kumandasında bir müttefik filosu Cevad Paşa’nın kumandası altında bulunan Çanakkale istihkâmlarına karşı harekete me’mûr edildi. Harb plânı ilk safhada dış istihkâmların düşürülmesini hedefliyordu. Taarruz 19 Şubat 1915’te başladı. Dış tabyalar, top ateşi ile tahrîb edildi. 26 Şubat ile 4 Mart arasında Sedd-ül bahir ve Kum Kale’ye filodan düşman müfrezeleri çıkarılarak, tahrîb işi tamamlandı. Büyük bir deniz hücûmu, Carden ’in yerine gelmiş olan Amiral J. M. de Robeck kumandasındaki İngiliz ve Fransız harp gemileri tarafından 18 Mart 1915’te yapıldı. Düşmanın gâyesi boğazın orta kısmındaki tabyalar ile mayın tarlalarını koruyan bataryaları susturmaktı. Bundan sonra mayın tarayıcılar donanmaya yol açacaklar, harp gemileri de boğaza girerek, iç istihkâmları yakın mesâfeden tahrîb edecek ve buradaki torpiller de temizlendikten sonra, Marmara’ya geçmek imkânı elde edilmiş olacaktı. Plânlarının esâsı, savaş gemilerinin torpilden temizlenmiş sâhada kullanılması idi. Bunun için boğazın aşağı kısmını dikkatle taramışlardı. Fakat 17/18 Mart gecesi Nusret mayın gemisi, Mayın Kumandanı Yeniköy’lü Hâfız Nazmî Beğ ve Süvârî Tophâne’li kolağası Hakkı Beğ’in kumandasında, boğaza giren donanmanın dönüş manevrası yaptığı Karanlık Liman’ın yukarı kısmına elde kalan son 20 torpilden oluşan bir mayın hattı döşemişti. 16 harp gemisi (18 büyük zırhlı, bir çok muhib ve denizaltı *), 18 Mart sabahı saat 11’de üç filo hâlinde boğaza girip, tabyalara karşı şiddetle ateş açtı. İngiliz filolarına Amiral Robeck, Fransız filosuna ise Amiral Guépratte kumanda etmekte idiler. Düşmanın 316 (506 *) topuna Türk’ler 93 (150 *) topla karşılık veriyorlardı. Karadan yapılan karşılık zayıf kalıyordu. Saat 14’te Çanakkale ateşler içinde kalmış, tabyalar ile telefon irtibâtı kesilmiş, topların bir kısmı tahrîb edilmiş, bâzıları toprağa gömülmüş ve kamaları sıkışmış olduğundan, ateş çok zayıflamış bulunuyordu ki, öncülük etmiş bulunan Fransız gemileri, nöbet değiştirmek üzere, manevra yaparlarken, Bouvet zırhlısı, bir torpile çarparak 600 mürettebâtıyla birlikte battı. Yerlerini almaya gelen İngiliz gemilerinden Irresistible, iki saat sonra aynı âkıbete uğradı. Onun yardımına koşan Ocean suların dibine gömüldü ve Inflexible zırhlısı da ağır sûrette yaralandı. Bundan başka, Fransız’ların Suffren ve Gaulois zırhlıları da, top mermisi isâbeti ile, büyük hasâra uğramışlardı. Bunun üzerine düşman donanması geri çekilmeye mecbûr kaldı. Bu suretle Cevad Paşa emrinde Çanakkale istihkâmları müttefik donanmasına karşı tam bir galebe kazanmış oldu. Onların ağır zâyiatına karşılık (2000 küsûr), Türk’lerin kaybı, bir cephânelik, bir ağır top, 25 şehit (3 subay, 22 er) ve 61 yaralı (2 subay, 59 er) dan ibâret idi. (Bizim zâyiâtımız 44 şehit, 70 yaralı ve 8 toptan ibârettir. 22 şehit ve 74 yaralıdan da bahsedilir. 8 toptan 6’sı sonradan tâmir edilmiştir. *) 18 Mart hücûmunun uğradığı bu âkıbet, karadan yardım görmedikçe donanmanın boğazı geçemeyeceğini meydana çıkarmış oldu. Bundan sonra boğaz bir daha denizden zorlanmadı ve deniz hücûmu ile karaya çıkış arasında 5 hafta geçmesi de, Türk’lere vakit kazandırdı.

4- Kara savaşlarına hazırlık... Deniz hücûmunda uğradıkları başarısızlık i’tilâf devletlerini karadan taarruza geçmeye sevketti. Bunun üzerine, Akdeniz müttefik kuvvetleri baş kumandanlığına tâyin edilen Sir Ian Hamilton’un emrine verilmiş 75.000 kişilik bir ordu adalara yığılmaya başladı (umûmî karargâh Limni adasında Mondros limanı ). Bu ordu, Arı burnu cebhesine çıkartılacak Avusturalya Yeni Zelanda kolordusundan (General Birdwood), Sedd-ül bahir kesimine çıkartılacak İngiliz (General Hunter Weston) ve Fransız (General d’Amade, sonra General Gouraud ve onun yaralanmasını tâkiben General Bailloud) kuvvetlerinden oluşuyordu. Bunlara karşı takrîben 80.000 kişilik Türk kuvveti. 5. Ordu (5inci Ordû-yı Hümâyûn) adı altında toplanarak, 24 Mart’ta Alman Mareşali Liman von Sanders Paşa’nın (Limon Paşa) emrine verildi. Bu kuvvetlerin kumandanları şu zâtlar idi: Bolayır berzâhı civârındaki 5. ve 7. Fırkaların kumandanları Miralay van Sanderstern ve Remzi Beğ, Gelibolu yarım adası üzerindeki 9. Fırka kumandanı Kaymakam Sami Beğ; 19. Fırka (ordu ihtiyâtı olmak üzere, Bigalı civârında) kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ; 2. Fırka kumandanı Kaymakam Re’fet Beğ. Liman von Sanders bu kuvvetleri, her tarafa dağıtmak yerine, îcâbında derhâl harekete geçecek şekilde, toplu bulundurdu ve sâhile ancak ileri karakollar yerleştirdi.

İ’tilâf seferî hey’eti baş kumandanlığı, i’tinâlı bir tetkikten sonra, iki cebhe üzerinden harekete geçmeye karar vermişti. 29. İngiliz Fırkası ve Fransız kuvvetleri yarım adanın güney ucunda 4 yerde karaya çıkacak, ilk hedef olarak, Alçı Tepe’yi alacak ve sonra Kilitbahir üzerine yürüyecekti. Kaba Tepe kuzeyine çıkartılacak Avustralya-Yeni Zelanda kuvvetleri de boğazın dar kısmına doğru kat’î bir hamle yapacaklardı. Bu kuvvetler çıkartılırlarken Beşike Limanı’nda ve Bolayır berzâhında şaşırtma hareketleri yapılacak ve Fransız kuvvetleri tarafından da Kum Kale civarında bir oyalama muhârebesi verilecekti.

5- Kıyıda savaşlar... Çıkartma hareketleri: 25 Nisan 1915 sabahı erkenden başladı. Anadolu kıyısında Kum Kale’ye çıkarılan 3 Fransız müstemleke taburu oradaki bölük tarafından karşılandı. Fransız’lar, Kum Kale’yi ele geçirdiler ise de, Yenişehir’e doğru ilerleyemediler, gittikçe artan tazyik karşısında, 26/27 Nisan gecesi burayı terk edip, çekildiler ve karşı sâhile çıkarılmış bulunan esâs kuvvetlere katıldılar. Buradaki iki günlük çarpışmalarda Fransız’ların 780’i (778 *) telef olurken Türk’ler 1.750 şehit verdiler. Başa dön

Sedd-ül bahir kıyılarındaki çıkartma, sâhili delik deşik ettiği hâlde, Türk’lerin mâneviyatını sarsamayan şiddetli bir topçu ateşinden sonra, yapıldı. İlk gün Morto limanı kıyısına çıkan Fransız kuvvetleri ile Teke burnunun iki tarafına çıkarılan İngiliz müfrezeleri, oldukları yerden ileri gidemediler. Sedd-ül bahir’e gelen İngilizler, kale harâbeleri arasında gizlenen bir iki ağır makinalı tüfekle donatılmış Türk kuvvetleri tarafından karşılandılar ve akşama kadar 300 zâyiat verdikleri hâlde, bir adım ilerleyemediler. Batı’da Zığın-Dere civârına çıkarılan 2 tabur, acele yetişen Türk kuvvetlerinin baskısı ile, burayı terke mecbûr oldu. Arı burnu’nun hemen Güney’indeki koya çıkan düşman kolordusuna (Australian and New Zeeland Army Corps ) ilk harfleri ile, İngilizler tarafından ANZAC (Anzak) denilmiş ve bu cebheye de kendilerince aynı ad verilmiştir. İşte bu Anzak’lar 25 Nisan sabahı saat 04:20’de ilk kâfile olarak 1500 kişiyi karaya çıkardılar. Bu cebhedeki gözetleme postalarımız geri çekilmeye mecbûr kaldıklarından her ne kadar 27. Alay’ın yetişmesi ile, düşmanın ileri hareketi bir az geciktirilmiş ise de, vazîyet endîşe verici idi. Çünkü düşmanın 2500 kişilik öncü kuvveti, ardından da asıl kuvvetinin 4000 kişisi de karaya çıkmıştı. Bu kuvvete karşılık Türk birliği sâdece bir taburdan ibâretti. Bu tabur düşmanı oyala mümkün olduğunca ağır geri çekilmeye başlamıştı. İşte o arada 19. Fırka kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ, taarruzu haber alınca, asıl tehlikenin nerede olduğunu derhâl kavradı. Emir beklemeksizin, ihtiyâtta bulunmasına rağmen, fırkasının yine de büyük kısmını Bigalı’da ihtiyâtta bırakarak, fırkanın 57nci Alayı ile birlikte düşmandan önce Conk Bayırı’na geldi. Koca-Çimen tepesi istikâmetinde hemen mukâbil harekete geçti ve düşmanı durdurdu. Bu davranış 57nci Alay’ın cebheye tam intikâli için gereken zamânı kazandırmıştı.

6- Çıkartmadan sonraki savaşlar...

a- Düşman 25 Nisan’da güney cebhesi olan Sedd-ül bahir’e biri Fransız, ikisi İngiliz olmak üzere 3 fırka ile (40.000 kişi) çıktı. Bu çıkartmayı 6 zırhlı, 4 kruvazör ve pek çok sayıda muhrib denizden top atışı ile desteklediler. Bu destek ile fırkalar 5 noktadan (Zığındere, Tekeburnu, Tekekoyu, Ertuğrulkoyu, Morto limanı) karaya çıktılar. Güney cebhesindeki Türk kuvvetleri 26ncı Alay’ın sâdece iki taburu, bir jandarma taburu, bir istihkâm bölüğü (toplam ve yaklaşık 3.000 kişi) ile 24 toptan ibâretti. Makinalı tüfeğimiz hiç yoktu. Bu kuvvet düşmanın insan yüklü birkaç şalopesini batırdı ve Ertuğrulkoyu’na yapılan ilk ihrâcı önledi. Düşmanın karaya çıkışından sonra ilk saftaki bölüğümüz en az 8-10 tabur düşmanla saatlerce boğuştuktan sonra geri çekildi. 26ncı Alay kumandanı Kaymakam Kadri Beğ ve onun bir avuç askeri o gün dillere destan bir kahramanlıkla düşmanı durdurmayı başardılar.

Güney (Sedd-ül bahir) cebhesinde düşman ilk defa 26 Nisanda taarruza geçti ve zayıf kalmış ve yıpranmış olan savunma kuvvetlerimiz ilkin geri çekilmeye mecbûr oldu ise de, sonra bir karşı taarruz ile düşmanı püskürttü. 26 Nisan taarruzunda düşmanın 35-40 taburluk kuvvetine karşılık Türk’lerin sâdece 9 taburu vardı. 1 Mayıs’a kadar buraya gelen takviyelerle Türk kuvvetleri 19 tabura yükselmişti. Türk kuvvetleri 1/2 ve 3/4 Mayıs geceleri düşmanı denize dökmek üzere, karşı taarruzlar yaptılarsa da, geçen süre içinde takviye edilen ve donanmasının büyük yardımından faydalanan düşman, esâs mevzi’lerinden çıkartılamadı. Bunu 6 Mayısta başlayan ve 9 Mayısta sona eren İngiliz-Fransız taarruzları tâkib etti. Savunma durumumuz hiç elverişli değildi. Topçu kuvveti pek az olduğu gibi, tahkîm mâlzemesinin eksikliği esâslı savunma mevzi’leri hazırlamaya engel oluyordu. Geceleyin yapılan siperler, gündüzün donanma ateşi ile yıkılıyordu. Türk askeri açık arâzîde ve üç taraftan donanma ateşi altında, emsâlsiz bir savunma savaşı yaptı ve 3 gün süren taarruz, hedefine varamadan kırıldı. 15 Mayıs’ta ise Türk kuvvetleri bir karşı taarruz ile mühim bir tepeyi ele geçirdiler. 22 Mayıs’ta Fransız’lar sol cenâhımıza hücûm ettilerse de bu taarruz da kırıldı. Bu hücûmun bilançosu 2000 küsûr düşman telefâtına karşılık 43 şehit ve 427 yaralıdır. Düşman 4 ve 5 Haziran taarruzlarında takviyeli 5 fırka ile (65.000 kişi) 37 taburluk (25.000 kişi) Türk’lerin üzerlerine geldiler. Bu taarruzda 12.000 (düşman telefâtı 7.500, Türk kaybı 9.000 şehit *) şehit verdikse de taarruzu kırmayı başardık. İngiliz’lerle çarpıştığımız ve 28 Haziran’da başlayıp 5 Temmuz’da biten Zığındere savaşlarında da düşman taarruzları akâmete uğratıldı. Bu süre içinde de Türkler 14.000 zâyiât verdiler. 12/13 Temmuz günlerinde Kerevizdere mevki’inde 2 Fransız ve 1 İngiliz fırkasının savletleri de kırılarak başarısızlığa uğratıldı. Bu vuruşmada düşmanın 3.840 telefâtına karşılık Türkler 9.822 zâyiât verdiler. Düşman 6 Ağustos’ta başlayıp, 8 gün süren diğer bir taarruzundan da sonuç alamadı. Bundan sonra Güney cebhesinde siper savaşları devâm etti. Cebhenin Doğu kısmında bulunan Fransız kuvvetleri Kereviz Dere’yi aşamadıkları gibi, bunların solundaki İngiliz kuvvetleri, seferin sonuna kadar, Alçı Tepe’ye ve sâhilden 4 km. içerideki Kirte köyüne bile varamadılar. Güney cebhesi, Vehib Paşa’nın (Es’ad Paşa’nın kardeşi) kumandası altında idi. Bu cebheye bir müddet Weber Paşa da kumanda etmiştir. Bu Güney grubu savaşları aralıksız 236 gün sürmüştür.
b. Kuzey cebhesinde (ki bu cebhede evvelce Es’ad Paşa, daha sonra Ali Rıza Beğ ’Paşa’ kumandanlık etmiştir) karaya çıkan kolordunun ilk kademesi, 25 Nisan sabahı, harp târîhimizde Kemal Yeri adı ile anılan mevki’e kadar ilerlemiş ve ertesi gün taarruza geçmişti. 27 Nisan’da bir cebel bataryasının korumasındaki yaklaşık 4500 kişilik Türk kuvvetleri 12.000 kişilik Avustralya fırkasına, karşı taarruz yapmıştı. 28 Nisan’da düşmanın mukâbelesi tâkip etmişti. İki taraf da, bu kanlı savaşlarda bir kaç yüz metre ilerlemekten başka bir şey yapamadılar. 2 Mayıs’ta karşılıklı yapılan taarruzlar da bir netice vermedi. Kumandanlık önce Arı burnu’ndaki düşmanı tamâmen etkisiz hâle getirdikten sonra ağırlığı güney cebhesine kaydırma karârı aldı. Mareşal von Sanders Istanbul’dan yeni gelen 2nci Fırka ile 42.000 mevcutlu bir Türk kuvvetini 18/19 Mayıs gecesinde taarruza sevketti ise de, dar sâhil şeridi üzerinde tutunan Anzak kuvvetleri, denize dökülmemek için, şiddetli bir savunma yaptılar. Bu taarruzda Türk zâyiatı 10.000’i (3.000 şehit, 6.000 yaralı *) aşıyordu. Bundan sonra bu cebhede de siper muhârebeleri devâm etti. Düşman başkumandanlığı, bir netîce alabilmek için, büyük takviyeler getirtip, bunların bir kısmını Arı burnu cebhesine çıkararak, yarımadanın kilit noktası olan Koca Çimen tepesine taarruz etti; diğer kısmını da Türk’leri arkadan çevirmek maksadı ile daha kuzeyde Suvla limanı sâhillerine çıkardı. Bu arada Güney cebhesinde başarılı olamayacaklarını anlayan İngiliz’ler ve Fransız’lar, birliklerinin ağırlıklarını Anafartalar’a nakletmişler ve üçüncü bir cebhe açmışlardı. Böylece gizlice 17.800 kişi ile takviye edilen İngiliz ordusu, 6 Ağustos’ta, Anzak cebhesinin Güney ucunda (Kanlı Sırt) taarruza başladı; Taarruz, 6/7 Ağustos gecesi, hedefi Koca Çimen olmak üzere, daha Kuzey’e yayıldı. Aynı gece, General Stopford emrine verilmiş olan 9. İngiliz kolordusunun Anafartalar kıyısında (Suvla limanı ve civârı) ihrâca başladığı haberi geldi. 4 gün süren Koca Çimen taarruzu, Miralay Mustafa Kemâl Beğ’in kumandasındaki kuvvetler ile, Conk bayırında durduruldu ve 9 Ağustos akşamı bizzat bu cebheye gelen kumandan, ertesi sabah, topçu desteği olmaksızın iki yandan yaptırdığı süngü hücûmu ile düşmanı geriye attı. Bu savaşta İngiliz’lerin 12.000 telefâtına karşılık biz 18.000 şehit verdik. Anafartalar önünde açılan yeni cebheye gelince, 6 Ağustos gecesi 20 tabur (13.000 kişi) 24 toptan oluşan İngiliz birlikleri üç noktadan karaya çıktılar. 7 Ağustos günü İngiliz kuvvetlerinin toplamı 26.750 kişiyi bulmuştu. Buna karşılık burayı tutan 2,5 taburluk Türk kuvveti, düzenli bir şekilde adım adım güneyde Ismailoğlu tepesi ile kuzeyde Kireç Tepe’ye çekilmiş ve Bolayır civârındaki 2 fırkamız da, cebrî yürüyüşle, cebheye yetişmişti. Düşman kuvvetleri, karşıdaki tepeleri tutmak üzere, derhâl harekete geçecekleri yerde, sâhile yapışıp kalmışlardı. 8/9 Ağustos gecesi Mustafa Kemâl Beğ, bütün Anafartalar grubu kumandanlığına tâyin edildi ve ertesi sabah yaptığı karşı taarruz ile, düşmanı olduğu yere mıhladı. 12 Ağustos’ta yeni ihrâc edilen 54üncü düşman fırkasının yaptığı taarruz da bir sunuç vermedi. Üstelik fırkanın 1inci Alay’ı da esîr edildi. 21-22 Ağustos’ta General Hamilton’un yönetiminde yapılan takviyeli taarruzda da başarılı olunamadı. Bu taarruzda 7.500 İngiliz telefâtına karşılık Türk’ler 3.300 şehit verdiler. Bundan sonra çıkarma kuvvetlerinin bütün hücûmları neticesiz kaldı. General Stopford azledildi. Artık Anafartalar cebhesinde de siper savaşları sürüp gitti. Düşman kuvvetleri, kıyıdan itibâren, en fazla 4 km. ilerleyebilmişlerdi. Arı burnu’nda ise, düşmanın ileri siperleri kıyıdan ancak 1 km. içeride idi. Anafartalar cebhesi kumandanlığında bir aralık vekâleten Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak) da bulunmuştur. Bu kuzey grubu savaşları aralıksız 136 gün sürmüştür.

7- Son safhalar ve düşmanın çekiImesi... Çanakkale savaşlarının son safhası, bâzen birbirinin çok yakınında, hemen hemen oldukları yerlere mıhlanmış siperlerde karşı karşıya duran kuvvetler arasında yapılan mevzi’ çarpışmaları şeklinde oldu. Her iki taraf da büyük mahrûmîyet ve meşakkatler içinde ve kahramanca dövüştüler. Ekim ayı ortalarında i’tilâf kuvvetleri başkumandanlığına getirilen Sir Charles Monro tahliye fikrinde idi. Kasım ayında cebheyi ziyârete gelen İngiltere harbiye nâzırı Lord Kitchener de bundan başka bir çâre bulunmadığı hükmüne vardı. Tahliye işi, çıkartma işine göre, başarıyla ve kayıpsız uygulandı.1915 bahârında parlak ümitlerle ayak bastıkları, fakat elîm başarısızlıklara uğradıkları Gelibolu yarımadası üzerindeki düşman kuvvetleri, 19/20 Aralık 1915 gecesi Anafartalar ve Arı burnu cebhesinden, 8/9 Ocak 1916 gecesi de Sedd-ül bahir’den çekilip gittiler.

8- Deniz hareketleri... Savaşların devâmı sırasında kayda değer bâzı deniz hareketleri olmuştur. 12/13 Mayıs gecesi Yüzbaşı Ayasofyalı Ahmed Beğ’in idâre ettiği Mukâvemet-i Millîye muhribi boğazdan çıkıp, Goliath İngiliz zırhlısını torpil ile batırarak, bu geminin cebhenin Güney yanına ateş etmesini önlemişti. Akdeniz ’e giren Alman denizaltı gemilerinin 25 Mayısta Triumph ve 27 Mayıs’ta Majestic (her ikisi İngilizlere âittir) harp gemilerini batırması, i’tilâf donanmasının Mondros limanına kapanıp kalmasına sebeb oldu. Böylece harp gemilerinin askerî hareketlere yardımı da azalmış oldu. Yine sefer sırasında, 8 düşman denizaltı gemisi tahrîb edildi. Almanlar, Çanakkale seferine, teknisyen ve mütehassıs olarak, 500-600 kişi ve denizaltıları ile Balkan yolu açıldıktan sonra da, silâh ve cephâne göndererek yardım ettiler.

9- Sonuç... Çanakkale seferinde i’tilâf devletlerinin uğradıkları başarısızlığın sebepleri araştırılırken, harekâtın iyi hesaplanarak hazırlanmamış olması, kara ve deniz kuvvetlerinin istedikleri kadar cephâne bulamaması, kumandanların çoğunun tecrübesizliği ve bir kısım kuvvetlerin görgüsüzlüğü, taarruzun baskın özelliğini kaybetmiş bulunması, arâzînin tanınmaması v.b. ileri sürülmekte ise de, en ağır basan sebeb, şübhesiz ki, Türk askerinin savunma alanındaki emsâlsiz kâbilîyeti ve Türk kuvvetlerinin pek mükemmel idâre edilmiş bulunması olmuştur. Düşmanlar yakın târîhteki hâdiselere bakarak, Türk’lerin ciddî bir direniş gösteremeyeceklerini zannetmişler ve bu, kendileri için, yanlış ve tehlikeli bir hesâb olmuştur. Seferin devâmı boyunca Türk’ler, mevzi’ tutmak husûsunda, fevkalâde cesâret göstererek, düşmanlarının haklı takdîrini kazandılar ve bütün savaş süresince değerli ve mert bir hasım olduklarını isbât ettiler. Türk askerlerinin gösterdiği başarının anlamını iyi anlamak için, kendilerinin çok zayıf bir topçu ile desteklendiklerini, cephânelerinin az ve kötü olduğunu ve Balkan yolunun kapalı bulunması yüzünden, Almanya’dan gelecek mâlzeme yardımından da, harbin son safhalarına kadar, yararlanamadıklarını hatırlamak yerinde olur. Türkiye hizmetinde bulunan L. von Sanders (Fünf Jahre Türkei, s. 97 v.d.) "İstîlâ ordusunun gerisinde bütün Dünyâ kaynakları açık bulunduğu hâlde, Türk’ler harp mâlzemesi bulabilmek için İngiliz’lerden ganîmet almayı bekliyorlardı. Kum torbaları çok azdı. Kıt’alara bu maksatla çuval gönderildiği zaman, askerler bunu elbiselerini yamamak için kullanıyorlardı" demektedir. General C. F. Aspinall-Oglander (Büyük Harbin Târîhi - Çanakkale, II, 471; ’Türkçe’ye tercümesi, M. Hulûsî, Istanbul, 1940’) von Sanders ’in çabuk karar vermek, cesâret ve soğuk kanlılık göstermek sûretiyle savaşların mukadderâtı üzerindeki müsbet rolünü anlatırken, o zaman bir fırka kumandanlığında bulunan Mustafa Kemâl’den de bahsederek, 25 Nisan’da Anzak kuvvetlerinin hedeflerini zabta muvaffak olmayışının, 9 Ağustos’ta Anafartalar cebhesine çıkartılan kuvvetlerin durdurulmasının, Conk bayırında parlak bir taarruzla Avustralya-Yeni Zelanda kuvvetlerinin kat’î olarak önlenmesinin doğrudan doğruya bu kumandanın eseri olduğunu söyler.

İ’tilâf devletleri Çanakkale’ye evvelâ nisbeten küçük kuvvetler göndermişler, sonra bunların miktarını hemen hemen 500.000’e kadar arttırmışlardır (400.000 İngiliz, 79.000 Fransız ). İngiliz’lerin zâyiâtı 205.000 (115.000 ölü, yaralı, esir ve kayıp; 90.000 memlekete gönderilen hasta), Fransız’larınki ise, 47.000’dir. Türk’lerin zâyiâtı, şehit, yaralı ve hasta olmak üzere, 252.300’e bâliğ olmuştur.





ÇANAKKALE SAVAŞLARI’NIN ARDINDA BIRAKTIKLARI...

MİLLÎ PARK- 1973 yılında ihdâs edilmiştir. Parkın kara sınırlarını Gelibolu Yarımadasının Saroz körfezindeki Kabatepe limanı ile Çanakkale Boğazında yer alan Akbaş iskelesi arasında çizilecek bir hat oluşturur. Sedd-ül bahir köyü çevresindeki Teke ve Hisarlık burunları, Ertuğrul, Morto, İkiz koyları, Alçıtepe, Kerevizdere, Zığındere ile Kuzeydoğu’da yer alan Arı burnu, Conkbayırı, Kocaçimen, Kanlısırt, Anafartalar ve Suvla koyları Millî Park sınırları içindedir. ÇANAKKALE ŞEHİTLER ÂBİDESİ, Morto koyunda, Hisarlık Tepesi üzerinde tüm şehitlerimizin hâtırâsına dikilmiştir.

ÇAMBURNU ANITI- Eceabat - Sedd-ül bahir yolunun 2nci km.sinde yer alır. Anıt, Balkan ve Çanakkale Şehitleri adına 1962 yılında yaptırılmıştır. Anıtın boyu 2.5 m. dir. Çevresi demir motiflerle süslenmiştir. Anıtın bir yüzünde, "Burada Balkan ve Çanakkale Harplerinde şehit düşen binlerce kahramanlar yatar" yazısı, diğer yüzünde de "DUR YOLCU" şiirinin bir kıtası yer alır.

HAVUZLAR ŞEHİTLİĞİ- Kerevizdere savaşlarında yaralanıp bu yerde vefat eden 2 subay ile 8 erin hâtırâsına 1961 yılında dikilmiştir.

ZIĞINDERE SARGI YERİ ANITI- Alçıtepe köyünün Kuzeybatı’sındadır. 1947 yılında yapılmıştır. 25inci ve 26ncı Piyâde Alayları’nda şehit düşen bütün personel ve 2nci Tümen Kurmay Başkanı Kurmay Yüzbaşı Kemâl Beğ ile Zığındere’deki ilk yardım istasyonunda tedâvî görmekte iken düşmanın açtığı ateş esnâsında şehit olan askerlerimizin hâtırâsına inşâ edilmiştir.

İLK ŞEHİTLER ANITI (CEPHÂNELİK ŞEHİTLİĞİ)- Sedd-ül bahir köyündedir. Çanakkale Savaşları’nın ilk şehitleri olan 5 Subay ve 81 er adına 1986 yılında dikilmiştir.

YAHYA ÇAVUŞ ANITI- Sedd-ül bahir köyünün karşısında, Ertuğrul koyuna hâkim tepecik üzerinde yer alır. Anıt, 25 Nisan 1915 günü çıkartma yapan İngiliz kuvvetlerine kahramanca karşı koyan ve büyük kayıplar verdiren Yahya Çavuş ve takımı adına 1993 yılında yaptırılmıştır.

SON OK ANITI- Alçıtepe köyünün yanındadır. Mülga’ 7. Tümen Komutanlığı’nca 10.000 şehidimizin hâtırâsına 1948 yılında inşâ olunmuştur.

NÛRİ YAMUT ANITI- 26 Haziran - 12 Temmuz 1915 târîhleri arasında yapılan Zığındere savaşlannda şehit düşen 10.000 kahramanımızın adına yaptırılmıştır. Alçıtepe köyünün 2,5 km. Batı’sındadır.

MEHMET ÇAVUŞ ANITI- Düşmanın hiçbir zaman ele geçiremediği ve bu nedenle "Cesâret tepesi" diye adlanan tepede bulunmaktadır. Silâhı kırıldığından düşmana. taşla ve yumrukla hücûm eden Mehmet Çavuş’un hâtırâsına izâfeten, Mehmet Çavuş Anıtı olarak adlandırılmıştır.

57. PİYÂDE ALAYI ŞEHİTLİĞİ- Çanakkale Savaşları sırasında kahramanlıkları destanlaşan ve bütünü şehit olan 57. Piyâde Alayı Şehitleri hâtırâsına 1994 yılında yapılmıştır.

CONKBAYIRI MEHMETÇİK ANITI- Conkbayırı’ndaki savaşta hayatını kaybeden Türk askerleri adına dikilmiştir. Çanakkale Savaşları’nın odak noktası olan ve düşmana ilk sillenin indirildiği Mehmetçik Parkı içersinde yapılan Anıt, tepeyi tümüyle kaplayacak tarzda ve kademeli olarak yükselen beş panelden oluşmaktadır. Bu beş panel, Tanrı’ya duâ eden bir insanın beş parmağını sembolize etmektedir. 6-10 Ağustos târîhleri arasında yapılan Sarıbayır savaşlarında Yeni Zelandalılar Conkbayırı’nın en uç noktasını ele geçirmeye çalıştılar. Fakat Mustafa Kemâl’in başında bulunduğu güçlü savunma karşısında başarısızlığa uğradılar. Ne Liman Von Sanders ve ne de bir başka komutanın göremediğini, o inanılmaz askerî dehâsı ile Mustafa Kemâl görmüş ve Conkbayırı ile Sarıbayır’ın bütün Güney yarımadanın anahtarı olacağını anlamıştı. Mustafa Kemâl, "Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum..." emrini, işte bu Conkbayırı’nda vermiştir.

KABATEPE TANITMA MERKEZİ- Çanakkale Savaşları sonrası harp sâhasında bulunan silâh, mermi, giyim, vb. malzemeler ile savaşların çeşitli sahnelerini gösteren fotoğrafların sergilendiği bir müzedir.

ÇAMYAYLA ATATÜRK EVİ- Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemâl’in 19. Tümen Karargâhı olarak kullandığı ve bir odasında ikâmet ettiği ev, 1973 yılında müze hâline getirilmiştir. Müzede Mustafa Kemâl’in şahsî eşyâları, sivil ve askerî kıyâfetleri ile fotoğrafları sergilenmektedir.

HASAN-MEVSUF ŞEHİTLİĞİ- Çanakkale deniz savaşları esnâsında inanılmaz cesâreti ile ün yapan Dardanos bataryası, Çanakkale’ye 12 km. uzaklıktadır. 18 Mart 1915 deniz savaşında şehit düşen Batarya Komutanı Üsteğmen Hasan ve Gözetleme Subayı Teğmen Mevsuf’un hâtırâlarına izâfeten şehitliğe ve içindeki küçük anıta Hasan-Mevsuf Şehitliği adı verilmiştir. 1990 yılında Çanakkale Valiliği’nce restore edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmıştır.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI’NIN KRONOLOJİSİ

3 Kasım 1914- İngiliz abluka filosunun boğazın dış istihkâmlarını topa tutması...

13 Aralık 1914- Mes’ûdiye zırhlımızın Sarısığlar koyunda demir üzerinde torpillenerek batırılması...

19 Şubat 1915- Düşman gemilerinin Sedd-ül bahir ve Kum Kale’ye taarruzu... Sedd-ül bahir ve Kum Kale’nin tahrîbi...

26 Şubat 1915- Tahrîbin ikmâli için düşman filolarından Sedd-ül bahir ve Kum Kale’ye müfrezelerin ihracı...

4 Mart 1915- Sedd-ül bahir ve Kum Kale tahrîbâtını tamamlayan düşman müfrezelerinin Türk taaruzu karşışında karadan çekilmeleri...

7/8 Mart 1915- Düşman gemileri bataryalarının sâhillerimizi yeniden dövmesi...

10/11 Mart 1915- (Gece) Boğaza hücûm eden bir düşman filosunun zâyiâta uğratılarak püskürtülmesi...

17/18 Mart 1915- (Gece) Nusret mayın gemisinin Karanlık limanın yukarı kısmına 20 torpillik mayın hattı döşemesi...

18 Mart 1915- (Sabah, saat: 11) İngiliz ve Fransız’ların 16 (18 *) harp gemisi ile Çanakkale Boğazı’na taarruzu...

18 Mart 1915- (Saat: 14) Çanakkale’nin ateşler içinde kalması...

18 Mart 1915- (Saat: 17:45) Fransız Bouvet zırhlısının bir torpile çarparak batması...

18 Mart 1915- (Saat: 17:45’ten sonra) Bouvet zırhlısının yerini almaya gelen İngiliz Irresistible gemisinin de aynı âkibete uğraması...

18 Mart 1915- (Saat: 17:45’ten sonra ) Irresistible gemisinin yardımına gelen İngiliz Ocean gemisinin de aynı âkibete uğraması... İngiliz Inflexible zırhlısının ağır sûrette yaralanması... Fransız Suffren ve Gaulois zırhlılarının top mermisi isâbeti ile büyük hasâra uğramaları...

24 Mart 1915- Yeni teşkîl edilen 80.000 kişilik 5. Ordu’nun (5inci Ordû-yı Hümâyûn) Alman Mareşal Liman von Sanders Paşa’nın emrine verilmesi... Ordunun Bolayır berzahı civarındaki 5. Fırka kumandanlığına Alman Miralay van Sanderstern’in, ve 7. Fırka kumandanlığına Remzi Beğ’in, Gelibolu yarımadası üzerindeki 9. Fırka kumandanlığına kaymakam Sami Beğ’in, Bigalı’da ordu ihtiyâtı olan 19. Fırka kumandanlığına Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ’in, 2. Fırka kumandanlığına Kaymakam Refet Beğ’in getirilmesi...

25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Anadolu yakası) 3 Fransız müstemleke taburunun Anadolu kıyısında Kum Kale’ye çıkması...

25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Sedd-ül bahir kıyılarındaki ihrâc ile bir Fransız fırkasının Morto limanı kıyısına, iki İngiliz fırkasının da Teke burnunun iki tarafına çıkmaları...

25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanın Batı’da Zığın dere civârına 2 tabur çıkartması...

25 Nisan 1915- (Sabah, Saat 04:20), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 12.000 kişilik Avustralya fırkasının ilk kademesinin (1.500 kişi) Arı burnu’nun hemen Güney’indeki koya çıkarılması... Anzak’ların ileri harekâta başlamaları ve Kemal Yeri mevki’ine kadar ilerlemeleri...

25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 9. Fırka, 27. Alay’ın yetişmesi ile, düşmanın ileri harekâtının geciktirilmesi...

25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı-Burnu) 19. Fırka kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ’in, fırkasının büyük kısmını Bigalı’da ihtiyâtta bırakarak fırkanın 57nci Alayı ile birlikte düşmandan önce Conk Bayırı’na gelmesi...

25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 57nci Alay’ın Koca Çimen tepesi istikâmetinde hemen mukâbil harekete geçip düşmanı durdurması ve alayın cebheye tam intikâli...

26 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşman’ın ilk umûmî taarruza geçmesi... Umûmî taarruzun püskürtülmesi...

26 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Anadolu yakası) Anadolu kıyısına çıkan Fransız kuvvetlerinin bozulması...

26 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Anzak umûmî taarruzu...

26/27 Nisan 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Anadolu yakası) Anadolu kıyısında Kum Kale ’ye çıkan ve burada bozulan kuvvetlerin Paşaeli sâhiline çıkarılmış olan esâs kuvvetlere iltihâkı...

27 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Bir cebel bataryasının korumasındaki yaklaşık 4500 kahraman Türk’ün Avustralya fırkasına karşı taarruzu...

28 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Birinci Kirte savaşı... 3.000 telefât verdirilen düşmanın tard edilmesi...

28 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Anzak’ların mukâbil taarruzları...

1/2 Mayıs 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanı denize dökmek için yapılan ilk mukâbil Türk taarruzu...

2 Mayıs 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Karşılıklı Türk ve Anzak taarruzları...

3/4 Mayıs 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanı denize dökmek için gerçekleştirilen ikinci mukâbil Türk taarruzu...

6 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) İkinci Kirte savaşı... İngiliz-Fransız umûmî taarruzları...

9 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) İngiliz-Fransız umûmî taarruzlarının kırılması...

11 Mayıs 1915- Hârbîye Nâzırı ve Başkumandan vekîli Enver Paşa’nın cebhe teftîşine gelişi...

12/13 Mayıs 1915- (Gece) Mukâvemet-i Millîye muhribimizin boğazdan çıkarak, İngiliz Goliath zırhlısını torpil ile batırması...

15 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Türk kuvvetleri mukâbil taarruzu...

18/19 Mayıs 1915- (Gece), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Türk kuvvetlerinin ağır toplarla dövülmeyen düşman mevzi’lerine taarruza başlaması... Anzak kuvvetlerinin, denize dökülmemek için, şiddetli savunması...

22 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Fransız’ların sol cenâhımıza taarruzları... Bu taarruzların Türk kuvvetlerince kırılması...

25 Mayıs 1915- Alman denizaltılarının İngiliz Triumph harp gemisini batırmaları...

27 Mayıs 1915- Alman denizaltılarının İngiliz Majestic harp gemisini batırmaları...

4 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Üçüncü Kirte savaşı...Düşmanın 65.000 kişilik takviyeli 5 fırka ile 25.000 kişilik 37 Türk taburunun üzerine gelmesi...

5 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşman taarruzlarının devâmı ve durdurulması...

28 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Zığındere savaşı... İngiliz’ine Zığındere’ye taarruzu...

5 Temmuz 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Zığındere savaşının düşman taarruzlarının kırılmasıyla sonuçlanması...

12/13 Temmuz 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Kereviz dere savaşı... Fransız’ların yeni bir taarruzu... Bu taarruzun da başarısızlığa uğratılması...

13 Temmuz 1915- Ramazan Ayı’nın başlaması...

6 Ağustos 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanın yeni bir umûmî taarruza başlaması...

6 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası) Kuzey cebhesinin daha Kuzey’inde üçüncü bir cebhe aşılması... Anafartalar cebhesi...

6 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) 17.800 kişi ile takviye edilen İngiliz ordusunun Anzak cebhesinin güney ucunda (Kanlı Sırt) taarruza başlaması...

6/7 Ağustos 1915- (Gece), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz taarruzunun, hedefi Koca Çimen olmak üzere, daha kuzeye sirâyet etmesi... 9. İngiliz kolordusunun Anafartalar kıyısında (Suvla limanı ve civârı) ihrâca başlaması... 20 tabur (13.000 kişi) 24 toptan oluşan İngiliz birlikleri üç noktadan karaya çıkması...

7 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz kuvvetlerinin mecmuunun 26.750 kişiyi bulması...İngiliz’lerin bütün kuvvetleriyle taarruza kalkmaları...Bütünü 2,5 tabur olan Türk kuvvetlerinin muntazam bir şekilde adım adım güneydeki Ismail-oğlu tepesi ile kuzeydeki Kireç Tepe’ye çekilmeleri... Bolayır civârındaki 2 fırkamızın, cebrî yürüyüşle, cebheye yetişmesi...

8/9 Ağustos 1915- (Gece) Mustafa Kemâl Beğ’in, bütün Anafartalar grubu kumandanlığına tâyin edilmesi...

9 Ağustos 1915- Istanbul’dan Çanakkale’ye asker ve malzeme götüren Barbaros zırhlımızın, Marmara Denizi’ne sızan düşman denizaltıları tarafından batırılması...

9 Ağustos 1915- (Akşam), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz’lerin Koca Çimen taarruzunun, Miralay Mustafa Kemâl Beğ’in kumandasındaki kuvvetler ile, Conk bayırında durdurulması... Miralay Mustafa Kemâl Beğ’in bizzat cebheye gelmesi...

10 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) Türk ordusunun, topçu desteği olmaksızın iki yandan yaptığı süngü hücûmları ile düşmanı geriye atması...

11 Ağustos 1915- Ramazan Bayramı arefesi...

12 Ağustos 1915- Ramazan Bayramı...

12 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) Yeni ihrâc edilen 54üncü düşman fırkasının yaptığı taarruzun akâmete uğraması...Bu fırkanın 1inci Alay’ının Türk’ler tarafından esîr edilmesi...

14 Ağustos 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) 6 Ağustos 1915 günü başlayan umûmî düşman taarruzunun akâmete uğratılması...

21-22 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) General Hamilton’un yönetiminde yapılan takviyeli taarruzun da akâmete uğraması...

19/20 Aralık 1915- (Gece) Düşmanların Anafartalar cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri...

19/20 Aralık 1915- (Gece) Düşmanların Arı burnu cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri...

8/9 Ocak 1916- (Gece) Düşmanların Sedd-ül bahir cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri...
 
Çanakkale Savaşıyla İlgili Korkunç Bir Gerçek

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden çıkan yeni bir belge, Türk tarihine şanlı bir zafer olarak geçen çanakkale Savaşları’yla ilgili korkunç bir gerçeği ortaya çıkarttı.



Tarihi kahpelik!


Büyük zaferin 90’ıncı yıldönümünde ortaya çıkan korkunç gerçek: İhtilaf devletleri, çanakkale’de Mehmetçik’e karşı boğucu kimyasal silah kullanmış.


Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden çıkan yeni bir belge, Türk tarihine şanlı bir zafer olarak geçen çanakkale Savaşları’yla ilgili korkunç bir gerçeği ortaya çıkarttı. Türk ordusunun 251 bin şehit verdiği, 1 milyonun üzerinde askerimizin yaralandığı ve 10 bin askerimizin kaybolduğu çanakkale Savaşı’nda, İngilizler liderliğindeki itilaf devletlerinin kimyasal silah kullandıkları anlaşıldı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde görevli uzmanlarca ortaya çıkartılan yeni bir arşiv belgesinde, itilaf devletlerinin Türk askerlerine karşı boğucu türden gaz içeren kimyasal silah kullandığı belirtiliyor. Belgede, gazın hangi ülke kuvvetleri tarafından kullanıldığından söz edilmiyor. Verdiği zarar konusunda da bir bilgi yok. Fakat araştırmacılar, binlerce askerin kimyasal silahların tesiriyle şehit düşme ihtimalinin olduğunu belirtiyor ve muhtemelen İngilizler tarafından böyle bir yola başvurulduğu görüşünde birleşiyor.


DOST DEVLETLER SESİNİ ÇIKARTMADI!

2 Temmuz 1915 tarihinde başkumandan vekili namına müsteşar imzasını taşıyan ve cepheden Hariciye Nezareti’ne gönderilen belgede, düşman kuvvetleri tarafından kimyasal silahlar kullanıldığı belirtilip, tarafsız ve dost devletlerin olayı protesto etmesi isteniyor. Dost devletlerin insanlık dışı bu hadiseyi protesto ettiğine dair bir bilgiye rastlanmıyor; ama bu belge çanakkale’yi kimyasal silahların kullanıldığı savaşlar arasına sokuyor. Daha önce 19. Yüzyıl’ın sonlarında Fransızlar Almanlar’a karşı zehirli gaz kullanmış, aynı şekilde Almanlar da Fransızlar’a misillemede bulunmuştu.


HASTANEYE BİLE BOMBA YAĞDIRDILAR

çanakkale’de destan yazan askerlerimize yönelik uluslararası savaş hukukuna aykırı hareketler, kimyasal silahlarla sınırlı değil. Tespit edilen 2 ayrı belgeye göre, savaş hukukuna kesinlikle aykırı olmasına rağmen, Mehmetçik’e domdom (parçalayıcı, dağıtıcı özelliği çok fazla) kurşunları da sıkılmış. 10 Mayıs 1915’e ait bir başka belgede de İngiliz savaş gemilerinin balonlar yardımıyla Maydos kasabasında Hilal-i Ahmer bayrağı çekmiş hastaneyi bombalayıp, 30 yaralı askeri şehit ettiği belirtiliyor. Osmanlı Hükümeti, ’’insanlığa sığmayan’’ bu saldırı sonrasında, Amerika Sefareti aracılığıyla İngiltere’nin uyarılması talebinde bulunuyor. Bu belgeler, savaş kurallarının hiçe sayıldığı Gelibolu’da nasıl bir trajedinin yaşandığını gösterirken, çanakkale’yi ’geçilmez’ yapan Türk askerinin kahramanlığını da bir kez daha gözler önüne seriyor.
 
anasayfa3us.jpg


çanakkale’de 4 uçakla faaliyet gösteren havacılarımız, sınırlı olanaklarına rağmen, son derece başarılı görevler yapmışlardır.

Havacılık tarihimizde öncü bir rol oynayan birkaç kişiden oluşan cesur pilotlarımız, çanakkale Destanını yazan unutulmaz kahramanlar arasında saygın bir yer işgal etmektedir.

Uçak bir harp vasıtası olarak dünyada ilk kez 1911 yılında Trablusgarp’ta italyanlar tarafından Kuzey Afrika’da bulunan kuvvetlerimize karşı kullanılmıştır.

Havacılarımızın çok kısa sürede göklerin engin maviliklerindeki bu amansız rekabete ortak olmaları bizler için ayrı bir gurur kaynağıdır.

4 UÇAK

ariza9sn.jpg



çanakkale’de 4 uçakla faaliyet gösteren havacılarımız, sınırlı olanaklarına rağmen, son derece başarılı görevler yapmışlardır.

Özellikle keşif amaçlı kullanılan bu uçaklar, çeşitli çatışmalara da girerek kara ve deniz kuvvetlerine takviyeleriyle savaş ve havacılık kavramlarının birleşmesinde basamak niteliği taşımışlardır.

ALMAN HAVA KUVVETLERİYLE İŞBİRLİĞİ YAPILMIŞTI

mul2ki.jpg


çanakkale Savaşında da Osmanlılar, Alman hava kuvvetlerinden aldığı desteklerle savaşı daha rahat yönlendirme şansına sahip oldular.

Havacılarımız, 18 Mart 1915 günü düşman donanmasının boğaza muharebe düzeninde yaklaştığını rapor ederek, olası bir baskına mani olmuş, çıkan fırsatlardan istifade ile düşman hedeflerine yönelik büyük riskler taşıyan taaruzi görevler icra etmiştir.

Günümüzün güçlü Hava Kuvvetlerine giden yoldaki ilk tohumları eken kahraman havacılarımızı vefa ile, en derin samimi duygularla bir kez daha anıyor, unutmuyoruz...
 
Binlerce muhteşem kutsal hikayeden sadece birini okuyalım. Önce bir başlık koyalım...

"EĞER BABAN GELİRSE ANNEM SENİ HEP BEKLEDİ DE..."

Sonra bize ulaştırılan “hikayeye geçelim...“Balıkesir’de Ali Suriri İlkokulu karşısındaki boşlukta ...

Eski ayakkabı tamircisi... Kır pala bıyıklı bir ihtiyar.. Cevdet dede vardı..

Bir akşam üstü, yanı başında sohbet ederken... Konu çanakkale’ye geldi...

Ağlamaya başladı ve devam etti... "Rahmetli babam Hafız Ali... çanakkale’de kaldığında ..

Anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım... Bir fotoğrafı bile yoktu..

O günler.. Çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntısı, Kuvvayı Milliye zamanı, işgal yılları...

Kurtuluş, yokluk, sıkıntı..

Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntı ile geçti ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse; yanıma gelir ve..
-Oğlum ben pazara gidiyorum,baban gelirse beni hemen çağır ha!..
-Ben teyzenlere gidiyorum.Baban gelirse beni hemen çağır ha!..
-Ben komşulara gidiyorum.Baban gelirse beni hemen çağır ha..! Derdi.

Anam babamı bekledi durdu...Büyüdüm,dükkan açtım.. Annem yine her bir yere gidişte...

Dükkana gelir,gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha!..” derdi.

Aradan yıllar geçti,anacığım ihtiyarladı..

Gene hep değneğini kaparak bana gelir

Ve..

"Baban gelirse beni çağır ha!.."

Diye tembihlerdi...

Günü geldi ağırlaştı.. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti..

"Bana iyi baktınız,hakkınızı helal edin" dedi. Bana döndü yavaşça;

"Baban gelirse, O’na annem hep seni bekledi de" dedi.

Birden irkilerek doğruldu, kapıya doğru gülümseyerek:

“Hoş geldin Bey, hoş geldin.....”

Diyerek ruhunu teslim etti.

Evet ne hissediyorsunuz ?..

Hangi milletin böyle yüce anıları vardır ey halkım?

Değerli büyüklerimizi izliyorum. Bir kısmı İstiklal Marşı,bir öteki kısmı da, Harbiye Marşını izlerken

Gözyaşlarını tutamayıp ağlıyorlar ve görüntülerini milletçe televizyon ekranlarında izliyoruz. İstiklal

Marşını dinlerken ağlayanların ardından meclis çatısı altında yolsuzluk suçlamaları ile ezilip kendilerini
aklamaya çalışmaları dinledikleri marş için döktükleri gözyaşı ile doğru orantılı mı?

Ya Öteki?...

Evlatlarımızı kurşunlayan, Mehmetlerimizi şehit edenlerin ardındaki çakallara

“çağdaş metodlarla, beyni ile vurmak” tan bahseden muhteremin, “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti...Cehennemler kudursa ölmez nigehbanıyız” mısralarına gözyaşının orantısı nedir?.

Ve ötesi...

Geldiğimiz roktada aydın olmanın kriteri “çanakkale Aslanlarına” dil uzatmak kadar alçalmışsa?
Yine de,”Çekiver ipin ucunu” diyemeyiz.. Diyemeyiz çünkü bakın Mehmet Akif o aslanlar için en güzelini nasıl nasıl anlatmıştı:

“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.”


çanakkale şehitlerimize, Kurtuluş Savaşı kahramanlarına ve şu son dönemin saldırganlarının öncü Çetelerine karşı vatan topraklarını savunurken toprağa düşen genç evlatlarımıza layık olabiliyor muyuz?
Tercihimiz “çanakkale “yi bile küçümseyen “aydın olmak mı!!?
Yoksa vatan severlik midir tercihimiz?...
 
UZUN DEMEDEN OKUMANIZI ŞİDDETLE TAVSİYE EDERİM...!

YAZAN:YILMAZ ÖZDİL
SABAH GAZETESİ
26.07.2006
91 yıllık hikâye...

Yıl, 1915.
çanakkale’de kan gövdeyi götürüyor.
"Geçerim" diye saldıran emperyalistlerin insan kaybı, 200 bini aşmış...
"Geç de görelim" diyen dedelerimizin kaybı ise, 250 binin üstünde...
Mermiler havada çarpışıyor.
Cesetler toplanamayacak kadar çok...
Bu inanılmaz kıyıma rağmen, İngiliz Hükümeti durumdan memnun.
Çünkü gerçeği bilmiyor.
çanakkale’deki İngiliz cephe komutanı, "Vaziyet gayet iyi... Bugün yarın geçeriz" raporları gönderiyor devamlı...
O sırada genç bir gazeteci var orada.
Avustralyalı.
Melbourne Age Gazetesi’nin muhabiri.
Görüyor ki, durum kel...
Hadise, hiç de İngiliz komutanın anlattığı gibi değil.
Türkler kafaya koymuş...
Kuru ekmek yiyor, bulursa üzüm hoşafı içiyor, şakır şakır ölüyor... Ama geçirmiyor.
Avustralyalı olduğu için özellikle dikkatini çeken bir konu daha var.
İngiliz komutanlar, karargâhta klasik müzik eşliğinde viski yudumlarken, Anzaklar patır patır gidiyor. En son iki tabur Anzak gönderiyorlar bir bölgeye... Türklerin, iki taburu yok etmesi iki saat bile sürmüyor.
Üstelik, müthiş bir sansür var.
Yazdığı haberler, İngiliz yetkililer tarafından engelleniyor.
Bakıyor ki, olacak gibi değil...
Sarılıyor kaleme, tüm gerçekleri tek tek anlattığı, 8 bin kelimeden oluşan, "Gelibolu Mektubu"nu yazıyor.
Özeti şu:
"çanakkale geçilemez... Hemen çekilin."
Ve bu mektubu, sansürden kurtulmak için Avustralya Başbakanı’na "elden" ulaştırıyor.
Avustralya Başbakanı mektubu okuyor, gözlerine inanamıyor ve acilen, yine "elden", İngiltere Başbakanı’na ulaştırıyor.
İngiltere Başbakanı mektubu okuyor, Savaş Kabinesi’ni topluyor, orada bir daha yüksek sesle okuyor...
Gizlice araştırılıyor.
Mektup doğru.
Hatta az bile yazılmış.
Cephedeki İngiliz komutanın, kendi .oposunu kurtarmak için palavra attığı anlaşılıyor.
Ve karar veriliyor.
Komutan görevden alınıyor.
Emperyalistler, çanakkale’den çekiliyor.
Yazdığı mektupla savaşın sona ermesini sağlayan genç gazeteci, Avustralya’da "kahraman" gibi karşılanıyor.
"Sir" ünvanı veriliyor.
E tabii kapılar açılıyor...
Savaşa "muhabir" olarak giden gazeteci, savaştan sonra "gazete sahibi" oluyor.


Yıl, 1952.
çanakkale’de savaşın kaderini değiştiren "sir gazeteci" vefat ediyor.
Bir tane oğlu var...
O zamanlar, 21 yaşında.
Babasının gazetesinin başına geçiyor.
Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor.
Avustralya’ya sığmıyor...
ABD’ye, Avrupa’ya el atıyor.
Bugün, 75 yaşında.
Dünya medya imparatoru.
75 televizyon kanalı...
175 gazetesi var.
TV kanallarıyla 600 milyon izleyiciye, gazeteleriyle 11 milyon okuyucuya hitap ediyor.


Yıl, 2006...
çanakkale’nin "dövüşerek" geçilemeyeceğini ilk anlayan "sir gazeteci" nin oğlu, çanakkale’nin nasıl geçileceğini gösterdi...
EFT’yle.
Bastı parayı, TGRT’yi aldı.
İsmi, Rupert Murdoch.
 
1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İtilaf devletleri bu isteklerini gerçekleştirme fırsatının doğduğuna inandılar. Bu inançla İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak 3 Kasım 1914 günü alacakaranlıkta Bozcaada’dan Boğaz’ın ağzına doğru yaklaştılar. Buradan istihkamlarımıza doğru ateş açtılar, İngilizler Seddülbahir ve Ertuğrul tabyalarını, Fransızlar da Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyalarını havantopu ile dövdüler.


Cephaneliğimize isabet eden top mermisiyle on bir ton barut havaya uçtu, subay ve erlerimiz şehit düştü, İngiliz Donanma Komutanı Amiral Carden çanakkale önlerinde gösteriler yaptı, düşman denizaltıları boğazı geçmeye kalktılar.

24 Kasım 1914 günü bir Fransız denizaltısı Boğaz sularında görüldü. bu denizaltıyı gören topçularımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladı. 2 Aralık günü İngiliz denizaltısı da bir deneme yaptı. Derinden engelleri aşarak Boğaz’a girdi. Yediyüzelli metre ilerde bulunan Mesudiye zırhlısına torpil atarak bu gemimizi batırdı. Zırhlımızda bulunan subaylardan on’u ve erlerimizden yirmi dördü şehit düştü.

19 Şubat 1915 günü düşman savaş gemileri öğleye kadar uzun menzilli bir bombardımana girişti. Boğaz’a iyice sokuldular. Tabyalarımız akşama doğru düşman savaş gemilerine karşılık verdi. Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarından atılan ateş karşısında düşman oldukça bocaladı.

İtilaf devletleri gemileri diledikleri gibi ilerleyemiyor, amaçlarına ulaşamıyordu. Lodos fırtınasını başarısızlıklarının nedeni olarak görüyorlardı. Havalar düzelince yeni saldırılar düzenlendi. Yine sonuç alınamayınca düşman gemilerine komuta eden Amiral Carden görevden alındı. Yerine 17 Mart 1915 günü Robeck atandı. Yeni komutan 18 Mart 1915 günü donan*mayla Boğaz’a saldıracağını, yakında İstanbul’da olacağını Londra’ya bildirdi.

Bu arada çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Çobanlı 17/18 Mart gecesi boğaz’a mayın hattı döşenmesi emrini verdi. Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey Nusret Mayın gemisi ile o gece yirmi altı mayın, Boğaz’a on birinci hat olarak döşendi. Boğaz’daki mayın sayısı on bir hat olarak 400’ü aşmıştı.

18 Mart 1915: İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan, o dönemin en büyük deniz gücü, üç filo olarak sabahleyin çanakkale Boğazı’na girdi. Bu donanmanın ilk grubunu oluşturan filoda, İngilizlerin Queen Elizabeth zırhlısı ile İnflexible, Lord Nelson ve Agamemnon savaş gemileri bulunuyordu.

İkinci grupta İngiliz Kalyon Kaptanı komutasında Ocean, İrresistible, Wengeance Majestic gibi savaş gemileri yer almıştı. Üçüncü filo ise Prince, Bouvet, Suffren gibi Fransız savaş gemilerinden oluşuyordu.

İngilizler ve Fransızlar zayıf Türk savunmasını kolayca susturarak Boğaz’ı kolayca geçebileceklerim umuyorlardı. Bu umut ve güvenle 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri şiddetli bir ateşe başladılar. Rumeli Mecidiyesiyle merkez bataryaları şiddetli bir ateşe tutuldu. Boğazdaki düşman gemileri Hamidiye istihkamlarına yüklendi. Bunu gören Dardanos bataryaları ateşi üzerlerine çekmeye çalıştı. Az sonra, tüm gemiler, Dardanos’a saldırdı. Dardanos tabyamız saldırılara şiddetle karşı koydu. Bu arada Mesudiye tabyası da ateşe başlamıştı. Mesudiye üzerine ateş açılınca Hamidiye onun yardımına koştu. Bu arada kıyı bataryalarımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladılar. Bunalan düşman kaçmak isterken topçu atışlarıyla karşılaşıyordu. Düşman gemilerine göz açtırılmıyordu. Karşılıklı bu korkunç bombardıman bir saat kadar sürdü. Bu karşılıklı bombardımanı bir yabancı yazar şöyle anlatıyor:

«İnsan manzarayı gözlerinin önünde canlandırabilir. Kaleler, toz duman bulutları içinde kaybolmuşlarda Yıkıntıların arasından arada bir alevler yükseliyordu. Gemiler, çevrelerinde fışkıran sayısız su sütun*ları arasında yavaş yavaş hareket ediyorlar, bazen duman ve serpintiler arasında iyice görünmez oluyorlardı. Tepelerden ateş eden havan toplarının alevleri görülüyor, ağır toplar yer sarsıntıları gibi gümbürdüyordu.»

Bombardıman sırasında Türk tabya ve bataryaları büyük zarar görmüştü. Amiral Robeck Fransız gemilerini geri çekerek İngiliz savaş gemilerini ileri sürdü. Tam bu sırada müthiş patlamalar oldu. Bouvet ve Suffren savaş gemileri mayına çarparak sarsıldılar, manevra kabiliyetini kaybettiler. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar görevlerini yapmışlardı. Boğazın berrak sulan üzerinde bir dev gibi yatan Bouvet ve Suffren’e tarihi Hamidiye bataryamızın keskin nişancıları ateş açtılar. çanakkale Geçilmez kitabının yazarı Alan Moorehead olayı şöyle anlatıyor.

«Saat 13.45’de Suffren’in az gerisindeki Bouvet müthiş bir patla*mayla sarsıldı. Güverteden göğe kesif bir duman yükseldi. Gittikçe hızlanarak yana yattı, devrilip gözden kayboldu. Olayı görenlerden birinin ifadesine göre «Bir tabak, suda nasıl kayıp giderse o da öylece kayıp gitti.»

Türk tabyaları, Boğaz’ı geçmeye çalışan düşman gemilerine durmadan ateş ettiler. Bu arada düşman Boğazdaki mayınları temizlemek için mayın tarayıcılarını boğaza soktu. Tabyalarımız mayın tarayıcılarına ateş açtılar. Açılan ateş yağmur gibi yağmaya başlayınca düşmanlar panik içinde kaçtılar. Bu arada düşman savaş gemilerinden İnflexible, İrressitible büyük hasar gördü. Batanlar oldu. Daha sonra Queen Elisabeth ve Agamemnon yaralandı. İtilaf devletleri çanakkale Boğazı’nı denizden aşamadılar. Büyük kayıplar vererek: çanakkale Boğazı’nın geçilemeyeceğini öğrendiler.

İtilaf devletleri çanakkale Boğazı’nın savaş gemileri ile aşamayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar. Artık çanakkale kara savaşları başlı*yordu. Kara savaşında düşmanın nereden çıkarma yapabileceği tartışıldı. Mustafa Kemal Kabatepe ve Seddülbahir’den, Alman komutan Von Sanders ise Bolayır ve Anadolu yakasından çıkarma yapılabileceği görüşündeydi. Alman komutanı Von Sanders’in görüşü ağır bastı, ve askerler o yöreye yerleştirildi.

Düşman güçleri 25 Nisan 1918 sabahı Mustafa Kemal’in düşündüğü noktadan saldırdı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Kocaçimen’de Conkbayır’da, savaştı. Cephanesi biten askerlere:

— Süngü tak emrini verdi. Daha sonra ;
— «Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir» dedi. Tarihin bu en büyük siper savaşı başlamıştı. Siperler arası uzaklık sekiz on metre kadardı. Türk siperlerinden hiçbir asker ayrılmıyordu. Şehit düşenlerin yeri hemen dolduruluyordu. Her adım başına bir mermi düşüyor; toprak adeta tüterek kaynıyordu. Düşman dalgalar halinde Conkbayır’a doğru ilerliyordu. Bu arada Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı. Anafartalar Savaşı’nda düşmanın attığı şarapnel misketi Mustafa Kemal’in göğsüne isabet etti. Ancak cebindeki saate çarptığından bir şey olmadı.

Kısa sürede Türk ordusu her yerde büyük başarılar kazandı. Düşman şaşkına döndü, bozguna uğradı. çanakkale kara savaşlarının en önemli cepheleri; Kumkale, Beşike, Bolayır, Seddülbahir, Anbumu, Kabatepe, Conkbayırı ve Anafartalar’dır. 19 - 20 Aralıkta Anafartalar ve Arıburnu cephesi, 8 - 9 Ocak’ta Seddülbahir düşmanlar tarafından boşaltıldı. Böylece 1915 baharında parlak umutlarla karaya ayak basan birleşik düşman ordusu 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gitti.
çanakkale savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehit düştü. Düşman kayıpları ise bu rakamın üstündedir.
çanakkale savaşlarının unutulmaz kahramanı, Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal’in başarısı ilerde başlayacak Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın kaynağı oldu
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...
 
Çanakkale Savaşı Çocuk Kahramanları

canakkalecocuk8ak.jpg


Onların futbol topları yoktu.Hele sizin gibi topları hiç olmadı.Çaputları birbirine dolayıp bezden bir top yapmışlardı belki.Onunla da kimbilir kaç kez oynama fırsatı bulmuşlardı? Sizce en büyük eğlenceleri neydi? Gökyüzünde salınan bir uçurtmaları olmuşmuydu? Gece yattıklarımda neyin hayali ile uyumuşlardı? Hayal kurmak için hiç fırsatları olmuşmuydu acaba? Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz onlar: babaları cephede olduğu için birşeyler istemek şansına sahip değillerdi....Ve birgün hepsinin üstüne görev düştü: "VATAN İÇİN ÖLMEK..." Tereddüt etmeden gittiler. Öyle güzel, öyle güzeldi ki gittikler yerler. Gittiler ve bir daha geri dönmediler.

İvrindi nin Mallıca köyünden 104 yaşında vefat eden Azman Dede çanakkale savaşına katılmış gazilerimizdendi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış,soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu.Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı . Söz çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :


-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye.


Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tirtir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı.Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..


Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı

Al sancağı teslim etti Allah a ısmarladı.

Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana

Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana

-baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar.Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi;"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.

canakkalecocuklar0oy.jpg
 
ÇANAKKALE tarihe mıh gibi geçen sözler

“çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

M. Kemal ATATÜRK .

“Harpte iki meş’um (uğursuz) şey vardır. Bunlardan biri taş duvara körükörüne yüklenmek, diğeri kuvvetleri birtakım ayrı ve bağlantısız harekata dağıtıp körletmektir. Biz bu iki ahmaklığı yapmanın tehlikesiyle karşı karşıyayız.”

İngiliz Başbakanı Asquith .

“Ordunun yardımı olmaksızın Filo’nun başarı sağlayabileceği ümidine kapılmıştım; fakat şimdi bu işte müşterek bir harekatın zorunlu olduğunu anlıyorum.”

Churchill .

“Türkler, çanakkale’yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.”

Churchill .

“… Bu Türk kıtaatının cesaret, metanet ve se’bat cihetiyle takdir ve senaya liyakatı, her şüphenin fevkinde bulunmuştur. Donanmasının ateşiyle de, en müessir surette muavenet gören pek cesur bir düşmamn taarruzlarına karşı sayısız muharebelerde bu kıtaat mevkilerini muhafaza etmişlerdir.” [439]

Alman Generali Liman von Sanders .

“Avrupa’da hizbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklierle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”

General Tawshend .

“çanakkale Seferi, Türk milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde kahraman bir milletin varlığını meydana koydu.”

General Fahri BELEN .

“Müttefiklerin gayreti kalmamıştır. Türkiye insan menbalarını (kaynaklarını) sarf ederek bitab (bitkin) kalmış, müttefikler, hissolunur derecede zayıflamamışlardır. Fakat çanakkale Muharebesi’nin Rusya’nın akibeti ve Balkanlar’daki tesiriyle Türkler müteselli olabilirler.”

Larşer .

“… Türk askerinin savaş ve dövüş hususunda haiz bulunduğu evsafın bidayette layikiyle takdir edilmemiş olması, Ingilizler için felaket olmuştur…. Türk askerinin ne yaman muharip olduğunu, Ingilizler kendileriyle dövüştükten sonra bittecrübe anlamışlardır.”

Ingiliz Generali Oglander .

“Yenilmez Ingiliz donanmasının uğradığı akibetten komutanlar değil, strateji kurallarını ihmal eden devlet adamları sorumludur. Boğazlar ve Trakya bölgesinde altı Türk kolordusu varken, donanmayı tahkim edilmiş bir Boğaz’dan geçirmek ve Boğaz kıyıları işgal edilmeden beş tümenlik bir kuvvei seferiyeyi Istanbul’a getirmek planının şansı çok azdı.”

General Fahri BELEN .

“çanakkale Savaşları, Avusturalya ordusunun gelişimine birçok etkide bulunmuştur. İlk olarak Avusturalya ordusu kuvvetlerinin bir yabancı tarafından değil, bir Avusturalyalı subay tarafından idare edilmesini temin edecek bir uygulamaya başlanmıştır. Ve çanakkale olayları, bu uygulamayı başlattı.”

Avustralyalı Yarbay D. M. HORNER .

“çanakkale Savaşları, savaşa İngiliz bayrağı altında katılan Yeni Zelanda’nın uluslaşma sürecine çok önemli katkılarda bulunmuştur. 1915’te Yeni Zelandalılar, kimliklerini İngiliz İmparatorluğu içerisinde tanımlamaktaydılar ve bağımsızlık kazanmak gibi istekleri yoktu.”

Yeni Zelandalı Prof. Dr. J. PHİLLIPS .

“çanakkale Savaşları, modern savaş tarihinde birleşik kara ve deniz savaşlarımn başlangıcı ve ilk örneğidir.”

Japon Prof. Dr. Em. Krg. Hideo MIKI .

“Avrupa diplomasisinin çıkmazlarında ihtiyatla yolunu arayan ve Avrupa devletleri’nin birbirine düşmüş meclislerinde kendi lehinde fırsatlar kollamaya çalışan ürkek ve tereddütler içindeki Osmanlı, artık yerini, dimdik adeta mağrur ve kendine güvenen, kendi hayatını yaşamaya azmetmiş, Hristiyan düşmanlarına tam bir istihfafla bakan şahsiyete bırakmıştı.”

Alan Moorhead .

“çanakkale Boğazı’ndaki Türkler ve Almanlar da 18 Martı aralıksız takip eden sessiz günler, şaşkınlık ve sonra da, büyük bir sevinç uyandırdı. Moral, son derece yüksekti. Kaleler ve tabyalardaki hasar da kolaylıkla giderilmiş olmakla beraber, ağır bataryaların cephane durumu ciddiyetini koruyordu.”

Robert Rhodes James .

“çanakkale Müharebelerinde Türk ordusunun başında daha başlangıçtan itibaren orayı, üç kez ve yalnız kendi inisiyatifiyle kurtarmış olan Türk Başbuğu (Atatürk) bulunmuş olsaydı, bu gün tarih, bir çanakkale Savaşı yerine, karaya ayak basmasıyla beraber, akim kalan bir çanakkale teşebbüsünden bahsederdi.”

M. Şevki YAZMAN .

“çanakkale fecayi’ine (çok acıklı olaylarına) ait mesuliyetin, her iki taraftan hangisine ait ve raci olduğu keyfiyeti henüz tahakkuk edemediyse de, bahri hücumun (deniz hücumu) altında mündemiç (saklı) olan hakayik (gerçekler), o kadar basittir ki, bu hususta en müptedi (ilkel) olanlar bile bunu anlarlar.

Biz en müşkülü’l-icra (yapılması zor) harekete tasaddi ettik (başladık) ve esas noktalara dair maluunatı sahiha (gerçek bilgiler) elde etmeden evvel mutadımız (adetimiz) olduğu üzere, düşmanı hakir (küçük) görerek, böyle bir külfetli işe sarıldık. Neticedeyse, herkesin kabul ve itiraf edeceği bir hezimete, mağlubiyete uğradık ki, bunun izin, hiçte şikayete hakkımız yoktur.

18 Martta mağlup olduk. Bu bapta tevile felana (başka anlam vermeye falan) hacet yoktur.”

İngiliz Yazar Ellis Ashmit BARTLETT .

“çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”

Sami Paşazade Sezai



Sultan Reşad’ın çanakkale işin yazdığı gazel

Savlet etmişdi çanakkale’ye bahr ü berden
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden
Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar
Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua
Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men

Günümüz Türkçesiyle

Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi

Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler

Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da

İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar

Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!”​
 
Çehreler başka, lisanlar deriler rengarenk,
Sade bir hadise var ortada, vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam , kimi bilmem ne bela,

1490’lı yıllarda İspanya ve Portekiz’den kovulan Yahudileri Sultan Beyazıt, yağlı kazıklardan kurtarmış ve kutsal topraklarımızda bir misafir gibi ağırlamıştır... Dünya üzerinde tek hoşgörüyle karşılandıkları yer Türk toprakları olmuş ve Yahudiler’de bunun karşılığı olarak bizlere neyi reva görmüşler Tarih’e ibretle bir göz atalım:

Hep şeytani fikirlerle mücehhez Yahudi cemaati, Birinci Dünya Harbinden İngilizlerin galip çıkacağı düşüncesiyle Filistin topraklarında hak kazanmak için birşeyler yapmak niyetindeydiler... İngilizlere yaranmak maksadıyla, çanakkale Boğazında ki düşman ordularına katılmak ve Türk’lere karşı savaşmak üzere karar aldılar... Bu sevda uğruna Mısır’da bulunan Yahudiler arasından işsiz gençlerden oluşan bir gönüllü taburu kurarak çanakkale’ye sevkettiler...

Onbeşinci asrın sonunda İspanya da Hristiyanlar tarafından kızgın taşlara oturtulan Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu kucak açmış ve beşyüz yıl onları kendi sıcak bağrında beslemişti. İşte şimdi Yahudiler tıpkı Şerif Hüseyin’in Hicaz çöllerinde yaptığı gibi, genlerinin emrine girip Türk milletini arkadan vuracaktı...Yahudinin vefa borcu ödeme usulü böyleydi tabi...


Bu ihanet karşısında ,gaddar Yahudi yüreğinin bile kısa da olsa bir an tereddüt geçirdiğini gene onların kitaplarından okuyoruz...

İşte Siyonizmin tetikçilerinden M.Samuel Nissembaum’un
"Yahudi Lejyonunun Doğuşu" adlı paçavra kitabında, bu ihaneti açıklayan satırlar:

"Büyük harp başladığında Mısır da bulunan Yahudi gençlerden meydana gelen bir güç oluşturulmuştu. Bu kuvvetin başına, Çar ordusunun kahraman subaylarından iki Yahudi olan, Viladimir Yalinstisky ile Trumpeldor geçtiler. Bu suretle Yahudi kuvvetlerinin ortaya çıkmasına hiç bir engel kalmamış olduğu zaman, birdenbire içimizde bir endişe, tuhaf bir tereddüt doğuvermişti. Bunca yıldır başka memleketlerden eza ve cefa görerek koğulmuş Yahudilere karşı Türkiye’nin her zaman o en geniş ölçüde gösterdiği konukseverliğin hatırası!.. Fakat Filistin neredeyse İngilizler tarafından işgal edilecekti. Bu pek yakındı. Bir Yahudi kuvvetinin İngiliz işgal kuvvetleriyle yanyana harbe girmesi muhakkak lüzumlu görülmüştü. Bu suretle İskenderiye’de toplanmış olan işsiz fakat güçlü kuvvetli Yahudi gençleri bir gaye bulmuş oluyorlardı. Onlar artık yeni bir ümit yeni bir iman kuşanmış olarak Yahudi ırkına büyük hizmetler verme fırsatının tadını çıkarıyorlardı. Fakat İngiltere hükümeti Yahudilerin bu arzularını hoş görmedi. Bir Yahudi gönüllü kıtasının İngilizlerle birlikte harbe katılmasını uygun görmediler. Bu haber Yahudi gençlere ziyadesiyle büyük bir üzüntü verdi. Nihayet uzun bekleyişler ve müzakereler sonunda 1915 mart’ın onikinci günü (Zion Mule Corps) isminde ki Yahudi taburu çanakkale’ye gönderildi. Harpten sonra bu taburdan geriye dönen olmadı, böylece eriyen bu kuvvet yerine bir Yahudi Birliği daha teşkil edilememiştir".

YAHUDİ DOSTLUĞU RÜZGARLARINA KARŞI

İŞTE TARİH !!!

Sitemizde yayınlanan "yahudiler, çanakkale’de bizi arkadan vurdular" haberi, ülkemizde yayınlanan "Yahudi Şalom" gazetesi tarafından istenmeyerekte olsa doğrulandı... Yandaki resim çanakkalede bize karşı gönüllü olarak savaşan daha doğrusu bizi arkadan vuran Yahudi taburunun, Geliboluda ki mezarlığı... Bu mevzu için, 0-212-243 51 66 nolu telefondan Türkiye Hahambaşılığını aradık ama, hiç bir cevap alamadık ...

İşte ülkemizde yayınlanan kin ve nefret tarlası Yahudi Gazetesi Şalom’un konuyla ilgili haberi:

Gelibolu Yahudi Mezarligi koruma altında...

Geçtigimiz hafta "Gelibolu Büyük Zafer Gazetesi’nde yayınlanan "Yahudi Mezarlığı 190 milyara TEDAŞ’a satıldı" başlıklı haber Yahudi Cemaatını harekete geçirdi.

Gelibolu Belediye Başkanı Cihat Bingöl’e yazılı olarak müraacatta bulunan Yahudi Cemaati yetkilileri kendisinden tarihi ve kültürel mirasimizin korunması amacıyla duruma bir açıklık getirmesini istedi.

Belediye Başkanı Bingöl, cemaate cevaben yolladığı yazıda Yahudi Mezarlığı’nin, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nca anıtsal yapı olarak koruma altında bulunduğunu, TEDAŞ’a satılan parselin Yahudi Mezarlığı dışında kaldığını, Büyük Zafer Gazetesi’nde yayınlanan haberin gerçeği yansıtmadığını ve böyle bir haberin Yahudi Cemaatinde yarattığı huzursuzluktan duyduğu üzüntüyü belirtti.

(Bizler sen-ben kavgasıyla oyalanırken, Devlet ricali para uğrunu Manavgat’ı bile gözden çıkarmaya kalktığı şu günlerde, Dünyanın en korkak milleti olan Siyonistler, çanakkale Savaşından geri kalan leşlerini koruma uğruna ibretle bakın ki Müslüman Mahallesinde belediye başkanına nasılda tavır koyup geri vites yaptırmışlar)
 
Sultan Ikinci Abdülhamid Hân’in anahtarfi idaresinden (!!!) sikâyetle isbasina gelen Ittihatçi sergerdeler devlet idaresine hâkim olduktan sonra öylesine anahtarfî bir idare kurmus ve "hürriyet kahramani" diye alkislanan bu kabadayilar o derece müdhis birer diktatör olmuslardir ki, Birinci Dünya Savasi’nin baslamasindan (24 Temmuz 1914) hemen sonra Almanlarla yapilan ittifak, Sadrâzam Said Halim Pasa, Harbiye Naziri (Bakan) Enver, Dahiliye Naziri Talât ve Meclis-i Meb’ûsan Baskani Halil (Mentese) ile Alman Büyükelçisi Baron Von Wangenheim arasinda hazirlanip imzalanmis (2 Agustos 1914) ve isbu ittifak basta devrin padisahi olmak üzere bütün Heyet-i Vükelâdan (Bakanlar Kurulu’ndan), hatta Ittihatçilarin üçüncü adami Cemal Pasa’dan gizlenmistir!.. Cemal Pasa’nin hatiratinda bu mevzuda genis bilgi vardir.

***

* Dünyanin pek buhranli bir döneme sürüklendigi o günlerde Almanlarla gizlice anlasan Ittihatçilardan nevzuhur hürriyet kahramani Enver Pasa’nin emriyle iki Alman zirhlisi "Goeben" ve "Breslav" (bilâhare "Yavuz" ve "Midilli") çanakkale Bogazi’ndan içeri alinmis (11 Agustos 1914) ve Enver Pasa bu mühim olayi arkadaslarina mütebessim bir çehre ile: "Bir oglumuz oldu" diyerek duyurmustur! Bu olaydan da ne padisahin (devlet reisi), ne Sadrâzamin (basbakan) ne Heyeti Vükelâ’nin (Bakanlar Kurulu) ve ne de alâkali diger kimselerin haberi olmamistir!

***

* Devletin Birinci Dünya Savasi’na katilmasi ise, yine bütün ilgili mes’ul devlet adamlarinin bilgisi disinda Enver Pasa’nin emriyle olmus, isimleri "Yavuz" ve "Midilli"ye çevrilen iki Alman zirhlisi bizzat Enver Pasa’nin emriyle Karadeniz’e çikip 29 Ekim 1914 Persembe günü Rus donanmasiyla sahillerini topa tutmus ve böylece Osmanli Imparatorlugu savasa katilmistir!.. Rus donanmasiyla sahillerine taarruz için Enver Pasa’nin Alman Amiral Souchon’a çok gizli isaretli bir emir gönderdigi ve devletin savasa katilmasindan alâkali kimselerin haberi olmadigi Nimet Kuraf’in "Türkiye ve Rusya",Hikmet Bayur’un "Türk Inkilâbi Tarihi", Amiral Lorley’in "Türk -Sularinda- Deniz Hareketleri", Yilmaz Öztuna’nin "Türkiye Tarihi", Ali Ihsan Sabis Pasa’nin "Harb Hatiralarim" ve General Fahri Belen’in "Yirminci Yüzyilda Omanli Devleti", Ismail Hami Danismend’in "Kronoloji"si gibi pek çok eserde sarahatle kaydolunmustur.

***

* Birinci Dünya Savasi boyunca pek çok cephede: Galiçya, Yemen, Iran, Irak, Makedonya, Dobruca, Hicaz, Kafkasya, çanakkale, Sina ve Filistin gibi on cephede feragat ve fedakârlikla dövüstük. Bu cephelerden çanakkale’de savas 3 Kasim 1914 Sali sabahi yirmi sekiz gemiden olusan bir Ingiliz-Fransiz filosunun Kum-Kale ve Sedd-ül-Bahir istihkamlarina açtigi ates ile baslamis, torpil tarlasina ragmen içeri girebilen Ingiliz denizaltilari zaman zaman agir zayiatimiza sebeb olmus, bu arada 26 Kasim günü Mes’udiyye zirhlimiz batmis, 19 ve 25 Subat’la 4 Mart günkü düsman taarruzu dis istihkâmlarda ve buralardaki bataryalarda büyük hasara sebeb olmustur.

***

* "çanakkale Sehidleri" sairi Mehmed Âkif Bey’in "Safahat"inin altinci kitabi "Âsim"da: "Eski dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-i beser/ Kayniyor kum gibi, tufan gibi, mahser mahser..." "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" diye andigi düsmanin "rezil istilâ"siyla "daglar, taslar sühedâ gövdesi" ile dolmus, çanakkale’nin böyle zor günler geçirdigi safhada Babiâli (hükümet) her ihtimale karsi hükümet merkezini Anadolu’ya nakletmeyi düsünmüs ve bu karari Beylerbeyi Sarayi’nda adeta mahpus hayati yasattiklari Sultan Ikinci Abdülhmid Hân’a bildirmek üzere Talât ve Enver Pasalar saraya gelerek huzura kabul edilmislerdir. Abdülhamid Hân’in en küçük sehzâdesi Âbid Efendi’nin (17.05.1905 Yildiz Sarayi) 8.12.1973 (Beyrut) anlattigina göre:

"- Pasalar, çanakkale’deki savas durumunun muhtemel kötü neticelerinden bahsetmisler. Padisahla (Sultan Resad), babamin ve Veliahdin Anadolu’ya götürülmeleri planini açiklamislar. Babamdan, tecrübeleri dolayisiyla mütalâasini sormuslar. Sonradan babamin anlattigina göre, pasalari büyük bir sükûnetle dinlemis, onlara sahsi görüsünü ve tavsiyesini asagi yukari su sözlerle bildirmis: "Ben yerimden bir adim bile kimildamam ve bir yere gitmem. Biraderim Padisah (Sultan Resad) için de tavsiyem, saraydan asla ayrilmamasidir. Allah göstermesin bir ayrilik hem ordunun hem milletin maneviyatini bozar. Yenilmek mukadderse bu hareket onu çabuklastirir. (.......)

Ben büyük ceddim Fâtih Sultan Mehmet Hazretleri’nin zaptedip milletimizin göz bebegi haline gelen ve devletimizin merkezi olan Istanbul’u düsman isgali altinda görmektense ölmeyi tercih ederim. Biraderimin (Sultan Resad) Istanbul’u terk eylemesi yolundaki tavsiyenize gelince, bu husus tarihimize büyük bir leke olarak geçer. Bundan kat’i olarak vazgeçilmesini tavsiye ederim."

Abdülhamid Hân’in bu sâhâne jesti neticesinde Istanbul bosaltilmaktan kurtulup nakil isinden vazgeçilmistir!..

***

* çanakkale’deki rezil istilâya büyük darbeyi Mehmed Âkif Bey’in: "Âsim’in nesli, diyordum ya, nesilmis gerçek/ Iste çignetmedi namusunu çignetmeyecek" dedigi nesil vurmus, 18 Mart 1915 Persembe günü Ingiliz amiral Robeck ile Fransiz amiral Guépratte kumandasindaki on sekiz büyük zirhli ile, daha bilmem ne kadar muhrip ve denizalti üç filo halinde bogaza girerek yedi saate yakin taarruzunu sürdürmüsse de, "ancak ebediyyetlerin istiâb" edebilecegi "bu topraklar için topraga düsmüs asker" karsisinda maglup olmus, Ingilizlerin Ocean ve Irreristible zirhlilariyla Fransizlarin Bouvet zirhlisi alti yüz mürettebatiyla batmis, daha bazi zirhlilar agir hasar görürken üç düsman gemisi karaya oturmustur!.. Böyle üçte birini kaybeden düsman donanmasinin geriye kalanlari da selâmeti firarda bulup kaçmislardir!..

***

* 86 yil evvelki çanakkale zaferinin kahramani "Gömelim gel seni tarihe dense sigmayacak, gökten ecdâd inerek o pâk alnini öpecek olan, sehid oglu sehidlerdir." Bu gerçegi çanakkale savasinda Anafartalar kumandani olan Miralay (Albay) Mustafa Kemal Bey’in (Atatürk) Rusen Esref Ünaydin’a anlattiklariyla ortaya koyalim:

"Karsilikli siperler arasinda mesafemiz 8 metre, yâni, ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasina kâmilen düsüyor, ikincidekiler onlarin yerine gidiyor. Fakat ne kadar gibtaya deger bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendi ölecegini de biliyor, hiç fütur bile göstermiyor, sarsilmak yok!.. Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-i Kerîm, Cennete girmeye hazirlaniyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Sehadet çekerek yürüyorlar. bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren sâyan-i hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalisiniz ki, çanakkale muharebesini kazandiran bu yüksek ruhtur."

***

* Kara savasi da dahil sekiz ay, on dört gün devam eden çanakkale Savasi’nda 55.127’si sehid, 100.177’si yarali, 10.067’si kayip ve 21.498’i muhtelif hastaliklardan hayata veda eden cem’an 186.869 evlâdimizi kaybettik. Yarindan sonra kutlayacagimiz 18 Mart zaferinin 86’nci yildönümünde çanakkale sehidleriyle birlikte, cümle sühedâyi sükran, minnet ve rahmetle aniyor, sehidlerimizden sefaat diliyoruz...
 
İngiliz Gazeteci Ashmead Bartlett’in 21 Ağustos 1915’te Anafartalar’da Müttefiklerin yaptığı ve başarısızlığa uğrayan hücumu anlattığı telgrafında, Türk askerinin gösterdiği kahramanlık ve cesareti övdüğü belge:
Harb Matbûât Karargâhı’ndan:

Gelibolu Şibh‑i Cezîresi’nde Anafarta cihetinde 70 ve 112* numaralı tepelerin zabtı için Efrencî 20 ve 21 Ağustos’da İngilizler’in yapdıkları müteaddid taarruzların kahraman askerlerimiz tarafından ne suretle def‘ edilmiş olduğunu ve bu iki gün zarfında yapılan muharebelerin ne derece şiddetli bulunduğunu gayet müessir ve belîğâne bir lisanla tasvir etmiş olan ve İngiltere matbûâtı nâmına Çanakkale’deki İngiliz Karargâhı’nda bulunan Mister Ashmead Bartlett’in İskenderiye’den ahîren Londra cerâidine gönderdiği mufassal telgrafnâmesinden aynen:

"Ağustos’un yirmi birinci günü ba‘de’z‑zuhr tam saat üçde ilk top sadâsı tanîn‑endâz‑ı âfâk oldu. Çokdan beri bu kanlı arzda bir âdet hükmüne giren o dehşet‑nâk bombardımanlardan biri bu dakikadan itibaren yarım saat müddetle şedîden hükümrân oldu. Harb gemilerimiz sahrâ toplarının, büyük havanların inzimâm‑ı muâvenetiyle yek‑âheng‑i dehşet olarak ateşlerini 70 ve 112 numaralı tepelere tevcîh etdiler. Düşman siperleri bir kere daha duman ve toz bulutları arasında boğuldu, kaldı. Maamâfih Türkler bu tufan‑ı cehenneme karşı hiçbir eser‑i inhirâf göstermediler. Zira hiçbir Türk mevkiini terk etmemiş, o metânet‑i mücesseme tavsîfine bi‑hakkın lâyık olan kavî ve şecî‘ asker yerinden zerre kadar kımıldamamış idi.

Bombardıman esnasında düşman topları mütemâdiyen ateşlerini şarapnel parçalarıyla mütetevvic olan Çikolata Tepesi’yle bu tepenin arka cihetlerine tevcîh ederek şiddetle mukabelede bulundular. Bu sırada sükût eden obüsler çalılıkda bir yangın hâsıl etdi. Rüzgârın te’siriyle tezyîd‑i kuvvet eden ateş şiddetle feverâna başlayarak bir sür‘at‑i fevkalâde ile daire‑i sirâyetini tevsî‘ eyledi ve böylece birçok mevzileri alev yığınları altında, duman bulutları içinde silip süpürdü. Saat üç buçukda bir alay İngiliz askeri bu siperlerin ilerisine geçerek 70 numaralı tepenin eteğinde avcı tertibâtı icrâsına tevessül eyledi. Bu teşebbüs bütün Türk hattı boyunca dehşetli bir tüfek ateşinin infilâkına sebebiyet verdi. Aynı zamanda diğer bir alay 70 numaralı tepenin cihet‑i cenûbiyesine doğru ilerleyerek bu tepenin eteğinde kâ’in muhterik çalılık mahalline yerleşmiş idi. Tepenin zirvesinde bulunan siperlere karşı İngiliz topları bütün şiddetleriyle ateşlerine devam etdiler. Maamâfih Türk piyadesi bu ateş‑i şedîde ehemmiyet bile vermedi. Hâlâ Türk askerlerinden bazıları kemâl‑i cesaretle siperlerden meydana çıkarak ilerlemekde olan İngilizlerin vaziyetlerini keşfe çalışmak cür’etinde bulundular.

Bu esnada tüfek ateşi kulak zarı patlatacak derecede idi. Ben hiçbir zaman hiçbir muharebe meydanında sefâin‑i harbiye bataryalarıyla sahrâ toplarının, obüs infilâkâtının, tüfek mermilerinin bu muharebede hâsıl etdiği azîm gürültüye benzer bir gürültü işitmedim. Saat üçü elli geçe mezkûr iki alay biri garb cihetinden diğeri cenûbdan olmak üzere son bir hücum icrâ etdiler. Kesif bir dumanın, şiddetli bir tozun arasında süngüleri parıl parıl yanmakda olduğu halde vâsi‘ bir kitle‑i azîme muhterik çalılığın içinden çıkarak zirvede kâ’in Türk siperlerine karşı emvâc‑ı dehhâşe şeklinde ilerlemeye başladı. Toplarımız birkaç dakika müddetle endâhtlarını tatvîl ederek ateşlerini mütekâbil bayırlara tevcîh etdi ve bu suretle siperler hattını daire‑i endâhtı haricinde bırakdı. Bu sırada Türkler zirvelerden zuhur etdiler ve ilerlemekde olan İngiliz hutûtuna şiddetle ateş etmeye başladılar. İşte bu dakika‑i dehşet‑nâkde Türklerin aldığı vaziyeti görmeli idi: Kemâl‑i metânetle siperlerine saplanmış olan Türk askerinin bulunduğu yerde ölmeye azmetmiş olduğu ıyânen görünmekde idi.

Askerlerimiz bayırın kısm-ı küllîsini aşdılar. Lâkin şimâl cihetinde taburumuz mitralyöz ateşinin, çapraz top mermiyâtının te’siriyle birdenbire tevakkuf mecburiyetinde kaldı. Cihet‑i cenûbiyede askerlerimizden bazıları zirveye vâsıl olarak siperlere atıldılar. Atıldılar ama orada Türk süngüsünden geçirilerek kâmilen terk‑i hayat etdiler.

Bu zaviye‑i cenûbiyede muharebe‑i vâkı‘a hiss‑i nevmîdî ile mukayyed bir boğaz boğaza kaydıyla tavsîf edilecek suretde cereyan etdi. Hiçbir düşmanın bu derece şecaat ve cesaret, bu mertebe azim ve metânetle harb etdiği hiçbir yerde görülmemişdir. Birkaç dakika süren bir müddet‑i kalîle zarfında tepelerin yed‑i zabtımıza geçtiğine zâhib olduk. Zira askerlerimiz zirvenin alt cihetinde kesretle görülmekde idi. Hâlâ onlar cihet‑i cenûbiyede kâin Türk siperleri hattının bir kısmını işgal bile etmişlerdi. İşte tamam o sırada idi ki 112 numaralı tepenin arka cihetinde ahz‑ı mevki etmiş olan Türk bataryaları 1.200 yardalık bir mesafeden üzerimize obüs yağdırmaya başladılar. Bu ateş askerlerimizi orakla biçilmiş nebatât gibi yerlere serdi ve bir mevt‑i muhakkakdan tesadüfen kurtulmuş olan bakıyyetü’s‑suyûfu da bayırın eteklerine hafif melce’lere ilticaya mecbur eyledi.

Askerlerimiz bu noktada mevkilerini ancak birkaç dakika muhafaza edebildiler. Lâkin taarruz artık erimiş bitmiş idi. Askerlerimiz de biraz zaman evvel terk etmiş oldukları siperlerine avdet etdiler.

Şiddetli taarruzumuz bu defa da netice‑pezîr olamamış idi. 70 numaralı tepe Türklerle mecrûhların, maktûllerin ellerinde kaldı".

Mister Ashmead Bartlett’in 70 numaralı tepe taarruzuna dair olan raporu burada hitâm buluyor. Bu raporu kâmilen derc eden Times gazetesi buna dair neşretdiği makale‑i mühimmesinde şu suretle idare‑i kelâm etmekdedir:

"Sefâin‑i harbiyemiz ve karaya ihrac edebildiğimiz kuvvetli bataryalarımız Türk siperlerini muhafaza edilmez bir hâle getirmek için daima fevkalâde sarf‑ı mâ‑hasal gayret etmekdedirler. Onlar düşman siperlerini obüsleriyle ezmekde hem ilerleyen hattın önünde bir hâil‑i ateşîn teşkil etmekde ve hareket‑i vâkı‘a devam etdikçe daire‑i endâhtı yükselterek Türklerin imdat kıta‘âtı almalarını tas‘îb etmekde idiler. Maahâzâ etekden itibaren kademeler teşkil ederek yükselen tepeler birçok kayalar ve çalılıklarla mestûr bir takım hufreler hâsıl etmekdedir ki bu mevkiler en kuvvetli, en mükemmel müdafaa mevzilerini ihzâr etmekdedirler. Zaten bu mevziler cesaret ve şecaatleri, azim ve metânetleriyle âlem‑şumûl bir şöhret‑i muhıkka kazanmış ve bilhassa vaziyet‑i tedafü‘iyede bulundukları takdirde muhafaza‑i mevcud hususunda gösterdikleri sebât ve ta‘annüdle kendilerini bütün dünyaya tanıtdırmış olan Türkler tarafından müdafaa edilmekde idi. Bundan mâ‘adâ Türkler bu harbdeki muvaffakıyetsizliğin pây‑ı tahtları olan İstanbul’un ziyâ‘‑ı ebedîsiyle Hilâl’in sukût‑ı âr‑âverini tazammun edeceğini pek iyi bilmekde olduklarından bütün varlıklarıyla muharebe etmekdedirler".

"Mister Ashmead Bartlett bu vaziyet‑i mahsusadan mütevellid neticeleri bize birer birer gösterdi. Biz hiçbir zaman düşman nâmını taşımaya liyâkat gösteren adüvlerimize karşı kemâl‑i ciddiyetle izhâr‑ı hürmet ve riayetden çekinmedik. Hayret‑bahş‑ı ukûl besâlet‑i cihan‑pesendâneleriyle âlemi kendilerine hayran eden Türklere de bu harbde gösterdikleri büyüklüklerle müterâfık olarak ihrâzına kesb‑i istihkâk etdikleri medh ü senâyı atf ve ihdâdan asla geri durmayız".

7 Eylül sene [1]331 / [20 Eylül 1915]

Anafartalar’da yaralı olarak ele geçirilen Teğmen William George Stewart Fawkes’in, Türklerin kendisine yiyecek ve su verip sargı yerine götürdüklerini ve çok iyi davrandıklarını bildirdiği / Karakol Dağı’na yapılan saldırıda esir düşen er William Cowhaun’un çok kayıplar verip savaşın kendilerine pahalıya mâl olduğunu belirttiği belge:

Harb Matbûât Karargâhı’ndan neşri rica olunur:

William George Stewart Fawkes

Second Lieutenant

Fifth Battalion Norfolk Regiment

163rd Brigade 54th Divison


Mülâzım‑ı Sânî William George Stewart Fawkes:

"12 Ağustos sene [1]915’de Anafartalar’da Karakol Dağı eteğinde, tekmil livâmız avcıya yayılmış olduğu hâlde, miralayımız gelerek saat tam dörtde ilerlememizi emretdi. Fakat nokta‑i nazarımızın ne olduğunu söylemedi. Kumandam altında bulunan takım ile ilerledim. Türk ateşi o derecede kesîf idi ki maiyetimde bulunanlar kâmilen mahv ve ihlâk edildiler. Çavuş ile ben kaldımİlerlememizi söyledim. Yüz yarda kadar daha ilerledik. Çavuş vuruldu ve düşdü. Ben yine aldırmayarak yalnız başıma yürüdüm. Otuz yarda yürüdükden sonra ben de vuruldum. Çok kan zâyi‘ etdiğimden kendimi güç hâl ile topladım. Ayakda yürümeye uğraşdım. Bilmem ne kadar bir mesafe yürümüşüm. Düşüp kaldım. Kendime geldiğim zaman semâda yıldızlar parlıyor. Yine kendimden geçmişim. Tekrar kendime geldiğim zaman zabt etmeye uğraşdığım Türk siperinin içinde ve etrafımda şefîk ve rahîm yüzlü Türk evlâdlarını gördüm. Bana su ve yiyecek verdiler ve omuzlarında taşıyarak müdâvât‑ı evveliye mevkiine götürdüler. Bu ulüvv‑i cenâbâne muamelenin ve bundan buraya gelinceye kadar gördüğüm muamele‑i insâniyetkârânenin hakikaten medyûn‑ı şükrânıyım. Bunu burada söylediğim gibi vatanıma dönmek nasib olursa orada da bî‑muhâbâ söyleyeceğime namusumla te’min ederim".

**

No: 15665 P. T. William Cowhaun

D Company 6th York Regiment

11nd Division 32nd Brigade


Nefer William Cowhaun:

"2 Eylül [1]915’de Tuzla civarında sol cenâh müntehâmızda Karakol Dağı’na olan hücumda ben de omuzumda erzak taşır iken nasıl oldu bilmem kendimi Türklerin elinde esir gördüm. 7 Ağustos [1]915’de şibh‑i cezîre üzerinde Suvla kurbunda karaya çıkdık. Benim vazifem ölüleri gömmekdi. Karaya ayak bastığımızdan yarım saat sonra Miralay Chaiman’ı gördüm. Çok zâyiât verdik ve bu harb bize pek pahalıya mâl oldu".

Fî 13 Eylül sene [1]331 / [26 Eylül 1915]

Karargâh‑ı Umumî

İkinci Şube Müdürü



Bir Şehidin Son Mektubu ;

BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU


Valideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.

Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."

Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.

Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.

"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"

Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşAllah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?

Kadir’e mektup yazdım.

Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.

Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.

Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun
Hasan Etem
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)
*******
Çanakkale Şehitlerine


ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.


Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
"O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.



Mehmet Akif Ersoy
 
canakkale-savaslari_19103.jpg

300px-G.C._18_March_1915_Gallipoli_Campaign_Article.jpg


ÇANAKKALE SAVAŞINDA 57000 ASKERİMİZ ŞEHİT DÜŞTÜ

Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı bir araştırma, tarih kitaplarında verilen "250 bin şehit" sayısının yanlış olduğunu, savaşta 57 bin kişinin şehit düştüğünü ortaya koydu. Tarihi yanlışlık, Gelibolu Tarihi Milli Parkı’nın, "Barış Parkı" olarak düzenlenmesi için "Uzun Devreli Gelişme Planı" hazırlanırken ortaya çıktı. ABD’nin Vietnam’da yaşamını yitiren askerlerine yaptığı gibi şehitlerin isimlerinin savaştıkları cephelere yerleştirilecek anıt ve dikilitaşlara kazınmasını öngören proje için Genelkurmay Başkanlığı’ndan bilgi istendi. Başbakanlığa Genelkurmay Başkanlığı’ndan verilen bilgide, Çanakkale şehitlerinin sayısının tarih kitaplarında öğretildiği gibi 253 bin değil, 57 bin olduğu belirtildi.
Yanlış yorum Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Araştırmaları Strateji Etüdler Daire Başkanlığı (ATASE) tarafından yürütülen araştırmada, 253 bin şehit rakamının, askeri kayıtlardaki "kayıp" ifadesinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Cephede şehit düşen 55 bin 801 kişinin ismini tek tek belirleyen Genelkurmay Başkanlığı, "kayıp" ifadesinin hastalık, esirlik, kaybolan, kaçan, sakat kalan, yaralanan,sonradansavaşamayacak duruma düşenleri kapsadığına dikkat çekti. Buna göre, şehit olarak ifade edilen 253 bin kişiden 195 bini resmi kayıtlarda "kayıp" olarak görünüyor. Araştırmada kayıp 195 bin askerin yaklaşık 20 bininin hastalık sonucu kaybolduğu bilgisi kesinlik kazanırken, askerlerden 10 bininin, savaş sırasında firar ettikleri ya da esir düştükleri sanılıyor. Kalanların ise, yaralı olduğu ve savaşamayacak duruma düştüğü için kayıtlara "kayıp" olarak geçildiği tahmin ediliyor. Araştırmada, düşman kuvvetlerinin de cephede 60 bine yakın ölü verdiği belirlendi.
Gelibolu’ya Vietnam anıtı ABD’nin Vietnam’da yaşamını yitiren askerleri için yaptığı gibi şehitlerin isimleri, savaştıkları cephelere yerleştirilecek anıt ve dikilitaşlara kazınacak. Gelibolu Tarihi Milli Parkı’nı "Barış Parkı"na dönüştürecek olan "Uzun Devreli Gelişme Planı"nı Prof. Dr. Raci Bademli başkanlığında yürütülüyor. Projenin 2005’e kadar tamamlanacağı ve 60 milyon dolara mal olacağı belirtiliyor. Gelibolu Tarihi Milli Barış Parkı Projesi kapsamında şu çalışmalar yer alıyor: * Savaşla ilgili olaylar, yorumlanmadan hologramlar ve üç boyutlu teknikle anlatılacak. * Siperler orjinal olarak düzenlenecek, peyzaj düzenlemeleri yapılacak. * Çanakkale Şehitleri profili çıkarılarak, hangi askerin nereden geldiği ve hangi cephede şehit düştüğü tespit edilecek. * Muhabere sırasında ölen ve isimleri tespit edilen 57 bin şehidin ismi savaştıkları cephelere yerleştirilecek camdan ve silindir şeklindeki anıtlar ve dikilitaşlara kazınacak. Sembolik anıtlar kaldırılacak. * Kıyılardaki kaçak yapılaşma yasaklanacak. * Milli Park içinde sekiz köyde yaşayan 5 bin köylüye park içinde nasıl yaşanacağı anlatılacak. Köylünün ekonomisi geliştirilecek. * Eceabat, Turizm Destek Kenti olarak seçilecek ve köylüye pansiyon işletmeciliği öğretilecek. * Bölgenin topoğrafik görüntüsüne uygun ağaçlandırma yapılacak. Asker kayıpları birbirini tutmuyor Çanakkale savaşlarında ittifak ve itilaf devletlerinin verdiği asker kaybı konusunda kaynaklardaki rakamlar birbirini tutmuyor. * Grolier İnternational Americana: İtilaf devletlerinin kaybı 145 bin olarak açıklanırken, Türklerin kaybının 200 bin olduğu ifade ediliyor. * AnaBritannica: İtilaf devletlerinin kayıpları 213 bin 980, Türklerin kaybı ise 190 bin olarak gösteriliyor. * Çanakkale 1915 Web Sitesi - FORSNET Ortadoğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mete Tunçoku tarafından hazırlanan Çanakkale Savaşları’nın anlatıldığı "web" sitesinde ise itilaf devletlerinin 180 bin, Türklerin ise cephede 57 bin 263, geriye kalan esir, yaralı ve kayıp olmak üzere ise 211 şehit verdiği bilgisi yer alıyor. * 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’nun kitabında itilaf ve Türk ordularının kayıpları 250 bin gibi genel rakamla ifade ediliyor. * Büyük Larousse Ansiklopedisi: Ayrıntılı verilen rakamlara göre, Türkler 55 bin şehit, 100 bin yaralı, 10 bin kayıp, 25 bin hastalıktan ölenler olmak üzere toplam 190 bin kayıp verdi. İtilaf kuvvetleri ise 43 bin ölü, 72 bin yaralı ve 30 bin kayıp olmak üzere 145 bin kayıp verdi. ‘Askerin rakamı doğru’ Çanakkale Savaşı’nın yıldönümünde ölenlerin sayısıyla ilgili çelişkili rakamları tartışan uzmanlar da Genelkurmay’ın rakamını daha doğru olduğunu söylediler. İşte uzmanların görüşleri: Cemal Kutay: 1914 - 1918 yılları arasında 350 bin şehit verildi. Ama Çanakkale Savaşı’nda şehit sayısını bilemiyorum ancak en ağır kayıp Çanakkale’de olmuştur. Çetin Altan: Görüşler rakama göre değişmez, rakamlar tartışılmaz. Askeri belgeler yalan söylemez. Sayı sürekli 250 bin olarak geçti ancak Genelkurmay’ın açıkladığı sayılar doğrudur. 76 bin kayıp da az değildir. Toktamış Ateş: Şehit olan asker sayısı 80 bin civarında ama yaralanıp geri gönderilen, eksilen asker sayısı 250 bini buluyor.
 
ÇANAKKALE SAVAŞINDA ASKERİN YEMEK LİSTESİ​


2954canakkaleyemeklistely2.jpg
 
Mehmetçik, Çanakkale’de hep öne baktı, hep ileriye gitti; gönlü ve gözü hiç arkada kalmadı. Bu yiğitliğin altında ve arkasında daima analar vardı. Mehmetçiğin arkasında sıra dağlar gibi duran analar… Asla zaaf göstermeyen, göz yaşlarını içine akıtan, bütün erkek işlerini omuzlayıp şikayetsiz götüren bu analar, Çanakkale’nin gerçek kahramanlarıdır. Çünkü, hem arkayı sağlam tutmuşlar, hem de ve asıl önemlisi, Mehmetçiği Mehmetçik yapan ruhu imanla yoğurmuşlardır.
Her Mehmetçiğin arkasında, ona, ahlak ve fazilet aşısı yapan, gönlüne adam olma damgası vuran bir ana vardır.
Analar, sıra dağlar gibi durdular.
Evlatlarının ruhlarına madde ve mana kahramanlığının damgasını vurdular.
Gözyaşlarını içlerinde çağıldattılar.
Açıktan ağlayıp da, hain düşmanı umutlandırmadılar.
Onlar, dönüşü olmayan yola, Çanakkale’ye evlatlarını kınalayıp da gönderdiler. Anaların kınalı kuzuları, Çanakkale’nin kurbanlarıydı. Allah için vatana verilen kurbanlar…
Hatice Ana’nın yüreğini bugünün anneleri anlayabiliyor mu?
Ne mutlu anlayabilenlere…
Tek oğlunu,19 yaşında Çanakkale’ye gönderir, Hatice Ana… Adının tecellisidir vermek, cömertliğine sınır koymamak… Öyle bir anadır ki o, verilmesi en zor olanı verir vatanına… Oğlunu kınalayıp da salar Çanakkale’ye…
Kumandanı, kınasının sebebini sorar Hasan’a… Hasan öyle itaatkar bir ana kuzusudur ki, bunun sebebini sorma lüzumu görmemiştir anacığına…
-Niçin amma,diyenlere;
O ana, o şefkat kahramanı, ne yaparsa vardır hikmeti…
Nedenini, niçinini sormak gereksizdir.
Anacığı her ne yaparsa, faydalıydı ve yapılmalıydı, der, Hasan…
Belki biraz da, cephe heyecanı içinde sormamıştı kınasının sebebini… Belki de, bunu her ana evladına yapar sanırdı.
Hadi öyleyse, şimdi sor Hatice Ana’ya bu kınalı saçları, biz de bilelim annenin maksadını, dedi Kumandanı.
Hatice ana kınanın hikmetini soran mektuba cevap yazdırdı. Çünkü yüreğe sevgiyi ve yiğitliği yazma ustası olan o ananın eli, kağıda mektup yazmayı bilmezdi. Hiç okuyup yazma bilmezdi ama, hem yürekleri bütünüyle okur; hem de gerektiğinde düşmanın canına okuyacak evlat yetiştirirdi.
Hatice Ana söyledi, muhtar yazdı:
“-Oğlum Hasanım, bilirsin ki, bizim ilde kurbanlık koçlar kınalanır; öpe seve beslenir, büyütülür. Sen de bizim evin Hak yoluna kurban edilecek koçusun. O yüzden ben de seni kınalayıp da saldım Çanakkale’ye, bunu böyle bilesin ve o kınanın hakkını veresin.”
Bu mektubu, şehit olmuş Hasan’ın cebinde, kanlara bulanmış olarak bulup okudular. Hatice ananın niyeti çoktan gerçekleşmiş, tek oğlu Hak yolunun kurbanı olmadan önce de şu beyti, o mektuba eklemişti:
Anam yakmış kınayı, adak diye,
Ben de vatan için kurban doğmuşum
Anamdan Allah’a son bir hediye,
Kumandanım, ben İsmail doğmuşum.
-------------------
Çanakkale şehidine ağlamazdı analar… Zira onlar, gıpta edilen bir makama çıktılar. Ağlanacak değil imrenilecek bir yerdeydiler. Görürcesine inandıkları Allah, aynı kesinlikle inandıkları Cennet’ine almıştı onları… Analar onlara değil, kendilerine ağlarlardı.
Ama gözyaşlarını saklarlar; şehit haberini vakurca alırlar; sonra da kendilerine ağlamak için sakin bir köşe ararlardı.
Yeni evli delikanlı, askere çağrılır. Çanakkale’ye gidecektir. Vedalaşırken, hanımına der ki : “Sen çok güzelsin. Ne olur, ben gelinceye kadar, evden çıkma… Sana bir kem nazarın dokunmasından korkarım…”
Delikanlı Çanakkale’ye gitmiş gitmesine ama, bir daha da kendisinden haber alınamamış… Yıllar geçmiş, o güzel ana, nine olmuş ama eşine verdiği sözde hep durmuş; evinden hiç çıkmamış… Daima içinde yaşadığı ev, eşine sadakatin bir sarayı olmuş. Evin duvarları, asker mektuplarıyla donatılmış… Zehra ana, bütün mahallenin annesi olmuş, akıl hocası olmuş, dua fabrikasına dönüşmüş…
Döne döne okurmuş, duvarlarındaki eş mektuplarını… Sonra da oturup Kur’an’ına sığınırmış. Zaman zaman başörtüsünün ucu ıslanırmış göz yaşlarıyla…
Uzun bir ömür, mabetleşen bir evin hüzün tüten mahremiyetinde yaşanıp bitmiş… Zehra Ana’nın gönül dünyasına eşinden başka kimse girememiş…
---------------
Bir başka anne, yıllarca bekledikten sonra, eşinin şehit olduğunu öğrenir. Çanakkale bir yiğide daha makam olmuştur. Kendisi de, Allah’ın verdiği ömrü 85 sene yaşar.
Vefat edince, oğlu vasiyetnamesini açmış. Bu can anne, iki küçük torbanın da kendisiyle birlikte gömülmesini istiyormuş. İmam efendi, hiçbir eşyanın ölenle birlikte gömülemeyeceğini söylemiş. Oğlunun ısrarı üzerine, bu torbalar açılmış… Küçücük bir torbadan dişler çıkmış, biraz büyükçesinde de saçlarla birlikte, bir kağıt parçası varmış. Bu kağıtta şunlar yazılıymış:
“-Ahmed’im, bu dişler benim dişlerim… Çekildikçe ve düştükçe sakladım onları… Onlar şahit olsun ki, sana söylediğimi, senden başkasına hiç söylemedim. Bu saçlar da benim saçlarım… Kesildikçe ve döküldükçe hep toplayıp biriktirdim onları… Onlar da şahit olsun ki, senden başka hiç kimsenin eli ve gözü değmedi onlara…
--------------
Edremitli Halil Efendi, acele askerlik şubesine çağrılıyordu. Hanımı, büyük bir heyecan ve endişe içinde hemen dükkana koştu. Çünkü oğulları Ali Çanakkale’de askerdi.
İkisinin de aklına, hemen oğulları Ali geldi. Ancak, Halil Efendi, hanımını biraz rahatlatmak için, dedi ki:
“-Canım, inşAllah hayır haberdir. Ben şimdi askerlik şubesine gider durumu öğrenirim. Fakat bugün, benim canım çok kuru fasulye çekti. Sen git, akşama bir kuru fasulye pişir de yiyelim.”
Eşi evin yolunu tuttu, gözyaşlarıyla, Halil Efendi de yüreği çırpınarak Askerlik Şubesi’ne koştu… Onu karşısında gören kumandan, “Halil Efendi nerelerdesin? Ne zamandır seni arattırıyorum!” dedi.
Halil Efendi, heyecanı son haddine gelmiş vaziyette, bu arayışın sebebini sordu. Kumandan da hemen cevapladı:
“-Halil Efendi, yaşıtların Çanakkale yolundalar, gönüllü gidiyorlar. Seni de onlarla göndermek istedim.”
“-Emrin olur dedi Halil Efendi… Ancak müsaade ederseniz, eve bir uğrayayım da hanımla helallaşayım.”
Kumandan Halil Efendi’ye müsaade etmedi: “Biz evine haber veririz. Sen koş kafileye katıl, geride kalma!”dedi.
O da koştu ve Çanakkale için yollara düşmüş gönüllülere katıldı. O sırada yaşı kırkı çoktan aşmıştı ve cephede Ali’si de vardı.
O akşam, Halil Efendi’nin evinde kuru fasulye pişti ve sofraya boş bir tabak kondu. Ve o akşamı takip eden bütün akşamlarda, o evde hep kuru fasulye pişirildi ve sofraya boş bir tabak kondu.
Evin hanımı vefat etti ama, onun çocukları, her akşam kuru fasulye yediler ve sofralarına daima boş bir tabak koydular…
Çanakkale, bu ana yüreklerinin desteğiyle kazanıldı. Onlar cephenin gerisini sıradağlar gibi sağlam tuttular. İşte bu sağlamlık sebebiyledir ki, Mehmetçiklerin gözü hiç arkada kalmadı.Yüreklerinde anne şefkatlerini hissettiler. Eşlerinin, nişanlılarının sadakatinden emin oldular. Ve hep ileriye doğru yürüdüler; geriye dönmeyi hiç düşünmediler.
 
Öyle her yerde bulamazsın !

gwanzacwater01jf8.jpg
 
Yıl, 1928… Alim, arif ve zarif insanlardan biri, Alasonyalı Cemal Öğüt, hacca gider. Çanakkale Zaferi’nin üzerinden tam 13 yıl geçmiştir. Hocaefendi, Medine’de, birçok değerli zevat ile tanışma fırsatı bulur. İşte bu mübarek zatlardan biri de, Efendimiz’in türbedarıdır. Bu Hak dostu, aynı zamanda sadık bir Osmanlı dostudur. Osmanlı der, başka bir şey demez. Cemal Öğüt sormaktan kendini alamaz:

“–Niçin bu derece muhabbet.?”

Bu pir–i fani olmuş, nurlaşmış adam, hiç duraksamadan şu cevabı verir:

“–Osmanlı’yı, İslam namına sevmek için, bir hatıram bile bana yeter.”

Hocaefendi’nin ısrarı üzerine, eşsiz hatırayı şöyle açıklar:

“–1915 haccına, Hindistan ülemasından bir zat da gelmişti. Bu zat, derunî dünyası zengin bir Allah dostu idi. Hacdan sonra, Resulullah’ı ziyaret için, Medine’ye gelmişti. Hüznünü sorduğum, bir türlü gözünün yaşı geçmeyen o mübarek zat, gözyaşlarını daha da çoğaltarak şu cevabı verdi:

“–Bunca yıl sonra, nasip oldu, O Güzeller Güzeli’ni ziyarete geldim. Fakat müşahede ettim ki, Resulullah (sas) makamında değil. Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş?.. Resulullah’ın varlığını neden hissedemiyorum? İşte, Medine’ye geldim geleli, bu düşüncelerle perişanım.”


Yaşlı türbedar, o gece rüyasında, Güzeller Güzeli’ni görür. Hindistanlı Alim’in anlattıklarını hatırlar. Allah’ın Resulü, onu merakta bırakmaz ve buyurur:

“–Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine’mde değilim. Çanakkale’deyim… Zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum…”

Bir Destandır Çanakkale (Vehbi Vakkasoğlu) kitabından...
 
DOKTOR ÖMER MUSLU OGLU VE BİR ANZAK ASKERİ

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere
ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından
geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Amerika ’ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler..

Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.

Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:
Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
"Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:
“Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
”Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?”
“Evet Türk’üm....”

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım Avustralya Anzaklarından ...İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.”

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan ingilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman . Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi . Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı
bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş .

Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi
püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar
isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim." Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu ingiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya ’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş. Yahu senin adın müslüman adı mı ? Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu?
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi.Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun."Olsun. Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için , soramadığı için konuşamıyormuş.
Tabii dedim müslüman olmak çok kolay.Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı islamiyete olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı....Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih
çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine
getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca ? Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....
 
Çanakkale’de İnsanlık Dersi
>
> Baştanbaşa bir destandır Çanakkale.. Mehmetçiğin aslanlaştığı aynı
>zeminde şefkat kahramanı kesildiği.. yokluğun varlığa galebe çaldığı..
imanın zaferinin bayraklaştığı.. toptan bir milletin istikbalini pazara
çıkarıp ölüm kalım mücadelesi verdiği yerdir Çanakkale...
>
>Anlatılamayacak kadar çok harikulâde hadisenin vuku bulduğu, ehl-i
keşfin işaretiyle, Rasûlüllah’ın da ruhaniyeti ile hazır bulunduğu
Çanakkale hakkında pek çok kıymetli eser kaleme alınmıştır. Bu nadide
eserleri okurken insan, kimi zaman göz yaşlarıyla, kimi zaman coşan bir
gönülle, kimi zaman mahzun ve mükedder, kimi zaman da iftiharla olup
bitenleri sanki bir sinema ekranından seyrediyormuş gibi olur ve 80 yıl
önceki olayları hayalinde bir kere daha yaşar. Akıl almaz hadiseler,
dehşetengîz olaylar zaman zaman insana gayri ihtiyarî "olamaz böyle şey"
dedirtir.
>
>Japonların maziden çok iyi ders aldıklarını, Hiroşima ve Nagazaki’nin
bir kısmını II. Dünya Harbi sonundaki durumuyla aynen bıraktıklarını,
çocuklarını önce modern fabrikaları gezdirip ardından bu iki şehri ve
tahribin boyutlarını gezdirip göstererek, "Eğer siz, çalışmaz ve o modern
fabrikaları daha da ileri götürmezseniz, birileri gelir yine sizin
memleketinizi bu hale çevirir" şeklinde ders verdiklerini okumuştum.
Tarihten ders alabilen milletlerin geleceğe daha güvenle bakacakları da
bilinen bir gerçektir.
>
>İşte Çanakkale, ders alacak o kadar çok yönü olan bir hadisedir ki,
belki de Asr-ı Saadet istisna edilecek olursa bir benzeri görülmemiş bir
mücadeledir. Evet o derslerden biri de imanla gerilmiş Mehmetçiğin
akıllara durgunluk veren insanlık dersidir. Ateş çemberi içinde mürüvvet
>sergilemesi, şefkat ve merhamet kanatlarını sonuna kadar yerlere
sermesi, aciz ve muhtaçların imdadına koşması eşine az rastlanır bir
düzeydedir. Bu minvalde sayısız örneklerinden bir kaçını müsaadenizle
arzedeyim...
>
>Hüseyin isminde bir er yaralanmış ve sargı yerinde tedaviye alınmıştı.
Ancak yarası çok ağırdı. Durumunun ümitsiz olduğunu kendisi de
>hissediyordu. Onu çok seven arkadaşları etrafında pervane gibi
dönüyor, son anlarında can dostlarını mutlu etmek için elinden geleni
yapıyorlardı. Bu arada hastalara taze ekmek gelmişti. Hemen bir yarım
somun da ona uzattılar. Hüseyin somunu aldı, tam ısıracakken birden
durakladı; ve yeniden ekmeği başucunda bekleyen Mehmetçiklere uzattı.
Onların yemesi için ısrarı üzerine, sahabe ahlakını çağrıştıran şu sözleri
söyledi:

>
>"Kardaşlarım!.. Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Ben nasıl olsa
şimdi işe yaramadan öleceğim.. alın, bunu çarpışacak yiğitlere yedirin de
ekmek boşa gitmesin..."


YEDİKITA - Aylık Tarih İlim Ve Kültür Dergisi
 
Geri
Üst